Fecir | Konular | Kitaplar

Hoşgörü ve Müsâmaha .

Hoşgörü ve Müsâmaha

Hoşgörü ve
Müsâmaha


Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli
"tolerans"la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir.
Arap dilinde bunun karşılığı "müsâmaha"dır. Kur'an'da hiç geçmeyen bu kelime,
sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü
hadislerinin en ünlüsü: "İsmah yüsmehu lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin."[1]
hadisidir.

İnsanlar arası ilişkilerde hoşgörü, hayatı
kolaylaştırır ve yaşanabilir kılar. Çünkü insan, sürekli hata yapabilen bir
yapıdadır. İnsanların hata ve kusurlarını hoş gören biri, yalnızca başkalarından
da kendisi için hoşgörü bekleme hakkını kazanmış olmuyor, bununla birlikte
hayatı katlanılabilir kılarak yaşamın işkenceye dönüşmesini önlüyor demektir. Ne
ki, insanlar, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları hata ve kusurları hoş
görme hak ve yetkisine sahiptir. Bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş
görmekten söz etmek gülünç olur.[2]

Hoşgörü:
Gücenmeyi gerektiren bir tutum, ya da davranış karşısında tepki göstermeme,
tahammül gösterme halidir. Batıda mezhepler arası çatışmaya karşı çıkmak, ya da
bilim-din tartışmalarında baskıya karşı kullanılan bir kavramdır.

İnsanların farklı umut ve korkulara sahip
olması, farklı ön kabullerinden yola çıkmaları sebebiyle, kaynak, amaç ve yöntem
farklılıklarından her zaman uzlaşma sağlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu
nedenle de birbirlerine karşı hoşgörü ile yaklaşmak zorundadırlar. Hoşgörünün
sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için, ileri sürülen iddianın kaynağının,
bu iddiaya sahip kişinin amacının ve kaynakla amaç arasındaki mantıksal sürecin
aklî delilleri olması gerekmektedir. Yanlış bir hoşgörü anlayışı, hem hoşgörü
sahibi için, hem de hoşgörüye sığınan kişiler için felâketlere kapı aralayabilir
ve kötü alışkanlıklara neden olabilir.

İslâm toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir
temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi de
olmamasına özen gösterilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla
yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret
göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir
ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet
kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da
büyük önem taşır.[3]

Müsâmaha:
Semâhat kelimesinden gelir. Hoş görürlük, kusurlara göz yummak, aldırış etmemek
demektir. Ama bu göz yumulan kusurların İslâm'ın temel esaslarına ve temel insan
haklarına karşı olmaması ve toplumu ifsad edecek davranışın dışında olması
gerekir. Müsâmahadan, beşerî hataların anlayışla karşılanıp, hata sahibini
incitmeden kusurunu tamir etmek veya onun kendisini düzeltmesine imkân vermek
anlaşılmalıdır. Vahyin temel doğruları dışındaki karşıt görüşlere saygılı
olmak, başkalarının da bakış açılarını hesaba katmak, ictihâdî görüşlerine
gereken değer ve önemi vermek, İslâmî müsâmaha ile ilgili gerekliliktir.
Müslüman bireylerin birbirleriyle ve cemaatlerin diğer cemaatlerle İslâm'ın
kesin hükme bağlamadığı ictihada açık hükümlerde ve teferruatla ilgili
farklılıklarda takip etmesi gereken anlayış ve tavır şu olmalıdır: "İttifak
ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi
mâzur görürüz."

Kişiye düşen, hatalarını görüp tevbe ederek
günahta ısrar etmeyip vazgeçmektir. Bir müslüman kardeşi de, bu hataları
müsâmaha ile karşılayıp, tatlı bir yolla emr-i bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker
yapmalıdır. Her çeşit hatalar karşısında hatayı işleyene ve onu gören kardeşine
düşen hareket tarzı bu olsa gerektir. Cenâb-ı Hakk'ın bizim için açtığı imtihanı
kazanıp hataları maddî ve mânevî terakkîlerin vasıtası kılmanın yolu budur.

