Fecir | Konular | Kitaplar

Din Kavramı Ve Çok Yönlü Açıklaması (Ruhanî Ve Seküler Yaşam)

Din Kavramı Ve Çok Yönlü Açıklaması



Din Kavramı Ve Çok Yönlü Açıklaması

(Ruhanî Ve Seküler
Yaşam)

 

Kur'ânî bir kavram olarak "din" teriminin
verdiği orijinal anlam, fel­sefî yorumlarla veya avamın yoz anlayışıyla bu
sözcüğe yüklenen ya­pay an­lamdan çok farklıdır. Dolayısıyla müslüman kişi
dikkatini bu nokta üze­rinde yoğunlaştırmak zorundadır.

"Din" sözcüğü, Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde
anlam bakımın­dan son derece ince farklarla geçmektedir.

Örneğin bir yerde: "Kargaşa yok olup, ortada
din olarak yalnızca Allah'ın dini kalıncaya kadar onlara karşı savaşın."
(Bakara: 2/193) denilmekte; Bir di­ğer yerde: "Zina eden kadının ve
erkeğin her birine yüz değnek vu­run; eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız Allah'ın dinini uygu­lamada sizi, onlara karşı acıma duygusu
tutmasın." (Nur: 24/2) diye geçmekte; Peygamber Hz. Yusuf
(as)'la ilgili olarak bir başka yerde ise: "İşte Yusuf'a böyle bir
çö­züm il­ham ettik, yoksa kralın dinine göre kardeşini alıko­yamazdı."
(Yusuf: 12/76) diye ifade edilmektedir.

Dikkat edilecek olursa bu üç âyette de "din"
sözcüğü -mutlak ola­rak-açıkça: düzen, rejim, yasalar manzumesi ya da
yönetim biçimi an­lamla­rını vermektedir. Elbette ki bunun yanında- terimsel
olarak- Allah Teâlâ'nın, iman ve amel kapsamında insanlara yönelttiği
yasala­rın ta­mamına da de­nir.

Oysa yaşanmakta olan kavram kargaşası içinde bu
terimin anlamı sap­tı­rılmıştır. Arapça olan "din" sözcüğü, Avrupa dillerinde
kullanı­lan "Religion" sözcüğünün, büyük olasılıkla bir tercümesi olarak
dü­şünül­müş­tür. Halbuki bu yanlıştır. Çünkü "religion" sözcüğü ile anla­tılmak
is­tenen şey, hırıstiyanlığın öngördüğü din biçimidir. Hıristiyanlığın din
an­layışı ise tamamen rûhânîdir.[1]
Halbuki rûhânî ya­şam, İslamdaki dinin, son derece geniş alanı içinde çok küçük
bir yer iş­gal eder. İslamdaki din kavramının kapsamı ise o kadar geniştir ki
müslüman kişinin yaşadığı hiç bir olay din çemberinin dışında cereyan edemez.
Dolayısıyla rûhânî ya­şam, seküler

[2]
ya­şamla birlikte dinin bü­tünlüğü içinde birbirlerini ta­mam­larlar.



İslamda din kavramının ne kadar geniş bir
kapsama sahip oldu­ğunu an­layabilmek için mükellef bir insanın -ne durumda
olursa olsun- tüm eylem, tutum ve davranışlarını belli kayıtlarla hükme
bağlayan İslam'ın temel kurallarını incelemek yeterlidir. Çünkü insan ne
yapı­yor olursa ol­sun İslam, onun işlediği her eylemi, takındığı her tavrı,
sergilediği her tu­tumu, belli bir isim altında hükme bağlamıştır. Bu hükümlere
fıkıh di­linde "Ef'âl-i mükellefîn"[3]
denir. Bunlar dokuz­dur ve fıkıh literatü­ründe şu adlar al­tında sıralanır:

Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, haram,
mekruh, sahih, batıl.

Binaenaleyh, bir müslüman ister ibadet gibi
ruhanî bir eylem ve du­rum içinde bulunuyor olsun; ister yemek, içmek, alıp
satmak, ev­lenmek, oy vermek, bilimsel bir çalışma yapmak, okumak, yürümek ve
dinlen­mek gibi -sayılamayacak kadar çok- ve tamamen seküler, meşru ya da
gay­ri­meşru ya­şamdan herhangi bir fiil ve hareket içinde bulunu­yor olsun; ya
da yasaklar­dan birini işlemekte olsun; onun bu eylemle­rinden her biri yukarıda
sayı­lan dokuz hükümden mutlaka birinin ko­nusu olur. Dolayısıyla müslüman
kişinin işlediği her fiil dinin kap­samı içindedir.

