Fecir | Konular | Kitaplar

İslâm, Ülkeleri Kılıç Zoruyla Alarak Değil; Gönülleri Fethederek Yayılmıştır

İslâm

İslâm, Ülkeleri Kılıç Zoruyla Alarak Değil;
Gönülleri Fethederek Yayılmıştır

Peygamberimiz (s.a.s.), yalnız ve yalnız
kendisine veya İslâm'a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm
düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından
onlara yardımda bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm'ın
gerçeklerini evrensel bir şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle
barış içinde yaşayan kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir
şahsiyettir, o âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm
da bir anlamı barış olan dinin adıdır.

"İslâm" kelimesi, anlamı barış demek olan "silm"
kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında
savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler tarafından
yadırganabilir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir
kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek
başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya
devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan
döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah da, bu
iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu isbat etmektedir.

Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri
hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin
yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem
yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler üzerinde etkili
oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların
mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef edinirler. Özellikle İslâm
dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların
varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur'an'a dayandırılması gerekir. Din
inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları müddetçe dinin savaşlara sebep
olduğu söylenemez.

İslâm düşmanları, İslâm'ın silâh zoruyla
yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu, ya gaflet ve cehâletle veya kasıt ve
ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır. Kur'an'da saldırı
savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır.
Bilakis, müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış
kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da
savaşa son verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere
iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir (2/Bakara, 190-194;
60/Mümtehıni, 8-9).

Savaşın sebebi, bütünüyle müslümanlara yapılan
haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, İslâm toplumuna düşmanlık
ve haklarına tecâvüz olmaksızın, sırf İslâm dinini inkâr etmesi nedeniyle bir
ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları olmuştur. Bu
hukukçulara göre, o ülkenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce onlara üç şey
teklif edilir. Önce müslüman olmaları istenir ve İslâm'ı kabul ettikleri
takdirde mal ve canlarını kurtaracakları; bundan böyle müslümanlarla aynı
statüye kavuşacakları söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi
dinlerinde kalabilecekleri, fakat müslümanların hâkimiyetine girip cizye
vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da kabul etmedikleri takdirde,
kendileriyle savaşılacağı bildirilir. Bu barış seçeneklerini kabul etmedikleri
takdirde de kendilerine savaş açılır.

Diğer bazı hukukçular ise, İslâm dininin,
vatandaşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabiceğini
söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, İslâm'ın evrensel bir din oluşunu ve
Peygamber'in, İslâm dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş
olmasını görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne öncekiler ve ne de bu
görüşte olanlar, İslâm dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar. İnsanların bu
dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklarını ve istemezlerse
inanmayacaklarını belirtiyorlar.

Birinci grup, müslüman olmayan yönetimlerin,
vatandaşlarının, İslâm'la karşılaşmalarına ve müslüman olmalarına engel
olacaklarını ileri sürerken; ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış olmasını
şart koşarlar. O halde ikinci gruba göre, inançların ifade edilmesine ve
insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak
bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir. Birinci gruba mensup olanlar: Küfür
bizâtihî büyük bir cinâyettir. Bu cinâyetin devamına göz yumulamaz. Bu sebeple
fırsat bulunduğunda, müslüman olmayanlarla savaşmak gerekir, derler. Halbuki
küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zâten o ülke toprakları, İslâm
ülkesine katılacak olsa bile isteyen, kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kur'an,
inanç konusunda bir dayatmanın olamayacağını açıkça ifâde etmektedir.

Düşman ülkenin sınırına varıldığında, onlara üç
şeyin teklif edilmesi meselesine gelince; bunlar, savaş sebebi oluştuktan sonra
yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce müslüman olmaları teklif edilir.
Bunu kabul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla müslüman ülkenin
vatandaşı olmaları istenir; bu iki teklifi kabul etmedikleri takdirde
kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra yapılan
bu tekliler de, İslâm'ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama savaşın
sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse, savaştan başka
yol kalmadığından dolayı savaşa başvurmak câiz görülmüştür.

