Fecir | Konular | Kitaplar

Fetih; Anlam, Mâhiyet ve Önemi

Fetih



Fetih; Anlam, Mâhiyet ve Önemi  



 

Fetih; Müslümanların ülke veya şehirleri i'lâ-yı
kelimetullah amacıyla İslâmiyet'e açmaları, İslâm devleti idaresine almaları
demektir. Arapça'da "açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere
ulaştırma" anlamlarına gelen fetih (feth, çoğulu fütûh, bunun da çoğulu
fütûhât), terim olarak İslâm'da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kelimesine
benzer şekilde, müslümanların gayri müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak
kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından
ayırmak amacıyla kullanılmıştır; kaynağı da müslümanların geçmiş ve gelecekteki
maddî-mânevî zaferlerinden bahseden Feth sûresidir. İslâm sancağı altında Hz.
Peygamber ile sahâbîler tarafından gerçekleştirilen zaferlerle dolu sefer ve
savaşlar için kaynaklarda sık sık bu terime yer verildiği görülür. Ancak burada
kelimenin yalnız maddî yönden fetih mânâsı taşıdığı söylenemez; kelime öncelikle
ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm
mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı
mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Fetih kelimesinin bu yorumu Hz.
Peygamber'in hadislerinden ve Kur'an-ı Kerim'den açıkça anlaşılmaktadır.
Medine'nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm'a kazandırılması hakkında
Rasûlullah'ın, "Ülkeler ve şehirler zorla alınır; Medine ise Kur'an ile
fethedilmiştir" (Belâzûrî, I/6) dediği kaydedilir. Bu mecâzî
kullanımı gösteren Kur'anî delil ise Fetih sûresinin, "Biz sana doğrusu
apaçık bir fetih ihsan ettik" meâlindeki ilk âyetidir. Çünkü bu âyet ve daha
sonra gelen âyetler askerî bir zaferin değil; Mekkeliler'le 6 (628) yılında
yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın arkasından inmiştir. Birçok sahâbî bu
antlaşmayı kendilerini, Hz. Peygamber'i ve İslâmiyet'i küçük düşürücü mâhiyette
bulmuş ve bu durum onları hoşnutsuzluğa ve hatta itaatsizliğe sevketmişti.
Halbuki Rasûl-i Ekrem, insanların Allah'ın dâvetine en çok barış ortamında kulak
vereceğini bildiği için Mekkeliler'in önerilerini kabul etmişti. Nitekim vahiy
onun bu görüşünü desteklemiş ve Hudeybiye Antlaşması'nı "feth-i mübîn (apaçık
bir fetih)" (48/Fetih, 1) olarak nitelendirmiştir.

Kur'an'ın birçok yerinde fetihle birlikte ondan
türeyen çeşitli kelimelerin geçtiği görülür. Bunlar arasında terimin, savaşla
bir yerin İslâm hâkimiyeti altına alınmasını göstermesinin yanında hüküm ve kazâ
anlamında kullanılmış olması dikkat çeker (32/Secde, 28-29); fâtihîn de
"hükmedenler" anlamını taşımaktadır (7/A'râf, 89). Feth sûresinin 18 ve 27.
âyetlerindeki "fethan karîben" (yakın fetih) ibâresi Hudeybiye
Antlaşması'ndan sonraki Hayber'in fethine, Nasr sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin
10. âyetlerindeki "el-feth" kelimesi ise Mekke'nin fethine işaret
etmektedir. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ
yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.