Aslında «din» kavramı bundan da öte en geniş
anlamda, bütün kâ­inâtı kuşatan bir kapsam ifade eder. Din en öz tanımla:
Allah'ın bütün varlıkları yaratıp yönettiği âlemşümûl sistemin adıdır. Bu sistem
Kur'ân-ı Kerim'in "Sünnetullah" diye adlandırdığı[4]
evrensel yasa­larla işler. Materyalistlerce "Doğa kanunları" denilen bu
yasalardan başka Allah Teâlâ'nın, yeryüzünde uygulanmak üzere peygamberlere
indirdiği vahiy­ler de vardır ki bunlara da "teşrii yasalar" denir. Örneğin
Tevrat, İncil ve Kur'ân-ı Kerim, insanların ya­şam ve yönetim biçimini
belirlemek ve dü­zenlemek üzere Allah (cc) tara­fından indirilmiş teşrii
yasalardır. Bu yasa­lar - genelde - sanıldığı gibi insan­ların sırf
rûhânî ya­şamını değil, bilakis dünyevi hayat tarzlarını da belli bir disipline
bağlayan maddeler içerirler. Peygamberlere indirilen vahiyler, Allah'ın ke­lam
sıfatına bağlı "tenzilî" anayasalardır; Doğa kanunları ise O'nun irâde sıfatına
bağlı "Tekvînî" bir anayasadır. Tenzîlî şeriatlerin her biri, indiği zamanın
şartlarına göre in­san­ların hayatını belli bir düzene otur­turlar. Bunların
içinde en kap­samlı ve en kalıcı olanı Kur'ân-ı Kerim'dir. Vahiylerden farklı
olan tekv­înî anayasa (yani doğa kanunları) ise Allah'ın irâdesine bağlı
olarak otoma­tik şekilde işlerler. Din kav­ramı işte bütün bu yasaları
kapsamaktadır.

Ne varki zaman içinde temel değerlerin
yozlaşması ve geleneksel­li­ğin düşünce yapısına egemen olması, "din" kavramına
da tek yanlı bir anlam yüklenmesine neden olmuştur. Bu yüzden, ilk İslam
akademis­yenleri ta­rafından kâleme alınmış olan eserler çağdaş düşünce akımları
karşısında kendini kanıtlayabilecek güçlü anlatım ve yorum üslûpları içinde
yeni­den sunulamamış, sonuç olarak "Din" kavramı, Kurân-ı Kerim'deki ev­rensel
anlamıyla çağdaş insana yansıyamamıştır. Dinin hemen her zaman namaz, oruç,
itikâf, zikir, âyin ve dua anlamlarında al­gılanmasının ne­deni budur.



Bunlar bir yana, dinin kesin şekilde yasaklamış
olduğu, hatta din­den çıkma nedeni olarak açıkladığı fal ve büyü gibi şeylere
dinî birer değer ola­rak bakanlar bile vardır. Bu nedenle çağdaş toplum, dinin
kav­ram olarak ne olup olmadığı hakkında henüz yeteri kadar aydınlanmış
değildir. Hatta bir­çok kimse, insanın seküler yaşamının din kapsamı dı­şında
ol­duğu ka­na­atine kapılmıştır ki bu kanaat pozitivistlerle müs­lümanlar
ara­sında tar­tış­malara neden olmuştur. Dine ilişkin bu genel bilgisizlik
nede­niyledir ki toplumun büyük bir kesimi, siyasi, sosyal ve ekonomik
olayla­rın dindeki yerini ve hükmünü bilmemekte hatta me­rak bile etmemek­tedir.
Çünkü halk, dinin bu olaylar hakkında hüküm verebilecek bir güç ve kaynak
ol­duğu gerçeğinden hemen hemen ha­bersizdir. Halbuki meşru ve helâl diye
bildiğimiz faaliyet ve çalışmala­rımızın tümünde vicdanı­mızı serbest bıra­kan
şey dindir; Ruh derinli­ğimizdeki bu özgürlük duy­gumuzun kaynağı dindir. Keza
haram, ya­sak ve gayrimeşru olarak vicdanımızda mahkum et­tiğimiz eylemler­den,
faaliyetlerden, söz ve davranış­lardan uzak dur­maya bizi zorlayan yine dindir.