Tebliğ için savaşın câiz olacağı meselesine
gelince; dinin ulaştırılmasında tâkip edilecek metot şu âyette açık bir şekilde
ifade edilmektedir: "Hikmetle, güzel öğütle, Rabbinin yoluna çağır ve onlarla
en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilen
O'dur ve O, hidâyete tâbi olanları/yola gelenleri de en iyi bilendir." (16/Nahl,
125). Savaş, bu âyette zikredilen hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücâdele ile
de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde savaşın nedenleri zikredilmektedir ve bunların
hiçbirinde İslâm'ın, savaşılan ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep
olan bir unsur şeklinde zikredilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına
başvurmak yeterlidir. Ulusların birbirleriyle ilişkileri, herhalde savaştan
ibâret değildir. Din dâvetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin
tebliğ edilmesi için uygun vâsıtalardır. Bu araçlar mümkün değilse, mümkün
olanlarıyla yetinilir. Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin
ortalarındaki bölgelere ve daha başka bölgelere, müslüman tüccarlar kanalıyla
İslâm yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları
bölgelerde yaşayan müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde
yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz.
Gerçi müslümanların savaştıkları bölgelerde de, sözkonusu savaşların, durup
dururken yapılmadığı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda
bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih boyunca müslümanların bu konuda hiçbir
hata işlemediklerini söylemek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma
savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin
tarihi, bu konuda İslâm'ın tarihi kadar temiz değildir.

İslâm'da cihad ve kıtâl, bir savunma savaşı
olduğundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim'de savaşa katılmayanlar şiddetle kınanmıştır.
Çünkü cihada katılmayanlar, kendi toplumlarını ve vatanlarını savunma görevini
yerine getirmemekte, esâret içerisinde bir hayatı, özgür bir hayata tercih
etmektedirler.

Dinin tebliği için gerektiğinde savaşılacağını;
çünkü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğunu ve bu peygamberliğe
insanların muhâtap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini ileri süren
hukukçuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli değildir. Çünükü
günümüz açısından mesele değerlendirildiğinde, dinin tebliğ edilmesi için başka
ülkelere gitmeye gerek yoktur. Zaten günümüzde müslümanlar, dünyanın her
tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur.
Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun.

[1]

İslâm savaşları, suçsuz halka saldıran, malları
yok eden, atom bombalarıyla herşeyi harap eden, binaları yıkan, tabiatı bile
kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına bütünüyle zıttır.
Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen güçlünün zorbalığından
ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda olduğu kanunlar, İlâhî bir
kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin zorbalara karşı savunmasının
hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek ve müstaz'afların zâlim
müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma mücâdelesini gerçekleştirmek ve
hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. "Biz ise diliyoruz ki, o yerde
za'fa uğratılanlara (müstaz'aflara) lutfedelim, onları (hayırda) önderler
yapalım, onları (kâfirlere) vârisler kılalım." (28/Kasas, 5). İslâmî savaş;
sebebi, başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından
tamâmen âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.

Savaştan korkanların herşeye rağmen bir barış
sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir.

İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla
koruyacağız. "Cihad" ve "barış", birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır.
Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim
kılma mücâdelesinin adıdır.

Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir.
İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm dünyada
gerçekleştirmek için İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti gerekmektedir.

Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve
ne de zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini
özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk'a tâbiyiz ve hak sahiplerinin hakkını
savunuruz.

Barış kula, ya da devlete, ya da servete boyun
eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı değildir. nefsinin esiri
olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifade eder. Barış, bir esâret
stratejisi değildir.

İslâm'da barışın teminatı, insanların
birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama olmaması ve
herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir
deklerasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile, meşrû
zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, namuslarını, akıl ve inançlarını,
bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip
bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir
barışın teminadır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır.
Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir.

Fuhşun, alkolün, uyuşturucuların, işretin, kumar
ve öteki ahlâksızlıkların zEbûnu olmuş boş vermiş insanların gerçek anlamda
inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya karşı ise inanca dayalı çözüm
yolları üretmek zorundayız. Belki insanları uyuşturarak barışçı edilgen
topluluklar üretilebilir, ama böyle bir yaklaşımla barış toplumuna ulaşılamaz.
Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak değerlendirilebilir.

