Fecir | Konular | Kitaplar

Kur'an'da Fitne Sayılan Davranışlar

Kur

Kur'an'da Fitne Sayılan Davranışlar

1-
Küfür-Şirk: Kur'an, "Fitne katl'den/öldürmekten daha
büyük suçtur" (2/Bakara, 191, 217) demektedir. İslâm'a inanmayanların,
müslümanların inancına yönelik saldırıları şüphesiz fitnedir ve savaştan daha
tehlikelidir. Küfrün hâkimiyeti; iman, Allah'a kulluk, adâlet, huzur ve saâdet
için engeldir. Mü'minler, inkârcıların bu çabalarına karşı topluca mücâdele
vermek zorundadırlar. Burada "fitne" kavramı kişisel sıkıntıya işaret etmekten
çıkmakta ve bir iman mücâdelesinin sebebi haline gelmektedir. "Mü'min erkekleri
ve mü'min kadınları fitneye (azâba) uğratıp, sonra da tevbe etmeyenler; onlar
için Cehennem azâbı vardır ve onlar için ateş azâbı vardır." (85/Bürûc, 10).
Müşriklerin,
müslümanları kendi bâtıl dinlerine döndürmek için yaptıkları faâliyetler,
münâfıkların iki yüzlü davranışları fitneden başka bir şey değildir (9/Tevbe,
47-48). Kur'an, tevhidden sapmayı, şirke ve küfre düşmeyi fitne kabul etmektedir
ve bunu katl'den (savaştan) daha kötü saymaktadır (2/Bakara, 191). Müslüman
toplumları bozan, onları saptıran, onları günaha sürükleyen, insanlar arasında
kanlı savaşların çıkmasına sebep olan şey fitnedir. Bu nedenle Kur'an mü'minlere
Din yalnızca Allah'ın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar fitneye
sebep olan şirkle ve müşriklerle mücâdele etmeyi emrediyor (2/Bakara, 193).
Müşriklerin ve şeytanın adımlarını izleyenlerin çıkardığı fitneler devam ettiği
müddetçe dünyada huzurun ve rahatın olması mümkün değildir. Eğer mü'minler
kötülük odaklarıyla mücâdele etmeyi bırakırlarsa, yeryüzünde büyük fitne olur,
kaos ve bozgun giderek fazlalaşır (8/Enfâl, 73).
"Yeryüzünde
fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya (Allah için tatbik
edilinceye) kadar onlarla savaşın." (2/Bakara, 193).
Burada fitne, Allah yoluna tâbi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi
şartlara sahip olunamayan bir toplum durumunu anlatmaktadır. Bu nedenle,
müslümanlara, bu durumu düzeltmeleri, tekrar Allah yolunda, barış ve özgürlüğü
sağlamaları için savaşa devam etmeleri emredilmektedir. İnsanın insana
hükmettiği ve Allah yoluna tâbi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne
hüküm sürüyor demektir. İslâm'ın savaşmaktan amacı, "fitne"yi ortadan kaldırmak
ve insanları İlâhî çağrıya uygun bir şekilde sadece Allah'a kul olarak
yaşayabilmeleri için, Allah'ın hükmünü hâkim kılmaktır. Âyetin devamında;
"Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler ve aşırılar hâriç hiç kimseye
düşmanlık ve saldırı yoktur." (2/Bakara, 193) buyrulur. Böylece savaşmanın,
sadece hakkı elde etmek ve Allah'a teslimiyete giden yolu açmak için olabileceği
vurgusu yapılmıştır. Hak elde edilince, savaşa devam etmek ise yine fitneye
düşmek anlamına gelir.
Allah'ın
hâkimiyeti/egemenliği, "fitne"nin karşıtı anlamındadır. Din ise, Allah'ın
egemenliği demektir. Kur'an, "din"i bu anlamda kullanmıştır. Allah'ın egemen
olmadığı toplumda, hem pek çok insan düşüncesi ve ideolojisi, karşı karşıya
gelecek ve hem de beşerî ihtiraslar hayatî önem taşıyan temel unsurlara egemen
olacaktır. Bu ise, topluma çelişkiyi yaşatmak demektir. Dikkat edilirse, "fitne,
yeryüzünde kalmayıncaya kadar" ifadesi ağırlık kazanmıştır. Bu hedef, insanın
görüş, düşünüş, duyuş, etkileyiş ve etkileniş alanının yer küresini kuşatıcı ve
evrensel nitelikli olması gerektiğini belirliyor. Dar; kabile, ırk, ulus, ülke
ve toplum gibi sınırlı bir hedef gözetilmemiştir. Herhangi bir toplum
içerisindeki bunalımın yok edilmesi anlamından daha geniş ve daha engin bir yön
çizilmiştir. Allah'ın egemenliğini yeryüzünün tüm alanlarında gerçekleştirmek,
yani tevhidin zıddı olan şirk ve küfrün egemenliğini ortadan kaldırmaktır asıl
ve nihâî hedef. Yer küresi büyüklüğünde gösterilen bu hedefi oluşturan unsur,
ilk ve en doğru anlamı ile küfür fitnesi ise de, bugün; küfür veya küfrün
hizmetçileri durumunda bulunan siyasî hareketler ve yönetimler de, bu âyette
kullanılan "yeryüzünden kaldırılması gereken fitne" kavramının içerisinde yer
alır. Bu âyet, ayrıca, insanın sorumluluk alanını ilân etmiştir. Bu âyetteki
evrenseli kuşatıcı savaş emri, ilâhî çağrıyı bütün unsurları ile ilke edinmiş
bir devlet mantığını gündeme getiriyor. Fitnecilere karşı fitneyi ortadan
kaldırmak için fitneden arınmış, ilâhî hâkimiyete hizmete dayalı bir devlet
mantığı... Kendi iç problemlerini halledememiş bir toplum, iç mantığını ve
yapısını kaostan sisteme, bayağılıktan yüceliğe, bunalımdan huzur ve nizama,
çelişki ve sürtüşmeden vahdete dönüştürememiş hiç bir toplum, bozgunculuğun ve
fitnenin önüne asla geçemez. Bu sebepledir ki, İslâmî devlet anlayış ve gayreti,
savaştan önce gelir.