Bu otorite, yalnız vicdan­larımıza değil, aynı
zamanda kül­türümüze ve sosyal hayatımızın büyük bir kısmına da egemendir.
Nitekim güvenlik ve yargı organlarının ula­şamadığı ve beşeri yasaların güç
yetiremediği tenha­larda bile insanları frenleyerek yıkıcı ey­lem ve
faaliyetlerin bu suretle yay­gınlaşmasını engel­leyen gizli kudret di­nin
vicdanlardaki müeyyidesidir. Kanunların tanı­dığı serbestliğe rağmen alkollü
içki kullanmaktan, domuz eti yemekten, faizle muamelede bu­lunmaktan, zina
fiilinden ve daha nice haramlardan sakınan milyon­larca insanın bu hayat
disiplinini -kuşkusuz- seküler yasa­lar değil, bila­kis din
sağlamaktadır. Çünkü dinin, insan vicda­nında saygı­değer bir yeri ve
top­luluklar üzerinde derin etkisi vardır. Aynı insanların din ya­saları ile
be­şerî yasalar karşısındaki tutumları araştırılacak olursa din lehinde çok
bü­yük farkların saptanacağı kesindir. Öyleki beşerî yasa­ları, buldukları her
fırsatta çiğneyen birçok insanın en mahrem yerlerde bile din yasalarına karşı
son derece saygılı davrandığı bir gerçektir. 

Şu noktaya dikkat etmelidir ki gerek zina, içki,
faiz ve domuz eti gibi di­nin yasakladığı şeylerle haşır neşir olmak, gerekse
yaşam gerçek­lerinin çoğu, aslında ruhanî durumlar değil, tam aksine dünyevi
faali­yet alanları içine gi­ren konulardır. Dolayısıyla pozitivistlerin sandığı
gibi din deni­lince akla yalnızca ibadet ya da mistik yaşam geldiği yolun­daki
kanaat sa­dece yanlış değil, aynı zamanda cahilce bir yaklaşımdır. Belki de
tutuculu­ğun ve kuru bir inadın sonucudur. Nitekim bu ne­denledir ki harcanan
çabalara rağmen devlet işleri bir türlü dinden so­yutlanamamıştır. Çünkü buna
hiç bir zaman imkan yoktur.

Örneğin laikler de karşıtları tarafından
öldürülen adamlarına "şehit" demektedirler. Halbuki şehitlik, düşman tarafından
savaşta öl­dürülen yal­nızca müslüman kişiye Kur'ân-ı Kerim tarafından verilmiş
bir sıfat ve mertebedir.[5]
Bu da demektir ki şehitlik sıfatı, islâmî ve Kurânî bir an­lam ta­şır. Sonuç
itibariyle dinî bir kavramdır. Şehitliğin, rûhânî bir olay mı, yoksa se­küler
bir olay mı olduğu konusuna gelince bu noktaya her iki cepheden de
bakılabileceği gâyet açıktır. Çünkü şehid olmuş bir müslü­man, her şey­den önce
bir ibadet olan cihad hizmetini üstlenirken haya­tını feda etmiştir ki şehitlik
bu yönüyle ruhânî bir mahiyet taşır. Ancak şehit­liğin -dolaylı ola­rak-
dünyevî bir yönü de vardır ki o da şehit olmuş kim­senin uğradığı böyle bir son
nedeniyle geride bırakmış olabileceği çe­şitli hayat meselelerinin gö­rüşülmesi
ve çözüme kavuşturulması olayı­dır. Bu örnekte görüldüğü üzere bazı ha­diseler
aynı zamanda hem rû­hânî, hem de seküler bir anlam taşı­makta, ancak yine de
dinin konusu olmaktan asla çıkmamaktadır.