İslâmiyet'in doğuşu sırasında birbirlerine
düşmanlık besleyen Arap kabileleri Kur'an'ın irşâdı ve Hz. Peygamber'in
terbiyesiyle birleşerek i'lâ-yı kelimetullah için kılıç kuşanan idealist bir
iman ve fetih ordusu haline gelmiş, bu ordu sâyesinde İslâm'ın tevhid anlayışı
nereye ulaşmışsa o topraklar çeşitli ırk, din ve mezheplerin korunma imkânı
bulduğu bir sığınak olmuştur. Böylece müslümanlar, belli bir prensip ve amaç
uğruna giriştikleri cihadla yeryüzüne barış, adâlet ve fazilet getirmişler,
adâlete ve eşitliğe dayanan bir ictimâî âhenkle fethedip idareleri altına
aldıkları yerlere tek İlâh fikrinin ve imanının huzurunu da taşıyarak yeni bir
dünya düzeninin müjdelerini vermişlerdir. İslâmiyet, cihad ve onun tabiî sonucu
olan fetihlerle müslümanların hâkimiyetine geçen ülkelerin halkının İslâm dinini
kabul etmeye zorlanmasını doğru bulmaz. Bu husus Kur'an âyetleriyle sâbittir:
"Dinde zorlama yoktur" (2/Bakara, 256; ayrıca bk. 10/Yûnus, 99; 18/Kehf,
29). Fethedilen yerlerdeki insanlar, müslüman olma veya cizye ödemek şartıyla
eski dinlerinde kalma hürriyetine ve her iki durumda da İslâm devleti hâkimiyeti
ve himâyesi altında yaşama hakkına sahiptiler. Bu esas, Hz. Peygamber'in Tevbe
sûresinin 29. âyetine dayanarak Tebük Gazvesi sırasında uyguladığı cizye usûlü
örnek alınmak sûretiyle ilk fetihlerden itibaren değişmeyen bir prensip halinde
benimsenmiştir. Cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girmeyi kabul edenlere din
ve vicdan hürriyeti tanınıp mâbedlerine dokunulmadığı gibi ibâdetlerine de
karışılmamıştır. Müslümanlar fethettikleri yerlerde yaşayan insanları, daha
önceleri pek çok yerde yapıldığı gibi, öldürme veya köleleştirme yoluna
gitmemiş, kendilerine İslâm tebliği ulaştıktan sonra ileride ihtidâ edeceklerini
umdukları için onları zimmî statüsüne almayı daha doğru ve insanî bulmuşlardır.
Hz. Ömer'in Suriye genel vâlisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh'a gönderdiği tâlimâtın son
kısmı bu bakımdan dikkat çekicidir: "Allah'a yemin ederim ki, eğer bu arâziler
sahipleriyle birlikte müslümanlara paylaştırılırsa geriden gelecek müslümanlar
ve zimmîler konuşacak bir insan dahi bulamayacakları gibi emeklerinin ürünü iş
ve kazançlarından da faydalanamazlar; arâzileriyle birlikte taksim edilen
insanlar ise müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürülürler. Sonuçta bizden sonra
da çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam
eder. Böylece bu insanlar İslâm dini hüküm sürdükçe müslümanların kölesi
kalırlar. Ben buna asla râzı değilim." (Ebû Yûsuf, el-Harâc, II/197-203).



 

Bazı şarkıyatçılar ve hıristiyan yazarlar, İslâm
fetihlerinin insanları kılıç gücüyle din değiştirmeye zorlama amacını taşıdığı
iddiâ etmişler ve müslümanları bir ellerinde kılıç, diğerinde Kur'an olduğu
şeklinde tanımlamışlardır. İslâmiyet'in, ilk döneminden bugüne kadarki
yayılışının daha çok hıristiyanlığın aleyhine olduğu bilinen bir gerçektir;
dolayısıyla bu din mensuplarından gelen ithamların ciddiye alınması doğru
değildir. Müslümanlar insanları tevhid inancına dâvet etmişler ve bu uğurda
büyük gayret göstermişlerdir; ancak, kimseyi zorla İslâmiyet'e sokmamışlardır.
Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm'a katılmalar tâkip etmiş ve
bu katılmalar, mühtedîlerin İslâm'ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve
tercihleriyle gerçekleşmiştir. Mısır'ın fethine iştirak etmiş olan Ziyâd bin Cez
ez-Zübeydî'nin anlattıkları, müslamanları fetihlerden sonra nasıl davrandığını
en güzel şekilde ortaya koymaktadır: "... Elimizdeki Mısırlı savaş esirleriyle
birlikte toplandık; hıristiyanlar da geldiler. Biz her esiri, İslâmiyet'i veya
hıristiyanlığı tercih etmesi husûsunda serbest bıraktık. Birisi İslâm'ı seçtimi
biz fetih sırasındakinden daha kuvvetli bir sesle tekbir getiriyor ve onu
yanımıza alıyorduk. Hıristiyanlığı seçenler olunca da hıristiyanlar bağırarak
onu yanlarına alıyorlardı; biz de cizyesini bağlıyor, ancak buna sanki içimizden
biri onlara katılmış gibi çok üzülüyorduk..." (Taberî, Târih I/2582-2583).