Yeryüzünden
fitnenin kalkması için, önce içimizdeki fitneyi kaldırmak, sonra dalgayı
genişleterek çevredeki ve giderek toplumdaki fitnelerle mücâdele etmek
gerekmektedir. Bütün bu fitnelerin sebep ve sonucu olarak, kopmaz bir bağla
bağlı bulundukları büyük fitne odağının İslâm dışı düzen ve dünya görüşleri
fitnesi olduğunu, onunla nihâî hesaplaşma olmadan çevremizi saran fitnelerden
kurtulamayacağımızı bilmek, sivrisineklerle tek tek mücâdele yerine bataklıkla
mücâdele ne ise, tâğûtî düzen ve ideolojilerle mücâdelenin de o demek olduğunu
unutmamak zorundayız.
2- Allah'ın
Hükümlerinden Yüz Çevirme: Allah (c.c.) insanların
uymaları için birtakım hükümler, ilkeler ve kurallar koymuştur. Bu hükümlere
uymamak, onlardan yüz çevirmek fitnedir. "O halde geçmiş vahyin mensupları
arasında Allah'ın indirdiğine göre hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine uyma
ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
uzaklaştırmasınlar (fitneye düşürmesinler)..." (5/Mâide, 49). Peygamber de
dâhil, insanların Allah'ın hükmünden uzaklaştırılmaya çalışılması da bir fitne
çabasıdır. (17/İsrâ, 73-74).
3- İşkence
ve Zulüm: Kur'an; baskı, zulüm, işkence, eziyet ve
benzerlerini fitne olarak niteliyor. Meselâ, Mekke döneminde Hicret etmeye
mecbur kalan müslümanlara yapılan zulüm, işkence ve baskılar fitnedir (16/Nahl,
110). Kimileri de Allah'ın azâbını insanlardan gelebilecek fitneye (eziyet ve
sıkıntıya) eş tutarlar. Halbuki bu ikisi arasında benzerlik bile yoktur
(29/Ankebût, 10). Aziz ve Hamîd olan Allah'a inanmış ve O'nun hükümlerine uygun
olarak yaşayan, ya da yaşama çabasında olan mü'minlere eziyet edenler, onlara
baskı uygulayanlar, ya da onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar (onları
fitneye düşürmek isteyenler); tıpkı Ashâb-ı Uhdûdu ateşe atıp işkenceyi
seyredenler gibi Cehennemlik olurlar. "İman etmiş erkek ve kadınlara fitne
yoluyla işkence edip sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler var ya, şüphesiz onlar
için cehennem azâbı vardır. Yakıp kavuran azap da onlaradır." (85/Bürûc, 10).
Âyet-i kerîmede "Uhdûd ashâbı" mü'minlere yapılan işkence anlatılmaktadır. Hangi
dönem ve hangi toplum olursa olsun, haksız yere gördükleri zulüm ve işkencenin
varlığını bildikleri halde sabretmeleri ile bir nevi işkence fitnesini mağlûp
etmişlerdir. Bu olay, sonra gelenlere ve gelecek olanlara sabır ve sebat
hususunda verilen en güzel ibrettir.
"Sizinle
savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Elbette
Allah, aşırı gidenleri (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları)
yakaladığınız yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.