Birkaç örnek daha vermek gerekirse, namaz kılmak
üzere evinden ca­miye giden, ya da helâl rızık kazanmak ve meşru yoldan geçinmek
üzere evinden işine giden müslümanın, bu yollardaki yürüyüşünü, o sı­rada
yaşayabileceği olayları, hiç din dışı sayabilir miyiz? Halbuki mut­lak yürümek
tamamen dünyevi bir olaydır. Ancak bu iki örnekten bi­rincisin­deki yürüme
olayı, farzın edasına vesile olması bakımından farz, ya da cemaatle namaz kılma
amacına bağlı olarak en azından sün­nettir. İkincisi ise kişinin çalışma
durumuna bağlı olarak "ef'âl-i mü­kellefîn"den mut­laka birine dahildir.
Keza herhangi bir suçu işlemek üzere davranan insa­nın, suç fiilini
gerçek­leştirinceye kadar onun bu amaçla attığı her adım, söylediği her söz,
düzen­lediği her plan ve so­nuçta işlediği suç karşısında dinin hiç mi bir hükmü
olmayacaktır!

Özet olarak diyebiliriz ki değil yalnızca
ibadetler ve ibadet hük­münde olan fiiller, yiyip içmek, alıp satmak, çalışmak,
okumak, din­lenmek, cin­sel ilişkide bulunmak, hatta herhangi bir suç işlemek
bile dinin konu­sudur. Çünkü örneğin, hırsıza hırsız sıfatını veren ve ona bu
suçtan do­layı bir ceza öngören din gerçeği varken ne rasyonalizm, ne
pozitivizm, ne de bu felsefe­ler üzerinde temellendirilmiş olan seküler yasalar,
rejimler ve yönetim bi­çimleri vardı.

Dinin insan yaşamını böylesine her cepheden
sarmış bulunması, esasen onun, ilahî bir düzen olmasından ileri gelmektedir.
Yani (din-Allah iliş­kisi) bu olguyu zorunlu hale getirmektedir. Öyle ise
Allah (cc), madem ki her şe­yin yara­tıcısı, terbi­ye­cisi ve düzenleyicisidir,
O'nun eşya ve olaylar için koymuş bu­lunduğu yasaların da elbetteki kapsamı ona
göre geniş, bü­yük ve engin olma­lıdır.

Din kavramının gerçek olmayan yorumlarla
zihinlere yerleşme­sinde çeşitli faktörler vardır. Bunlardan özellikle iki
tanesi çok önemli­dir.

Birincisi:
İslam öncesi eski inanış tarzlarının çeşitli yorumlar içinde İslama mal edilerek
yaşanmasıdır. Bu inanışlar zamanla kurumlaşmış ve geniş bir tabana yayılmıştır.
İslamdaki din anlayışının yozlaşma­sında bun­la­rın etkisi büyüktür. Daha çok
mistik akımların ayin ve me­rasimleri şek­linde ortaya çıkan bu yorumların, din
kavramını Kur'ân'ın ruhundan ta­ma­men kopardığı söylenebilir.

İkincisi
ise: 1789 da patlak veren Fransız ihtilalinden sonra hıristi­yan­lı­ğın
muhitlerimize kadar yaydığı dünya görüşü ve hayata bakış açı­sıdır.

Bu her iki faktör de âdetâ birbirini
destekleyerek yepyeni bir kutsal­lık anlayışının doğmasına neden olmuştur. Bu
anlayışa göre yalnız kutsal olan şeyler dinseldir; kutsal olmayan şeyler ise
sırf dünyevîdir­ler. Ancak bu anla­yış, getirdiği çelişkilerle -özellikle
çağımızda- düşünce ve siyaset alanında büyük sorunlara, kavram kargaşasına
ve bitmek tü­kenmek bil­meyen ateşli tartışmalara yol açmıştır.[6]



                                                              

 




[1]
Rûhânî: Maddesel bir yanı olmayan,
ruhla ilgili, metafizik.




[2]
Seküler: (Fr. Sèculaire) Dünyevî. dünya hayatıyla ilgili, dinle alakası
olmayan.




[3]
"Ef'âl-i Mükellefîn": Mükellef
olanların, yani Allah Teâlâ'nın yönelttiği teklif ve emirleri yerine
getirmek ve yasaklarından sakınmak zorunrda olanların, içinde bulun­duk­ları
dokuz durumdan her biri.



[4]
İsra: 17/177, Ahzab: 33/62, Fatır: 35/43, Hucurat: 48/23; Bk. Dinsizlik.



[5]
Bakara:  2/154, Al-i İmran: 3/169




[6]
Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 17-25.