Fecir | Konular | Kitaplar

Yönlendirilen Din; Devlet Dini  ve Diyânet

Yönlendirilen Din

Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Diyânet

"Din"
kelimesinden türeyen "diyânet" kelime olarak; "din, dine ait, dinî emirlere
riâyet etmek, gereğini yerine getirmek ve dindarlık" mânâsına gelir. Fıkıh
eserlerinde bu kelime, "muâmelât"a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır.
Günümüzde ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa olmak üzere laik
yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili devlet bakanlığına) bağlı
olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan "Diyanet İşleri Başkanlığı" teşkilâtı
için kullanılmaktadır. Biz de bu anlamda kullanacağız.
İslâm'a göre
insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması
için, yani Allah'a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz
kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle
sınırlı olmayıp, her hususta Allah'ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu
kılar. Yani, Kur'an'ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi
gerekir.
Kur'an'da bu
gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler,
"din"i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini
soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için "Diyânet" teşkilât
kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, "hak
din"in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.

Yetkililer,
Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir
başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri
ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin,
vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle
yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da
kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş
oluyordu.
Kim başa
gelirse gelsin, ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar, ister laik dinsiz;
din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden güçlü bir araç olarak kullanılmaya
başlandı. Kim iktidarda ise din, yani diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda
hareket etmek zorundadır. Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün
İslâm topraklarında, her ülkede devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı
vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanmasına destek
veren bir kuruluştur. Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek mesele
değildir. Çünkü devlet ne derse diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu kabul
ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah'ın hükmü ise açıktır:
"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden
bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise
(onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla
gâfil değildir." (2/Bakara, 85)
Diyânet
teşkilâtı, Türkiye'de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk'ün isteğiyle meclisin kabul
ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler
kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik
maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya
başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında
torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla
eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun
yanında, 3 Şubat 1932'de "ezan"ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça
aslıyla okunması yasaklandı.
Diyanetin
kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir
din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır. Devlet, kendi içerisinde
kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile
devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine
ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili
güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun
için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.
Resmî
ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı
olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların
Diyanet'ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti
içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm'ın anlaşılmasına,
hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun
kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil
insanlar Diyanet'i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum
ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi
kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü,
zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatlar, hutbe ve vaaz veren
yetkililer hakkında hemen soruşturma açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin
kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte.
Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından
bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her
şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de
insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan
müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri
bülbülleri bastırmaktadır.
Diyanet
teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet'in esaslarına uygun bir kafa
yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini
anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar.
Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid
eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen
İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm'ın sosyal ve siyasal yönünü
esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de
görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Diyanet kurumu,
öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette kim olursa olsun fark etmez; memur
olmanın gereğini yapar, âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir,
Allah'ın kulu olduğunu unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir
örnek verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi,
müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye etmektedirler. Bu
tavsiyeye uymayanlar Diyanet'e göre müslüman bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin
olarak târif edilmekte. Diyânet Vakfı'nca yayınlanan İslâm'a ters nice unsurlar
içeren bir kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere
ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış bir kitaptır:
"1-
Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan,
toplu yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline "medenî ve ictimaî
vasfı" denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde siyasî bir cemiyet
kurmuştur. Bunun adına "devlet", devletin hâiz olduğu kudreti temsil eden
kuvvete "hükümet", yurt içinde yaşayan devlet ve hükümeti kuran insanların
hepsine "millet" denir. Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize:
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.
Müslüman Türk
milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli ve yüce bir milletidir. Türk
tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan, başka milletlere az nasip olan, idârede,
askerlikte, medeniyette ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla
doludur. Bu emsalsiz kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle
olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz. Yurt sevgisi de
imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer tutmaz. Her devletin bekası,
o devleti meydana getiren milletle hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin
hakkıyla, yoluyla yapılmasına bağlıdır.
2- Milletin
Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket ve
milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak, hükümetin
kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir. Bizim Kitabımız Kur'ân-ı
Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve dıştan korunması, millet işlerinin
lâyıkıyla başarılması için herkes, malıyla, canıyla hükümete yardım etmek
zorundadır. Malla yapılan yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik
denir.
Memleketimizi
düşman saldırılarından korumak, memleket içinde halkın rahat ve sükûnunu
sağlamak için hükümetin kurduğu orduda hizmete koşmak, asker olmak, her
vatandaşa düşen vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara
karşı yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli hizmeti
ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir kuvvettir. Askerlik
vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız vazifelerin en şereflisidir.
Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.
Bizim dinimizde
askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik
mertebesine erer. Şehitlik mertebesi, âhirette peygamberlik mertebesinden sonra
gelir. Fahr-i âlem efendimiz; "karada şehit olanların kul borcundan başka
günahları affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla kul borçları
da affolunur" buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad ederek askere gitmemek veya
gittikten sonra kaçmak, hâinliktir, alçaklıktır, büyük günahtır." (Cep İlmihali,
Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96)
Allah'ın dinine
ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle O'nun dininin esaslarını gerçek
mânâda anlatmak mümkün değildir. Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür.
Dünyalık geçimini elde etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma
memurluğu yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama geldiğinden bile
habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur'an'ı baştan sona
okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan kimselere, yani namaz
kıldırma gibi önemli bir görevi yapana İslâmî ıstılahta "imam" denir. İmamın
taşıdığı özellikler kendisinde bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da
cemaate lider olabilir? Halbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği
emreden, kötülükten sakındıran, Allah'ın dinini gerçek mânâda insanlara anlatan
kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran sözde imam vardır ki,
endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin ayarladığı sihirli değnek
hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli değnekle, istediği zaman bu kurumu ve
insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir. Maaş endişesiyle, dinin bazı
gerçeklerini anlatmaktan korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Halbuki aynı
imamlar, insanlara rızkın Allah'tan olduğunu da anlatıp dururlar.
Televizyon veya
radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç dünyası veya kandil gecelerinde
yapılan programlarda hiç yeri değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş
ve dine de pek inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların çoğu
da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli Diyanet
memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler, devletin temel ilkesi olan
laikliğe ters düştüklerinin, ona leke sürdüklerinin farkında bile değildirler.
Ama, alan memnun, satan memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put
değil mi?
Ne acıdır ki,
halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara, müslümanların başörtülerine
yönelik zulümlere, Diyânet resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir.
Haksızlığa, dinsizliğe ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden
aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir
kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine kürfretse hiç ses
çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere
Diyanet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden
farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu
mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi
kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde memnun oluyor.

Haftada bir
gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O
kadar insan, zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet,
Diyanet'in eliyle hiç çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır.
Devletin dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin
despotluğuna ses çıkarmayan, onun iki yüzlü yönetimine hizmet eden bir Diyanet,
neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum, düzene, polis ve jandarmadan daha iyi
hizmet etmektedir.
Bizim için,
Diyanet'in karşı olunacak en önemli tarafı, onun kuruluş amacı ve İslâm adına
yaptığı tahrifat ve tahribatlardır. Çünkü Diyanet, sırf Allah'ın râzı olduğu
dine karşı laik ve gayri İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini
yaygınlaştırmak için kurulmuştur. Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek.
Maksat, mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara göre
halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri saltanata
son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen, Diyanet aracılığıyla kendi konumunu
sağlama almış olmaktadır.
Yine Diyanet;
eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her şeyine müdâhale etmiş bulunuyor.
Başta kendi personeli olmak üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve
düzencidir. Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır,
zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve onun yanlış
icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin demekten çekinmezler.
Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene kiralayan bu kimseler âyet ve
hadislere karşı gelmek adına da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası
cinsinden bazı istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir
tavırdan yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır. En
ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından önce Diyanet
ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir maaşla satın alınan bu kadroların
bir zamanlar Afganistan'daki mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden
mücâhidlerin anarşist, bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer
ülkelerde de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan'da Allah için
kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından halka bölücü,
hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek ki Rus keferesi bile ülkelerindeki
Diyanet teşkilatının varlığından memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler
kendi kontrollerinde bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı
görmektedirler.
Yaşadığımız
topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm'a saldırmalarına karşı
Diyanet'in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Eski
müftü mürted Turan Dursun, kitaplarında İslâm'a açıktan saldırırken Diyanet ve
oluşturduğu heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada
bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi ülke içinde İslâm'a açıkça hakaret edenlere
bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint asıllı mürted Salman Rüştü, aynı
şekilde İslâm'a saldırdığı, Hz. Peygamber'in hanımları olan annelerimize hakaret
ettiği zaman neden onu tel'in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların,
kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm'a
topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi
tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? "İrtica" denilerek İslâm'a ve
müslümanlara olmadık iftiralar atan Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin
yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme
ihtiyacı bile hissetmemekte ve "dilsiz şeytan" rolünü üstlenmektedir.