İslâm fetihleri devletin sınırlarının
genişlemesini sağlamakla birlikte, gayri müslimleri zorla müslüman yapmayı hedef
almıyor, onları yalnızca İslâm devletinin himâye ettiği insanlar statüsüne
sokmakla yetiniyordu. Bir başka ifade ile, onların zorla müslüman olmalarını
değil; İslâm'a tâbi olmalarını, İslâm'a girmeden Allah'a itaat etmelerini
sağlıyordu. Çünkü zorla dine girenlerin müslümanlığından kendilerine de İslâm
ümmetine de bir hayır gelmeyeceği, ayrıca insanları ölümle tehdit ederek
müslüman yapmanın münâfıklığı körüklemekten ve toplumdaki münâfık sayısını
arttırmaktan başka bir sonuç vermeyeceği biliniyordu.

Fetihler sonucunda İslâm devletinin himâyesi
altına alınan insanlar, hem İslâm'ın sâfiyet ve ulviyetini müşâhede etmek, hem
de tevhid potasında temizlenip sevgi, adâlet, merhamet, insaf ve iman sahibi
olmuş müslümanları tanımak sûretiyle doğrunun eğriden, güzelin çirkinden,
tevhidin şirkten farkını müşahhas bir şekilde idrâk etme imkânına kavuşmuşlar,
dolayısıyla da memleketin yeni sahiplerinin müsâmahakâr, eski idarecilerle kıyas
kabul etmeyecek derecede adâletli, insaflı, insan hak ve haysiyetine saygılı
olduklarını bizzat görmüşlerdir. Böylece Allah'ın rızâsı yolunda girişilmiş olan
ve "yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din de tamâmen Allah'ın oluncaya kadar"
(8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193) kâfirlerle yapılan cihad i'lâ-yı kelimetullahı
gerçekleştirmiştir. Fethedilen yerlerde Allah'ın adı okunan ezanlarla, Kur'an
hükümlerinin uygulanmasıyla, dinin esaslarının ve yüceliğinin yayılmasıyla,
zâlim idârecilere son verilip İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesine engel
olanların saf dışı bırakılmasıyla ve hak, adâlet ve iyilik yapma ilkeleri
üzerine kurulan, insanın insana değil; yalnız Allah'a kulluk ettiği bir idâre
sisteminin getirilmesiyle yüceltilmiştir. Buralarda yaşayanlar, kendilerine
hiçbir müdâhalede bulunulmaksızın şahsî irâdeleriyle İslâmiyet'i kabul etme
imkânına kavuşmuşlardır. İslâmiyet'i kabul etmeyenlerden ise yahûdi, hıristiyan
ve mecûsiler kendi dinlerinde kalmışlardır; çünkü "hidâyet Allah'tandır."
(10/Yûnus, 99; 88/Ğâşiye, 21-22; 13/Ra'd, 27).

İslâm fetihlerinin esas gâyesi i'lâ-yı
kelimetullahtır. Nitekim Hz. Peygamber'e, Allah yolunda olan kimdir? Ğanîmet
kazanmak için harp eden mi, cesâretiyle şöhret kazanma amacında olan mı, yoksa
kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi?" diye
sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Hiçbiri değil; Sadece Allah'ın adını
yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır." (Buhârî, İlim 45, Cihad 15,
Tevhid 28; Müslim, İmâre 149-151). İslâm futûhat tarihinde önemli bir yere sahip
olan Türkler'e Oğuz Destanı'nda hedef gösterilen, "büyük nehirlere ve büyük
denizlere varma" şeklindeki "kızılelma" da, bu ulusun müslüman olmasından sonra
yeni bir şekle dönüşmüş ve "i'lâ-yı kelimetullah" halini almıştır.