Hakikat böyle olduğu halde, kendi grubundan
veya hizbinden, kendi parti ya da cemaatinden olmadığından dolayı müslümana
cephe almak elbette yanlıştır. Yine, farklı metodla hareket etmek veya tâlî
meselelerde –dînen câiz olduğu halde- kendisi gibi düşünmemek kusurundan
(!) dolayı müslümanları itham edip bölünmelere ve düşmanlıklara sebep olmak,
müslüman kardeşine iman ve İslâm gibi, Allah'ın her şeyden üstün tuttuğu iki
vasfı bir tarafa atıp âdi taşlar hükmünde olan beşerî kusurları sebebiyle
müslüman kardeşini mahkûm etmek büyük bir yanlıştır. Cenâb-ı Hakk'ın
"Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurât: 49/10) hükmüne ehemmiyet
vermeyerek, yine Kur'an'ın ifadesiyle "ölmüş kardeşinin etini yemek" (Hucurât:
49/12) iğrenç bir cürüm olan gıybete tevessül etmek, gerçekten büyük bir
cinayettir. Bu öyle bir cinayet ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de öyle bir
fitneden sakının ki, o (geldiği vakit) yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez
(iyilere de kötülere de isâbet eder). Bilin ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir."
(Enfâl: 8/25) âyetiyle haber verdiği musibet ve fitneye hak kazandırır.[4]

Yeni müslüman olmuş ve İslâm'ın yüce ahlâk
esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış
bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar)
kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî
imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı.
Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashabı ile oturmuş konuşuyorlardı.
Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp:

"Allah'ım! Bana ve Muhammed'e rahmet et!
Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!" diye dua etti. Bunu duyan
peygamberimiz:

"Pek geniş olan ilâhî rahmete sınır çektin
yahu!" buyurarak bedevînin
hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid'in bir
tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler
bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu:

"Bırakın (işini görsün).
Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık
göstermek üzere gönderildiniz." Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki:

"Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik
içindir. Bunlar, Allah'ı anmak, namaz kılmak ve Kur'an okumak için yapılmıştır."[5]

İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz.
Peygamber'in hiddetlenmesi, kendi mübarek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir
hakaret karşısında asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasül-i Ekrem
düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamıştır. Cehâleti
sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir
hareket olmazdı.

Bir başka seferinde Rasulullah, Mescid-i
Nebevî'den çıkarken bedevînin biri geldi. Rasül-i Ekrem'in elbisesini şiddetle
çektikten sonra:

"Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki
mal ne senin, ne de babanın malıdır!" dedi. Bu ânî ve şiddetli çekiş sebebiyle
Efendimiz'in üzerindeki sert yakalı ridâsı (gömleği) boynunu kızartmıştı.
Bedevînin bu yaptığı, muhakkak ki çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı.
Efendimiz buna üzülmüştü. Bedevîye dönerek:

"Önce beni incittiğinden dolayı özür beyan
et; sonra ben de senin istediğine bakarım"
dedi. Bedevî:

"Özür beyan etmeyeceğim!" diye karşılık
verdi ve bu sözleri birkaç defa daha tekrarladı. Halbuki Peygamberimiz, bedevîye
bir ahlâk dersi vermek istemişti. Fakat beriki hiç oralı olmuyordu. Hz.
Peygamber, bedevînin sözüne ehemmiyet vermedi. Ashâbından birine dönerek:

"Bu adam için şu develerin birine arpa,
diğerine hurma yükle!" diye
emredip yoluna devam etti.[6]

Hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir.
Kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ilâhî hikmet gereği,
insanoğlunun çeşitli hazımsızlık ve zaaflarla ma'lûl olduğunu bilen asil
insanlar, hoşgörü sahibi olabilir. Rasül-i Ekrem Efendimiz, olgunluğun yüce
doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları tebessümle
karşılamış, yaratılanı Yaratan'dan ötürü hoş görmüştür. Müslümanların da karınca
kararınca, O'nun yolunda olması, O'na benzemeye çalışması, canlarını sıkan bazı
davranışları hoş görmeye gayret etmesi, O'na bağlılıklarının gereğidir.

Tarih boyunca müslümanlar, her konuda
olduğu gibi, kişisel hataları bağışlama, gayr-i müslimleri inançlarıyla başbaşa
bırakıp onlara karşı müsamahakâr davranma âlicenaplığını İslâm'a, İslâm'ın
insana ve inanç hürriyetine verdiği değere borçludurlar. İslâmiyet'in hiçbir
dine nasip olmayan büyük bir süratle yayılmasının en mühim sebeplerinden birini,
bu yüce dinin diğer bütün dinlerden daha müsâmahakâr ve âlicenap oluşunda aramak
lâzımdır. Bu sebepledir ki, bazı hıristiyanlar, dinî müsâmahanın ne demek
olduğunu müslümanlardan öğrenmiş olmalarını kendileri açısından çok elem verici
bulurlar.[7]



[1]
Müsned, Ahmed bin Hanbel, 1/248.

[2]
Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi,
s.159.

[3]
Abdurrahman Dilipak, Sosyal Bil. Ans.
C. 2, s. 182.

[4]
İbrahim Canan, Sulh Çizgisi, s.104-105.

[5]
Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim,
Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112.

[6]
Ebû Dâvud, Edeb: 1.

[7]
M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm
Ahlâkı, s. 285-286. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.