Fecir | Konular | Kitaplar

8- Zarûret ve İhtiyaç

8


8- Zarûret ve
İhtiyaç:

Fâizi yaygın hale getiren dolambaçlı yolların ve
gayrı samimi görüşlerin başında hiç şüphe yok ki, zarûret ve ihtiyaç formülü
gelmektedir. En âliminden en câhiline kadar herkes bu formüle rahatlıkla akıl
erdirebilmekte ve diğer yollara nazaran bu usulle kendini daha çok
kandırabilmektedir. Bu da fâiz ve ribâ meselesinin özünden kaçmaya ve üstüne
varmamaya sebep olması bakımından ilim ve fikir yönünden gâyet zararlı sonuçlar
doğurmaktadır. Bazı âyetlerin mânâlarını özetleyen "zarûretler, haramları mubah
kılar" kaidesi gerçekten İslâm'da önemli bir esastır, ama yanlış anlamaya,
yanlış uygulamaya, hatta istismara da son derece müsâittir. Fıkıhçılar,
insanların edindikleri mallar ve temin etmeyi arzuladıkları eşyayı üçe ayırırlar:
Zarûret, ihtiyaç, lüks (zarûriyât-hâciyât-kemâliyât). Bu üç şeyden mûtad, doğal
ve genel olan ikincisidir. Lüks mal ve eşya temin etmek sadece sayıları az olan
zenginler için mümkün olur. İnsanlar için varlığı zarûrî olan mal ve eşya öyle
şeydir ki, o olmadan bireysel ve sosyal hayat varlığını koruyamaz, felç olur ve
işlemez hale gelir. Böyle bir durumda haramlar helâl olur ama bu keyfiyet hem
miktar, hem de zaman olarak zarûretin şiddeti ve müddeti ile sınırlıdır. Yani
bir haram, zarûreti ortadan kaldıracak kadar ve kaldırdığı sürece helâl olur,
yoksa zarûret hali kalkmış da ihtiyaç hali devam ediyorsa, bu durum haramı helâl
kılmaz. Mubah ve helâl her türlü çareye teşebbüs edildiği ve her çeşit tedbir
alındığı halde zarûret hali hâlâ ortadan kalkmıyor ve haram olanı işleme yegâne
çare ve tek alternatif olarak ortada kalıyorsa, ancak bu vaziyette sınırlı
olarak haram şeyler helâl olabilir. Kısaca zarûret hali tam mânâsıyla bir
çaresizlik halidir. Başka bir ifâde ile domuzun etinin yenilmesini, şarabın
içilmesini câiz ve mubah kılan zarûret hali ne ise ribâ almayı câiz kılan
zarûret hali de odur. Zira tefeciliğin ferdî ve sosyal zararı, domuz etini
yemekten de, şarap içmekten de kat kat fazladır. Zarûret hallerine umûmî ve
dâimî hükümler binâ edilemez, edilirse hukuk sistemi kendini inkâr ve yok etmiş
olur.

Söz konusu edilen mânâda bir zarûret halinin
Türkiye şartlarında ribâ konusunda mevcut olması çok nâdir haller dışında kabil
değildir. Zira Türkiye'de tefecilik yapmadığı için ölen veya hastalanan ya da
sakatlanan bir tek kişi yoktur. Kezâ yaşayabilmek için tefecilerden borç almak
zorunda kalanların sayısı çok azdır. Bazı Afrika ülkelerinde ortaya çıkan kıtlık
ve açlık böyle bir zarûret haline misal olabilir ama bu âfetten kurtulmanın yolu
yine de tefecilik değildir. Hırsızlık yapmak için zarûret halini bahane
etmeyenlerin, tefecilik için veya tefecilerden borç almak için bu hali bahane
etmeleri anlaşılır bir şey değildir. Zira nihayet tefecilik de insanları
soymanın, hem de göz göre göre çarpmanın ve vurgunculuk yapmanın başka bir
yoludur. Er-Ribâ isimli eserinde zarûreti bu şekilde anlayan Alâuddin Harûfe bu
noktada kendi açısından son derece haklıdır. Ebû Zehre de aynı görüştedir.

