Fecir | Konular | Kitaplar

VEHHAB

Yeni Sayfa 1



﴿



اَلْوَهَّابُ ﴾
VEHHÂB



Bu isim, Kur'an-ı Kerîm'de birkaç yerde geçmektedir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:



"Yoksa güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan (Vehhâb olan) Rabb'i­nin
hazineleri onların yanında mıdır?"[1]



"Rabb'imiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve
ya­nından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok (Vehhâb) olan sensin
Sen."[2]



Süleyman (a.s.)'ın şöyle dua ettiğini haber verirken şöyle buyurur:



"Rabb'im, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü
bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin (Vehhâb olansın)."[3]



Mevhib, Mevhibe ve Vehhâb isimleri, bahşetmek, armağan et­mek, karşılıksız
vermek ve ihsanda bulunmak gibi anlamlara gelen "ve-he-be" kökünden
türemektedirler. Aynı kökten türeyen îhâb, hibe edileni ka­bul etmek; el-istihâb,
hibe etmesini istemek demektir.



Bu isim Allah hakkında, kapsamlı ve geniş bağışa; hiçbir karşılık bekle­meksizin
ve hiçbir amaç gütmeksizin zorlanmadan daima vermek anlamına gelir. Oysa O'nun
dışında bağışta bulunan herkesin dünyevî veya uhrevî, er veya geç bir amacı ve
çıkarı vardır. Bu yüzden mutlak hibe, yalnız Allah için geçerli olup, bu sıfatın
O'ndan başkası için kullanılması doğru değildir. Zira hibeler, dünyada ve
âhirette hiçbir kesintiye uğramadan ve tükenmeden daima Allah'tan kullarına
doğru akar. Allah'tan gelen hibeler, bu şekilde son­suza dek artarak devam eder.
Vehhâb ismi, Allah'ın bütün fazlını, ihsanını, keremini, geniş mülkünü ve
adaletini kapsar.



İbn Arabi der ki: "İslâm âlimleri bu ismin Allah'ın zatî sıfatlardan mı yoksa
fiilî sıfatlardan mı olduğu konusunda ihtilafa düştüler. Bu ismi Allah'ın zatî
sıfatı olarak kabul edenlere göre hibe, hibe edenin "sana verdim" veya "sana
hibe ettim" şeklindeki sözüdür.  "Yerde olanların tümünü sizin için yaratan
O'dur."[4]
âyeti Allah'ın hibe sözüne işaret etmektedir. Dolaysıyla hibe, söze
dayanmaktadır. Bu yüzden zatî sıfatlardan sayılmalıdır. Ancak onların bu
iddiaları doğru değildir. Çünkü hibe edenin "sana hibe ettim" sözü, hibeyi haber
vermek veya hibe etmeyi emretmek içindir. Oysa hibenin aslı, kula ulaşan ve ona
yarar sağlayan şeydir. O halde hibe, bir fiildir. Bu fiilin Allah'ın emriyle
gerçekleşmesi, tıpkı diğer fiillerin Allah'ın "Ol!" emriyle gerçekleşmesi
gibidir. Bu isim (Vehhâb) hibeye, hibeye muhtaç olana (kul) ve hibe edene (Vehhâb
olan Allah'a) işaret etmektedir."



el-Hattâbî ise bu isim hakkında şunları söyler: "Hibe ettiği şeyler çok çe­şitli
olmadıkça, daima fazla vermedikçe ve bağışı devam etmedikçe Vehhâb adı hak
edilmez. İnsanlar ancak sahip olabildikleri mal ve erzakı hibe ola­rak
verebilirler. Dolaysıyla onların hibe etme güçleri sınırlıdır. Bu yüzden hastaya
şifa, kısır olana çocuk, dalalette olana hidayet, sıkıntı ve belâda olana
esenlik ve afiyet veremezler. Oysa Allah, bütün bunları vermeye ve hibe et­meye
kadirdir. O'nun cömertlik ve merhameti bütün varlıkları kuşatmıştır. O'nun bağış
ve hibeleri asla kesintiye uğramaz. İyilik ve ihsanı süreklidir."[5]



Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî de der ki: "Allah'ın hibe ve vergisi, herhangi bir
nimet ve iyiliğe bağlı olmaksızın gelendir. O'nun hibe ve vergisinde hiçbir acı
ve zarar bulunmaz. İçinde acı, zarar veya zorluk bulunan nimet ve iyilikler hibe
sayılmaz. "…ve yanından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan
sensin sen"[6]
âyetinin anlamı budur. Allah bu âyetle salih kulla­rına nasıl ibadet ve dua
etmeleri gerektiğini, içinde bir zorluk ve zararın bu­lunmadığı nimet ve
ihsanının nasıl isteneceğini, inkarcıların sapıklığını arttır­mak için Allah'ın
kendilerine üst üste verdiği iyiliklerden (istidrâc)den nasıl korunmak
gerektiğini öğretmektedir. İnkarcıların istidracı, görünürde bir iyilik ve ihsan
olmasına karşın gerçekte kendileri için bir zarar ve helaktir. Oysa Allah'tan
içinde hiçbir zarar ve acı bulunmayan, kesintiye uğramayan, eksil­meyen ve
değişmeyen hibe ve bağışı istenmelidir."[7]

 




[1]
     Sad,

9.






[2]
     Âl-i İmrân,

8.






[3]
     Sad,

9.






[4]
     Bakara,

29.






[5]
     Beyhakî, a.g.e., s. 

76.






[6]
     Âl-i İmrân,

8.






[7]
     Kurtubî, a.g.e.,

1/


395-396.