Şarkıyatçılar, Kur'an hükümlerinin yeryüzünde
hâkim kılınması ve İslâm dâvet ve tebliğine engel olan unsurların ortadan
kaldırılması için yapılan cihad ve bunun sonucunda gerçekleşen fetihlerle,
insanların kendi istekleri doğrultusunda İslâmiyet'i benimsemeleri arasındaki
farkı anlamamışlar veya anlamaz görünmeyi tercih etmişlerdir. Müslümanların
fethettikleri yerlerde bugün dahi varlıklarını sürdüren gayri müslimlerin
bulunduğunu gören bazı şarkıyatçılar ise İslâm fetihlerinin en büyük hedefinin
ğanîmet ve maddî menfaat elde etmek olduğunu ileri sürmüşlerdir. İslâm
fetihlerinin başarı sebepleri arasında tarihî, coğrafî, siyasî, askerî ve
iktisadî birçok unsurun bulunduğunda şüphe yoktur. Özellikle savaşlardan sonra
ele geçirilen ğanîmetler, zimmî statüsüne giren gayri müslimlerin ödedikleri
cizye ve Hz. Ömer'in ğanîmet statüsü dışına çıkararak yerli halkın elinde
bıraktığı topraklardan alınan haraç, müsteşrikler tarafından fetihlerin önemli
bir muharrik unsuru olarak gösterilmektedir. İslâm dini, ğanîmetler ve vergiler
konusunda son derece gerçekçidir. Savaşlardan sonra elde edilecek ğanîmetlerin
nasıl dağıtılacağı husûsu, hicretin ikinci yılında Bedir Gazvesi'nden sonra
nâzil olan Enfâl sûresinin 41. âyetiyle bir esasa bağlanmıştır. Cizye ve harâcın
nasıl paylaştırılacağını ise Hz. Ömer kurduğu divan teşkilâtının yardımıyla
tesbit etmiş ve fey gelirlerinin Haşr sûresinin 7 ve 10. âyetlerine istinâden,
İslâm'a yaptıkları hizmetlere göre bütün müslümanlara dağıtılması usûlünü
getirmiştir. Fetih sûresinde müslümanlara ğanîmet vaad edilerek
ödüllendirilecekleri beyan edilmiş (48/Fetih, 19), Hz. Peygamber de, bazı
yerlerin fethedileceğine ve müslümanların ğanîmet elde edeceklerine dair
söylediği, "Kisrâ ve Kayser'in hazineleri de Allah yolunda taksim
edilecektir" (Buhârî, Cihad 157) gibi hadislerle planlı bir fetih hareketini
hedef göstermiştir. Bununla birlikte ğanîmet İslâm fetihlerinin sebebi değil;
bir sonucudur. Çünkü İslâm'da ğanîmet ele geçirmek, bir soyun hâkimiyetini veya
bir ırkın galebesini sağlamak, yahut şan ve şeref elde etmek maksatlarıyla savaş
yapılması câiz görülmemiştir.