Esas itibarıyla zarûret bu olduğu halde ehl-i
hiyel denilen hileciler bu esası da bir hayli eğip büktükten sonra ribâ yemenin
bir yolu haline getirmişlerdir. Ancak, zarûret esasına dayanıp marâbahacılığa
cevaz verebilmek için bazı kaideler ortaya atmak ve bir hazırlık çalışması
yapmak icap etmiştir. Böyle bir basamak olmadan ve köprü kurmadan zarûret
esasına dayanıp ribâya cevaz vermek mümkün değildir. Mûtad iktisadî faâliyetler
ve tabiî ticarî işlemler sahasından, mûtad ve tabiî olmayana intikal etmek için
kullanılan köprü, daha sonra Mecelle'nin temel kaideleri arasında da yer alan
İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-Nezâir isimli eserindeki şu kaidedir: "İster genel
ister özel olsun ihtiyaç, zarûret seviyesine indirilir." Yani bir şeye ihtiyaç
var, lâkin bunu yapmak şer'an ve dinen haram kılınmış ise, yapılacak şey, evvelâ
bu "ihtiyaç"a "zarûret" adını vermek, sonra da "bu zarûrîdir", diyerek zarûret
haramı mubah kılar kaidesine dayandırıp onu câiz ve helâl saymaktır. Mecelle
şârihi Ali Haydar: "Şâfiî fıkıh kitabı Bâcurî'de Cilâle bahsinde: "Kıyas olan,
her hâcet messeden şeyin cevâzıdır" denilmektedir, diyor (Ali Haydar, a.g.e.
I/88).

Görülüyor ki, bazı hallerde artık zarûretten
bahsetmeye bile ihtiyaç duyulmamaktadır. Şayet ihtiyacı esas alan ve zarûreti
bahsin dışında tutan bu kaide, İslâm hukukunun bir esası haline getirilip,
sistemin bütününe buna göre yeni bir şekil verilebilseydi, muhakkak ki hukuk
çalışmalarını tıkayan ve kapayan kapı açılmış, gerçekçi bir hukuk anlayışına
ulaşılmış olurdu.

"Başka yoldan mesken sahibi olma imkânına sahip
olmayan evsiz bir kimsenin fâizle alacağı kredi ile ev sahibi olması câiz
midir?" şeklindeki bir soruya: "el-Cevap: Câizdir. Zira ev ihtiyaçtır ve bu
ihtiyaç, zarûret hükmündedir. Zarûretler de haramları mubah kılar" şeklindeki
bir cevap hiçbir şeyi halletmez. Zira bu anlayışın ölçü olarak ve ihtiyacın
kıstas olarak kabul edilmesi halinde fâizin câiz olmayacağı hiçbir husus yoktur.
Bir zengin için bir yazlık, bir villa, bir çiftlik ihtiyaçtır ve onun bu
maksatla fâiz almasının pekâlâ câiz olması icap eder. Kaldı ki, bir mesken
gerçekten bir ihtiyaç olsa bile asla varlığı zarûri değildir. Çok zengin
oldukları halde ev satın almayıp devamlı kirada oturanların sayısı az değildir.

Ribâ ve
tefecilik konusunda düşünürken ve konuşurken hiç hatırlanmaması ve telaffuz
edilmemesi gereken kelime "zarûret" lafzı olmalıdır veya bu söz, en sonra
düşünülmeli ve telaffuz edilmelidir. Zarûret esasından hareket edip ribâ ve fâiz
konusuna çözüm getirmeye uğraşan Abduh, Reşid Rıza, Şeltut ve benzeri âlimler
boşu boşuna kendilerini yormuşlardır. Yaptıkları iş, en câhil birinin bile
yapabileceği basit bir işten başka bir şey değildir ve esasen bu, çoktan beri
yapılan ve uygulanan bir şeydir. Ama maalesef zarûret esası, meseleyi halletmeye
değil, hallini tehir etmekten başka bir işe yaramamıştır. Görülüyor ki, zarûret
hükmünde tutulan ticarî ve iktisadî ihtiyaçlar artık devamlılık kazanmakta,
mûtad ve doğal bir hüviyete bürünmektedir. Halbuki tefeciliği daimî kılan ve göz
yumulmasını mâzur gösteren hiçbir haklı sebebin bulunmaması icap eder. (Süleyman
Uludağ, Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergâh Y. İst. 1988, s. 121-163)