Fecir | Konular | Kitaplar

Dünya – Âhiret Dengesi

Dünya

Dünya – Âhiret Dengesi

Kur'an, her
sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek
insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü'min, her ânında üç zamanı
birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir.
Kur'an'daki kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri,
mü'minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan
birer penceredir.
Hayata
birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm
sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de
uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında
taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî
endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun
ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: "Şu anda neyi
düşünüyordunuz?" Hiçbir insanın, "şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım
hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum" dediğini kolay kolay duyamayacaksınız.
İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden
nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.
Müslüman,
hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna
göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt
olacaktır. Ahiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek
zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek)
kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı
gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız
âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir
kulağımız İsrafil'in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret
dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey
fesâda uğrayacaktır. "Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî
kalacaksınız!" (26/Şuarâ, 129)
Bütün
meseleler gelip ahirete ve dirilişe ciddi manada iman (yakînî bir bilgi ve kesin
bir inanç) noktasında düğümleniyor. "O (Allah), hanginizin daha güzel amel
işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı." (67/Mülk, 2) Bu âyetin
ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü
biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat
denilmiş. Burada Allah bize şunu îma ediyor: "Hayatı anlamak ve doğru yaşamak
istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız."
İnsanın
hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz
ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var;
o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama
ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız,
o zaman hayatı; "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay"
olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun
hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.

İnsanın
fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî
zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her
yerde fesâdı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış;
insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin
dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin
hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor.
Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan
kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz'af
insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan
bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete
saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı
zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. "Göğü, yeri ve ikisi
arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden
o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları
yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan
çıkaranlar gibi tutacağız?" (38/Sâd, 27-28)
Gerçek
müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar' ama,
'dünyadan ve dünyevî' değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya
da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını
ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu
anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne
olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır.
Çünkü "Dünya" kelimesi, denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey' demektir.
Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış
bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve
etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne
çevirir. Bu son gidilecek yer, "daha sonra" geldiğinden; bize 'uzak' gibi
gelir. Halbuki bu, 'yakın' olanın/dünyanın sebep olduğu yanılsama ve
şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir.
Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız
ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her ânımıza bir muhasebe yapmak
durumundayız.
Ölümü
anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma
değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni ve sıkıntılarla dolu bir
diyardan; ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının
bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için
müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve
seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir
diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı
ve varlıkları seyredelim:
Sadece bu
dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi
düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin
etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini.
İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada
iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek
yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de
unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız
hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece
gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud
savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu.
Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de
cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.

İmam Gazali
diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler
birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra
pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin
kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına
bir ömür boyu düşer mi? "Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler,
çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte
böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik." (44/Duhân, 25-28)
"Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın'
denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı
oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır."
(9/Tevbe, 38)
Gerçek
özgürlük, Allah'a koşmakta ve Allah'a yakın olmaktadır. İnsan, Allah'a ne kadar
yakın olur, O'na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah'tan uzak
yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının
çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar.
Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama hergün dinleri, imanları,
şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele
kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine
dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan
hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten
bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.

Peygamberimiz'in tavsiyesi şöyle idi: "Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş,
birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi
yaşa." (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25). Hayatın geçiciliğini kalbine ve
kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere fazla sevgi beslemez ve kendini
bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah'ın dışındaki şeylere olan ilgi ile
Allah'a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah'ın dışındaki
varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah'a olan ilgisi o kadar azdır.
Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil
ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur'an'da
çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî
sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın
verilmeye çalışıldığını görürsünüz. "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun,
eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır."
(57/Hadîd, 20)
Ölümü
tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle
yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme
günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saate kadar
kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını
tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ,
16-17) Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan
"iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde,
Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını
bırakıyor. "Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti
bırakıyorsunuz!" (75/Kıyâme(t), 20-21). Hayır, siz yaptığınız işlerin
karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için
karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz.
"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden
biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele." (2/Bakara,
155) "Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete
gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (3/Âl-i İmran, 142)
Görüldüğü
gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi
yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu
zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor.
Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki
ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine
sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına mâruz kalırız
ve âhirette bize şöyle denilir: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün,
onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız,
onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz'
denir." (46/Ahkaf, 20)
Kur'an'a
baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek
sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan
yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." (74/Müddessir,
53). Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi
oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların
hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine
döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o
tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin
kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor?
Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki,
yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda
hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete
imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan
kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri
kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz.
Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret
ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlaklı ve dürüst olmaya
sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini
bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında
mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür
ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile,
öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün
ki "bir varlık" var ve "bir gün" var. O varlık, o günde yaptığınız tüm
iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin
de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye
zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi,
çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun
rızasını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın
rızâsını kazanma" amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden
de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır.
Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri
için kimsenin kimseye güveni olmaz.
Dünya ve
içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen
ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi
boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi
olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına
oturtmak zorundadır.
Her gün ve
her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi,
kıyameti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine
teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim.
Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem
de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Kabirlere,
hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri
düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor,
müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine
varalım.
Mezarlarda
ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik
çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet
senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük
kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin
kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını?
Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların,
ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet
ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün
kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve
yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü,
ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. (8)