Tabii, Diyanet,
hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor.
Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse
halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve
heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine
göre câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir. (11) "Ey
iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence ve
oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü'min iseniz Allah'tan
korkun." (5/Mâide, 57)
İslâm'ın,
sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük
engellerden biri, resmî/laik İslamizasyon anlayışları ve bu işlevi gören
kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal
altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga
durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet
sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine "Din görevlisi"
denilmektedir. Bu deyimdeki "din"den İslâm kast ediliyorsa, bu yanlış bir
adlandırma olur. Çünkü İslâm'da, herkes dininin görevlisidir. İslâm'da,
hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık, ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur.
Bütün müslümanlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp
başkalarına yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden
insanlardır. Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir. Ama,
bu "Din görevlisi" tâbiriyle düzenin resmî dini kast ediliyorsa, diğer memurlar
gibi, hatta onlardan öncelikli olarak Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın
verilmesinde sakınca yoktur. Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve
hangi türde, hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını
bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden önce devlet
görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet dininin görevlileri
olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm dışı güçlerin desteği/maaşı
olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin
temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezası olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm
küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını
köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için
kendilerine Bel'amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski
devirlerinden itibaren, Kur'an'ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden
bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam
vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda
bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya
çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk
üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki tüm küfür
sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve namaz memurları sâyesinde nasıl
saptırdıklarına dair nice örnekler içinden birkaçına değinelim:
Bir taraftan
dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek için elinden geleni ardına
koymayan Rusya'daki sosyalist düzen, diğer taraftan resmî müftüler atayarak,
yıllarca insanları bu müftüler vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac
mevsimlerinde, bu kiralık müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi
propagandasını yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki muvahhid
mü'minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist düzenin, müftü atamakta
ne kadar samimi olduğu gözükmekte ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu gerçekler, yıllarca tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.
Yunanistan gibi
hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi altındaki Batı Trakya'nın
Gümülcine'sinde resmî müftü atamaya çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul
etmemiştir. Bu durum, laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm
düşmanı medya tarafından da Yunanistan'ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır.
Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm'a nisbet eden halkın, kendisine seçtiği
müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın? Niçin müftü seçmekte bu kadar
hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı gayet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer
bir kişiyi kiralayarak müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür
rejimlerinde olduğu gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı
kendisine boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.
Orta doğuda,
Asya ve Afrika'da da durum pek farklı değildir. Dünyanın hemen her yerinde,
İslâm dışı düzenler, kendilerinin İslâm'la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde,
müslüman gördükleri halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu
kiralık görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet telakki
ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına aldatmışlardır.
Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için kendilerine ücret ödüyorlar.
Bunlardan birçoğu da toplum içinde oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler
olarak ortaya çıkarlar. İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm
dışı rejimlerin uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini
gerçekten İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.
Diyanet İşleri
teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde anlatan, laik sistemin akıl
hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz
Soysal'ın "Yüz Soruda Anayasanın Anlamı" adlı kitabındaki ifadeleri, bu
söylediklerimize ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı
toplumlarında geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel
teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı
bırakıldığını şöyle anlatıyor:
"Dinin toplum
işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi', kişilerin iç
dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı
zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de
bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk'ün uygulamak istediği laiklik
politikası, dini ‘toplumsal' olmaktan çıkarıp ‘kişisel'leştirirken,
müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet,
yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dini olmayan, dinsel
kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin
vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı." (Yüz
Soruda Anayasanın Anlamı, Mümtaz Soysal, Gerçek Y. s. 171)
Prof. Soysal'a
göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm
dini, büyük bir engel olarak laikliğin karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü
İslâm'da, hıristiyanlıktaki gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal
bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: "İslâm dini, din ile devlet işlerini
ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç
dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını
gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin
kendisiyle çatışmaya kadar varıyor." (A.g.e. s. 172)
Laik rejim
İslâm'la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama, çatışma
olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu
demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve
formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak
kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş,
dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Diyanet
İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin laik sistem içindeki yerini ve
görevini istenildiği gibi nasıl yerine getirdiğini de Soysal şöyle ifade
ediyor:
"Laik bir
devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı'nın genel idare içinde yer alması, Türk
devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin, yani dini toplum işlerinden
kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan
gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz." (A.g.e. s. 174)
Soysal, çok
açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluş amacını ortaya
koymaktadır. Buna göre, Diyanet'in görevi, dünya ve âhiret nizamı olan İslâm
nizamının, devletle ve dünya ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu
ruhbanlık dini haline getirmeye ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye
çalışmaktır. Bunun için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek,
bunların nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar
doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun konuşup
konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek Diyanetin temel
görevidir.