İnsanların kendi ideolojilerini dayatmaları ve
başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir başka savaş
türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır olmalıyız.
Müslümanlar kendi içinde ve kendi inanç kardeşleri arasında barışı sağlamak
zorundadırlar. Çünkü Allah ve Rasûlü bizi barışa çağırır. Dinde tartışmaya
girenler ve birbirlerinin ayıbını araştıran ve birbirlerine karşı kötü söz ve
kötü fiil sahipleri korkutucu bir günle uyarılır.

"Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak
savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez."
(2/Bakara, 190). Kur'ân-ı Kerim'den
ve Peygamber'in sünnetinden çıkarılan savaşla ilgili hükümler yakından izlenir
ve incelenirse, savaşa götüren sebebin ve savaş amacının hiçbir şekilde
istemeyenlere İslâmiyeti zorla kabul ettirmek isteği olmadığı ve savaşın zorunlu
bir sosyal sistem olarak ortaya çıkmadığı görülür. Hz. Peygamber'in, daha çok,
saldırıyı önlemek için savaşa girdiği açıkça ortaya çıkar.

İslâm'da savaş, asla dini zorla kabul ettirmek
için yapılmaz. Bu konuda Allah'ın hükmü açıktır: "Dinde zorlama yoktur.
Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır." (2/Bakara, 256). Kur'an,
dinî itaatsizliği yasaklar. İnanca sataşmak, bir şahsa sataşmaktan daha kötüdür.
"Fitne, katilden beterdir." (2/Bakara, 191).

Savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır.
"Kim size saldırırsa siz de ona muKâbele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri
gitmeyin). Allah'tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle/takvâ sahipleriyle
beraberdir." (2/Bakara, 194). Kur'an, mü'minlere saldırmayanları
"kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler" olarak görür. Ama müslümanlara
saldırdıkları anda düşman saflarında yer alırlar: "Allah, sizinle din uğrunda
savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız
sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız
için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte
zâlimler onlardır." (60/Mümtehıne, 8-9)

Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman,
savaşın meşrû görülmüş olmasına rağmen, Kur'an, saldırının ilk işareti görülür
görülmez, hemen savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı bilfiil
başladıktan sonra bile, savaşa meydan vermeden, mümkünse onu durdurmaya
çalışmayı tavsiye eder: "Eğer herhangi bir cezâ ile muKâbele edecek olursanız
ancak size revâ görülen cezânın misillemesiyle yapın. Sabrederseniz, andolsun ki
bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır." (16/Nahl, 126). İşte
oldukça açık yargılar taşıyan bu âyetler ispat etmektedir ki, Peygamber (s.a.s.)
ve ondan sonra gelen erdem sahibi yüce sahâbeler tarafından açılan savaşların
sebebi, bir dâvâyı, bir düzeni veya bir dini, başkalarına zorla kabul ettirmek
değil; aksine, bir saldırının önünü almaktı.

Bir de, karşımıza, önemi hiçbir zaman
küçümsenemeyecek bir mesele çıkmaktadır: İmanı ve kişisel hürriyeti savunan ulu
bir dâvânın adamı için, insanların bu dâvânın varlığından haberdar olmaları çok
önemlidir. Evet! Her insan, çeşitli doktrinler arasında kendisine en uygun
geleni, aklına en çok yatanı, delilleri en kuvvetli olanı seçmekte tam bir
hürriyete sahip olmalıdır. Eğer bir kral veya despot yönetici, halkına baskı
yapar, hakkın/gerçeğin onlara ulaşmasına engel olursa, ulu bir dâvâyı ortaya
atan kimse -şâyet yeterli bir kuvveti varsa- inansınlar veya inanmasınlar bu
yeni mesajı benimseme ve kabul imkânına sahip olabilmeleri için, mesaj ile baskı
altında tutulan insanlar arasında dikilen engelleri kaldırmak yetkisini taşır.




[1]
M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 282-286