Fecir | Konular | Kitaplar

İman-Emânet İlişkisi

İman



İman-Emânet İlişkisi:



 

İman kelimesi ile emânet kelimesi aynı kökü
paylaşan, birbiriyle çok yakın anlam ilişkileri olan iki kavramdır. İman'ın
filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde
olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin
içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.

Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler
olduğunu ifâde ediyor (7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...). Aynı zamanda,
peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrâil'in de emin olduğunu
belirtiyor (26/Şuarâ, 193). Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan
bahsederken onu emâneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emânet de güvene tevdi
edilmiş şey anlamı taşır (Bkz. 33/Ahzâb, 72). İman sahibine mü'min denir ki, bir
anlamı da emânet taşıyan kişi demektir.

Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır.
Esmâü'l-Hüsnâ'dan biri, el-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven
kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de el-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde
eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman
olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu her şeyden fazla sevmemiz, O'nun
emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. "İman edenlerin
Allah'a olan sevgileri çok fazladır." (2/Bakara, 165).     

Emânetin lügat mânâsı "eminlik", "birisine
koruması için bırakılan şey." Eminliğin zıddı, hıyânet; yani, emâneti korumamak,
onu emânet edenin değil de, kendi nefsinin arzu ettiği gibi harcamak. Istılahda,
emânet için birçok mânâlar verilmiş. Bunlar içerisinde en meşhur olanları
şunlar: "Dinî tekliflerin tamamı", "farzlar", "İslâm'ın emirleri", "insana ihsân
edilen her nimet", "arza halîfe olma kabiliyeti", "istikamet üzere bulunmak."

Kur'an güneşinden bir nur: "Allah hiçbir
nefse vüs'atini aşan (güç yetiremeyeceği) bir görev teklif etmez."
(2/Bakara, 286). Bu nefislerden birisi göz; ona işitme görevi yüklenmemiş. Bir
başkası kulak; ona da anlama teklif edilmemiş. Koyun, rûhu tefekkür etmekle,
dağlar ve taşlar da ışık vermekle vazifeli değiller. Her varlığa, yeteneğine
göre bir görev teklif yüklenmiş. İnsan rûhunun diğer varlıklardan önemli bir
farklılığı var. Ona cüz'î irâde takılmış ve kendisine verilen vazifeyi yapıp
yapmamada serbest bırakılmış. Zâlim ve câhil oluşunun kaynağı da bu cüz'î
irâdeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...

Emânet, irâde sahibine verilir. Kasaya
koyduğunuz para için, "paramı kasaya emânet ettim" demezsiniz. Demek ki, cansız
eşya emânete muhâtap olamıyor. Melekler de onlardan pek farklı değil. Onların
görevlendirilmeleri teklif ile değil; emir iledir. Emânetle ilgili âyet-i
kerîmede (33/Ahzâb, 72) emânetin göklere, yere ve dağlara "teklif" değil; "arz"
edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülemezdi. Arzetmekte
bir başka mânâ vardır. Hani bir padişah, huzuruna çağırdığı bir askerine bir
vazife arzeder. Meselâ, ona "sen kâtiplik yapabilir misin?" diyebilir. O nefer,
padişahından özür dileyerek, "maalesef benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi
canla başla yerine getirirdim" der. Bu emir (daha doğrusu arz), "bana bir su
getir" demeye benzemez. Suyu her nefer getirir, ama kâtipliği herkes yapamaz.

Emânetle ilgili âyette de Cenâb-ı Hak,
göklerden, yerden ve dağdan vazife istemiş. Onlara bir emânet arzetmiştir. Bu
arzedişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu görevden kaçınmalarını da bir
isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara arzedilen vazife, onların yetenekleriyle,
sermâyeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın
yaratılış keyfiyeti, ona takılan cihazlar, verilen kabiliyetler, bu görevi
yapmasına uygundur. nitekim, göklerin çekindiği bu emâneti o yüklenmiştir. Nedir
bu vazife? (...) "Ben nasıl bu evi yaptım, yapmasını biliyorum, görüyorum, onun
sahibiyim, evimi idare ediyorum.  Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası
var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder..." İşte bu ve benzeri nice
mukayeseleri yaparak Allah'ın sonsuz sıfatlarını, şunuâtını (icraat ve işlerini)
bilme vazifesini gökler, yer ve dağlar yüklenememişlerdir; kendilerinde bunu
yapabilecek yetenek bulunmadığı için...

Bu âyet-i kerîme ile (33/Ahzâb, 72) insanın
semâlardan yüksek olan önemi ve kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî görevi beyan
edilerek, insanoğluna küçük şeylerin peşinde koşmaması tavsiye edilmekte. Aksi
halde, kendisine verilen yetenekleri yerinde kullanmayarak onlara mânen
zulmedeceği ve cenneti bırakıp cehennemi satın alacağı için de câhil olacağı
ders verilmekte, ihtar edilmekte.

İnsanın yeteneğinde cüz'î irâde de vardır
demiştik. İşte insan, bu irâde ile "ben" diyebilmekte ve yukarıda bir örneği
verilen mukayeseleri yapabilmektedir. "Ben" diyemese "O" da diyemezdi. "Ben"
diyebilmek büyük bir nimet olduğu gibi, müthiş de bir imtihan. Sonu zâlim ve
câhil olmaya çıkabilecek bir çetin soru. İşte gökler, yer ve dağlar bu "ene"
imtihanından, yani "ben" demekten sakınmışlar... Nitekim, zaman da onları haklı
çıkarmış ve "ben" diyenlerin çoğunun "O" diyemediği, nefsine mağlûp olarak
enâniyete/egoizme düştüğü, gururda boğulduğu, Rabbini, Hâlikını, Mâlikini
unuttuğu görülmüştür. Ve çoğunluk böyle olduğu için ki, Cenâb-ı Hak, insan için,
"zâlim ve câhil oldu" buyurmuştur. Bu, bütün insanların değil; çoğu insanların
böyle oldukları şeklinde anlaşılmalıdır. Gerçekten de "ben" diyebilmek çoğu
insana pahalıya malolmuş durumda. Ama gel gör ki, ondaki nefsî lezzet hakikate
perde oluyor ve insanlar o zehri seve seve içiyorlar. (3)