Laik sistem,
kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu yaptırdığı Diyanet örgütüne
yalnızca eleman yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği
elemanlarına işleyecekleri dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye
çalışmaları) karşılığında, bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik
rejimin birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak
vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip
olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli altı bakanlığının toplam
bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu. Ayrıca, yıl ortasındaki ek
ödenekler ve Diyanet Vakfının gelirlerinin de eklenmesi ile, bir müdürlük
seviyesindeki Diyanet örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline
geliyor.
Bütün bu
rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında, Diyanet teşkilatının
işlediği dinî katliamlar karşılığında az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük
askerî gücüne ve onca imkânına rağmen, bir avuç Çeçen'in kafasından din
duygusunu, gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye
rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden ve baskı yapmadan
personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla, dini toplumsal hayattan kaldırma
ve toplumu hak dinden kopararak devlete tâbi kılma açısından Rusya ile
karşılaştırılamayacak büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından
ele alacak olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya, 250
milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist ideolojisi, baskı ve
saldırılarıyla, bir milyon Çeçen'in kalbinden ve kafasından imanı sökmeye
muvaffak olamazken; diyanet örgütü, 88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın
kalbindeki ve kafasındaki imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle
haline getirebilmiştir. Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını,
Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı. Bu nedenle, Diyanet'in
aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin zavallı elemanları
rejime yaptıkları hizmetleri bir bilselerdi, generallerin rejime yaptıkları
hizmetlerden çok daha fazla olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi.
Çünkü Diyanet örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale
getirmekte, generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha
başarılıdırlar. Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve başarılı
görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.
Ancak, her işte
olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı varsa, Yüce Allah'ın da bir
hesabı var ve Allah, hesabında daima üstün gelendir. "Kâfirler istemese de
Allah dinini üstün kılacaktır." (9/Tevbe, 33). İşte bu Diyanet şebekesi
konusunda da laik sistemin hesabı yine tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve
İlâhiyat Fakültelerinde tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek
kiraladığı dinsel suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri,
işledikleri cinâyetin farkına vardılar . Allah korkusunun ağır basması
sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven kâğıtları bir kenara
fırlatıp ellerine Kur'an'ı alarak aslına uygun bir şekilde hak dini halka
anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu
yetkililer boş durur mu? Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka
Kur'an'ın anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve Kur'anî
gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin işine son
verdiler.
Diyanet İşleri,
dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul ettirmek için, sürekli olarak bu
tarzda hutbeler hazırlar ve namaz kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur.
Bu hutbeleri okumayanları uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son
verir. Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya, bir
bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle çatışan,
Kur'an'ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini gizlemeleri gerekirken
bunları açıklayan görevlilerin işlerine son verileceğini de ortaya koymaktadır.
İslâm dini,
devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır. "Lâ ilâhe illâllah"
kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem (a.s.)'den Hz. Muhammed
(s.a.s.)'e kadar süregelen risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması
içindi:
"Andolsun
Biz, ‘Allah'a kulluk edin ve tâğuttan kaçının' diye (emretmeleri için) her
ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmına hidâyet edip
onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek
hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün; inkâr edenlerin sonu nasıl
olmuştur!" (16/Nahl, 36). Kur'ân-ı Kerim, hâkimiyet
konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya işaret
etmektedir. "Hüküm, yalnız Allah'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet/kulluk
etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler."
(12/Yûsuf, 40)
Hâkimiyetin
ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah, indirdiği hükümlerle
hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını, hükümleri gizleyenlerin de
aynı kategoriye girdiklerini bildirdikten sonra, Kur'an'la mutlaka hükmedilmesi
gerektiğini emretmektedir. "Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu
korumak üzere Kitabı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği
ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların
hevâlarına/keyiflerine/arzularına uyma... Allah'ın sana indirdiği hükümlerin
bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et." (5/Mâide, 48-49)
Yüce Allah'ın
indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri
istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur'an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ
olduğunu haber vermektedir: "Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar?
İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?"
(5/Mâide, 50). Yüce Allah'ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla
hükmetmemek, ya da İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve
söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: "Artık bundan sonra hangi şey,
sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?"
(95/Tîn, 7-8)
Aldıkları
birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan
ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu,
başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi
öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması
gerekmektedir. "Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve
eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah'tan başka hüküm koyanı)
reddedip Allah'a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır.
Allah (her şeyi) işitir ve bilir." (2/Bakara, 256)
İşte, Diyânet
teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması için müftü, vâiz ve namaz
kıldırma memurlarına ücret vermekte ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç
bekletmeden kovmaktadır. Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi
olduğu felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine
dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar, görevlerini laik
düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar. Bunların emrindeki câmi
görevlileri de kendilerine yasalarla emredilenleri yerine getirmektedir. Bu
görevliler, kendilerine verilen görev gereği, Kur'an'ın bütününü Arapça aslıyla
okudukları halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını
halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını bildikleri
söylenemez. Çünkü, bir âyeti okuyup onun altındaki veya üstündeki âyetleri
görmemek mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'deki iyilik, güzellik, yardım severlik
konularındaki âyetleri sürekli okuyarak; içki, kumar, zina, faiz ve hâkimiyetin
Allah'a ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak
kendilerine verilen Bel'amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle
yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik düzendir. Ancak şu
unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını
istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir:

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap'ta insanlara açıkça
belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem
de bütün lânet edebilenler lânet eder." (2/Bakara,
159) "Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şey gizleyip onu az bir paraya
satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar.
Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır.
Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp
sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar
ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" (2/Bakara, 174-175)
Oysa Kitab'a
vâris olanlar, Kitab'ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır.
Diyanetin maaşlı elemanlarının çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu
gizlediler, hükümlerini saptırdılar ve böylece Kitab'ın hükümlerini arkalarına
attılar. "Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!' diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri
sözü kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş
ne kadar kötü!" (3/Âl-i İmrân, 187)
Diyanet
görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal
yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın
görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına
destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için,
elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de
verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne
çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu.
Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî
inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan
açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara
itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi
ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen olduğu düzene ve yapıya karşı
gelmesin.
Evet, Diyanet
görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri
gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise,
yapılabilecek en kötü işti: "Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini
vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!" (5/Mâide, 79)
"Allah'ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O'nun yoluna engel oldular.
Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!" (9/Tevbe, 9). Bu görevliler, bunu
ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü,
hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! "Âyetlerimi az bir
karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile
karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 41-42).
Yine, hangi
sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların
Kur'an'ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır.
"Onlar ki Kur'an'ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların
hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça
söyle ve müşriklere aldırma!" (15/Hicr, 91-94). Kur'an'ı parça parça ederek
bir bölümü ile hareket edenler için Kur'an'ın öngördüğü ceza, dünya hayatında
laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik,
rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. "...Yoksa
siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu
yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de
(onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez
değildir." (2/Bakara, 85)
Diyânetin
memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin,
dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve
yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur'ânî emirler bunlar için
pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenaze namazları ile
ilgili tutumlarıdır. Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın dininden hoşlanmayanların,
fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında
durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah'ın dinine
ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları
müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan
sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, "kahrolsun
şeriat!" diye İslâm'a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. "Onlardan
ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah
ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler." (9/Tevbe, 84). Şimdi,
bir tarafta Yüce Allah'ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik sistemin emri var.
Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce
Allah'ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab'ın
hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Diyanete, daha
doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma
memurlarından oluşan bu grup, tevbe ederek Allah'a ve O'nun yüce Kitabına tam
teslim olmadıkları ve Kur'ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları
sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından
bağışlanırlar. "İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan
kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez."
(2/Bakara, 86) "Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka.
Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım."
(2/Bakara, 160)
Hamdolsun, bu
âyete göre durumlarını düzeltenler, günden güne çoğalmakta ve birçok Diyânet
görevlisi, yalnızca Yüce Allah'a kul olma şerefine ulaşmak için
çalışmaktadırlar. Ancak, rızık endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir
grup Diyanet görevlisi bulunmaktadır. (12)