Fecir | Konular | Kitaplar

Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları? .

Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları



Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları?



 

İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i
takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır (2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4). Bu
kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan
aşağı seviyeye düşmüştür (95/Tîn, 5; 7/A'râf, 179). Peki, müslümanların hepsi,
Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; "Allah yanında sizin en
üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." (49/Hucurât,
13) buyrulurken, Nisâ sûresinde; "Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri,
oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı." (4/Nisâ, 95)
buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: "Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39/Zümer, 9). Demek ki bilenler, yani
âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı
şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur'an'a göre
kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz:
Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad
rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.

Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada,
cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde
birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da
terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik
düzenin destekçisi Bel'am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez.
Çünkü Allah "Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar."
(35/Fâtır, 28) buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah'tan,
daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim;
öğrenen kişi de âlim değildir.

Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü,
bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda
kullanabilen kimsedir.

Bugün İslâmî çalışma yapanların
başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın
sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle
ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi
yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine
gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu
ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm'ı ketmetmekte/gizlemekte,
kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi
tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını
da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da
bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.

Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli
engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya
çıkmaktadır. Kur'an'a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların
aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl
mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı:
İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz'af
kalabalıklar.                       

Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa
yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler,
İslâm'ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman
tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke
gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke'nin fethi; en büyük
fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke'nin, Medine'nin, Tâif'in, Hayber'in,
tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O'nun öğrencileri, O'nun izini tâkip
ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti.
Fetihler, Mekke'nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de  Peygamber'e
benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne
kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de
olamaz. Başlarında büyük fâtihin (Rasûlullah'ın) izini tâkip eden yöneticiler
olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile
imhâ edilen topraklar olacaktır.

Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek.
Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah'ın hâkimiyetine boyun
eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi "lâ" süpürgesiyle temizleyip "illâ
Allah"ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde
olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her
çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her
an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini
fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen
kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki
kalp yaratmadığı için (33/Ahzâb, 4), bir kalp ya Allah'a tahsis edilmiştir, ya
da başka bir şeye. Kalp Allah'a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur (50/Kaf,
16; 8/Enfâl, 24). Böyle bir kalp artık Kâbe'ye, bu mukaddes evin bulunduğu
Mekke'ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke'mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan
temizlemiş oluruz. Mekke'nin şehirlerin anası (6/En'âm, 92) ve dünyanın merkezi
olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir;
insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.

Allah'tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah'ı sever
gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun,
hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar
tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke'nin fethini, ne de
başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi
değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı
fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâbe'deki putları
deviren en büyük fâtih Rasûlullah'ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de
içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde,
çevremizde...

Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış,
ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen  erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle
işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile
anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret
ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile
şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık,
istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır.
Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem
verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde
saraylar aramaya kalkmak demektir.