İslâm fetihlerinin en bâriz özelliği devamlı ve
kalıcı olmalarıdır. Hıristiyan taassup ve barbarlığı ile Haçlı zihniyetinin emri
altına giren engizisyon mahkemelerinin sekiz asra yaklaşan Endülüs'teki İslâm
hâkimiyetini sona erdirmesi ve 200 yıldan beri modern Haçlı zihniyetiyle Rumeli
ve Balkan müslümanlarının yerlerinden sökülüp atılmalarına yönelik günümüzdeki
katliamlar bir tarafa bırakılacak olursa, tarih boyunca fetihler sonucunda ele
geçen ve İslâm'a açılan toplarlarda bugün de hâlâ müslüman ulus ve devletlerin
yaşadıkları görülür. Bu gerçek, İslâm fetihlerinin geçici değil; devamlı, kalıcı
ve aynı zamanda çok tesirli ve köklü olduğunun açık bir delilidir. Bu durum,
tevhid akîdesini esas alan ve fıtrî bir din olan İslâmiyet'in taşıdığı
ehemmiyetle müslümanların fethettikleri yerleri en iyi şekilde yönetmelerinin
bir sonucudur. İslâm'a sonradan açılan topraklara müslümanların yerleştirilmesi,
mevcut şehirlerin imarının yanında yenilerinin kurulması, çeşitli İslâm
müesseselerinin hayatı daha iyi yaşanır hale getirmesi, başta Kur'ân-ı Kerim
öğretimi olmak üzere dinî ilimlerin ve İslâm kültürünün yaygınlaştırılması,
günlük hayatın ihtiyaçlarına cevap verecek ticarî ve iktisadî faâliyetlerin
kesintisiz sürdürülmesine imkân tanınması gibi hususlar bu bölgelerin
İslâmlaştırılmasında önemli rol oynamıştır. Gerek kılıçla, gerekse barış yoluyla
fethedilen memleketlerin sâkinleri, herhangi bir zorlamaya mâruz kalmadıkları
halde âdeta birbirleriyle yarışırcasına müslüman olmuşlardır. Çünkü onlar
İslâm'ı, onun kitabı Kur'an'ı, Hz. Peygamber'in yüce kişiliğini ve sünnetini
müslümanların şahsında müşâhede ederek sevmiş ve benimsemişlerdir. Müslümanlar
da fethettikleri yerlerde zimmî statüsüne giren çeşitli inançlara mensup her
sınıf, cins, renk ve ırktan gayri müslimi, "Sizin dininiz size, benimki bana"
(109/Kâfirûn 6) âyeti uyarınca can, mal, ırz ve nâmusları ile ibâdet ve
mâbedlerine hürmet etmek sûretiyle Allah'ın yarattığı birer varlık olarak
karşılamıştır. Sevgi, adâlet, merhamet ve insafı aziz tutup İslâm sulh ve
selâmetini bütün dünyaya yaymaya ve uygulamaya çalışarak sonuçta bu dini
cihanşümul/evrensel bir hale getirmişlerdir.

İslâm dünyasında gerçekleştirilen fetihlerle
ilgili çok zengin bir literatür bulunmaktadır. Başta İbn Cerîr et-Taberî'nin (ö.
310/923) eseri olmak üzere, kronolojik esaslara göre kaleme alınmış tarih
kitaplarından başka, bir şehir veya bölgenin fethine dâir müstakil kitap ve
risâleler de yazılmıştır. Sâlih Ahmed el-Alî, ilk dört asırdaki İslâm
fetihlerini anlatan ve İbnü'n-Nedim'in Kitâbü'l-Fihrist'inde yer alan Arapça
eserleri toplayarak F. Rosenthal'in A History of Muslim Historigraphy (Leiden
1968) adlı kitabından Arapça'ya yaptığı tercümede bir araya getirmiştir
(İlmü't-Târih Inde'l-Müslimîn, s. 283-287). Hicretin ilk üç asrında
gerçekleştirilen İslâm fetihleriyle ilgili en kıymetli eser, başta bir yerin
barış veya savaş yoluyla ele geçirilmesine dair haberler ve buna bağlı olarak
muâhedelerle belirlenen cizye ve haraç miktarlarını zikreden, arkasından da
fetihlerden sonraki imar ve iskân faâliyetlerine ve yapılan câmilere, iktâ
edilen veya mera haline getirilen topraklara âit rivâyetlere yer vererek
İslâmlaştırmaya âit bütün gelişmeleri anlatan Belâzûrî'nin (ö. 279/892-893),
Fütûhu'l-Büldân'ıdır. Türk müslüman devletleri geleneğinde ise yine tarih
kitaplarının yanında gazânâme, gazavâtnâme, fetihnâme, zafernâme gibi adlarla
çok zengin bir literatür meydana getirilmiştir.[1]                  



Fetih sözcüğü, açmak anlamından ayrı olarak,
kapalı bilgilere açıklık kazandırma, öğretme ve bilgilendirme, yardım
etme/gönderme, kapalı/belirsiz işleri açığa çıkardığı için karar/hüküm verme ve
kapalı bir kapıyı açtığı için zafer anlamlarına da gelir. Şu halde fetih
sözcüğü, hem maddî, hem de mânevî açmalar/açılımlar için kullanılabilmektedir.




 




[1]
Mustafa Fayda, TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 12, s. 467-470