Fitne, adam öldürmekten daha beterdir..." (2/Bakara,
190-191) Bu âyette kullanıldığı şekliyle, Arapça "fitne" kelimesinin tam
karşılığı; "şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmaktır." Bu
âyette, o gün yaygın olanlara ters düşen inanç ve teorileri savunan kişi veya
grupları baskı ve şiddetle cezalandırmanın çok kötü bir hareket olduğu ve
toplumdaki durumu düzeltmeye yarayan, fikir ve teorileri yayan ve savunan
kimseleri işkence ve kaba kuvvetle bundan vazgeçirmeye çalışmanın zulüm olduğu
anlatılmaktadır. Kan dökmek, çok kötü bir davranış olmasına rağmen, insanları,
kendi inanç ve ilkelerine bağlayan değerler nedeniyle bastırıp ezmek ve onları
baskı gruplarının inançlarını benimsemeye zorlamak bundan daha kötüdür. Bu
nedenle, tartışıp anlaşmak ve insanların haklarına saygı göstermek yerine, vahşi
gücü seçen bu insanlara karşı zor kullanmak helâldir ve haklı sebebe
dayanmaktadır.
İnsan,
hürriyetiyle, özgür düşüncesiyle vardır. Düşünme yeteneğini yitirmiş veya bu
kabiliyetini kullanma fırsatı bulamamış insanlar, zaten insanî ve İslâmî
sorumluluk altında değildirler. Bir nevi köle veya savaş esiri durumundadırlar.
Kendi varlığının farkında olmak demek olan özgür inanç ve düşünce yeteneği,
insanın zorunlu doğal mecrâsında yürümesini gerekli kılar. Bu tabiî akışını
zorla engellemeye kalkışmak, teneffüs ettiğimiz havayı zehirlemek, hayat kaynağı
olan suyu, toprağı elinden almak ve ona hayat hakkı tanımamaktır. Bu şartlar
altında hayat hakkını kullanabilmesi için savaşması da kendi varlığı gibi
doğaldır. Bu âyet, modern asrın câhil ideolojilerine ve bu hayat görüşlerinin
toplumsal bakış açılarına da sert bir eleştiri getirmiş oluyor. Bütün ilericilik
ve çağdaşlık yaftalarını tekellerine alıp bunları kullanmalarına rağmen çağın
beşerî ilke ve düzenleri, kendi mantığına aykırı düşen hiçbir fikrî canlılığa
hayat hakkı tanımıyor. İşte, bazen işkence, bazen öldürme, fâili meçhul, katliâm
ve bazen de insanî haklarını elinden alma tehdidi ile insanları inançlarından
çevirme girişimlerini, Kur'an "fitne" olarak değerlendiriyor. İnsanın en doğal
hakkını gasbetmeye çalışanlara karşı savaş açmasını, gerekirse onları
öldürmesini emrediyor. Çünkü insandaki en saygı değer yetenek, özgür düşünme
kabiliyetidir. Bu yeteneği imhâ etmek, insan fıtratını imhâ etmektir; insanın
var oluş gâyesini ifsâd etmektir.
4-
Saptırmak, Yoldan Çıkarmak, Tuzak: "Ey Âdemoğulları,
ana ve babanızı onların çirkin yerlerini göstermek için onların örtülerini çekip
atarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şeytan, bir fitneye düşürmesin. Sizin
şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz
şeytanları inanmayanlara dost yaptık..." (7/A'râf, 27) Bu âyetler, Hz. Âdem'in
kıssasından Âdemoğullarına alınması gereken ibreti ve dersi öğütlemektedir.
Şeytanın ve şeytana tâbi olan dinsizlerin ne kadar kötü hareketlerde, iddialarda
bulunduklarını teşhir etmektedir. Bu çağrı, Allah'ın evini çıplak tavaf
etmelerinin ve atalarının yapageldikleri şeylerin Allah'ın emri ve hükmü
olduğunu ileri sürmeleri konusundaki câhiliyye geleneklerine ilişkin bir
uyarıdır.
Bu âyette,
birinci çağrı; Âdemoğullarına ana babalarının yaşadığı sahneyi ve ayıp yerlerini
örten iç elbisesi ile insanı güzelleştiren dış elbiseyi ve en hayırlı giysi olan
takvâyı (7/A'râf, 26) insana göndermedeki Yüce Allah'ın nimetini hatırlatma
amacına yöneliktir. İkinci çağrı ise; genelde tüm insanlara ilk günlerinde
İslâm'ın karşılaştığı müşriklere yönelik, şeytana teslim olmamalarına ilişkin
bir sakındırma mâhiyetindedir. Hayatları için seçtikleri sistem, yasa ve
gelenekler noktasında ona uyup fitneye kapılmamaları için bir uyarıdır. Nitekim
şeytan, daha evvel ana babalarının cennetten çıkarılmalarına sebep olmuş, avret
yerlerini göstermek için elbiselerini çıkarıp çıplak bırakmıştı. Dolayısıyla
eski ve yeni câhiliyye toplumlarının karakteristik özelliği olan çıplaklık ve
açık saçıklık, şeytanın saptırması sonucu işlenen eylemlerden biridir. Bu,
insanla düşmanı arasında süren savaşın bir cephesidir. O halde Âdemoğulları
kendilerini tuzağa düşürmek için başta şeytan ve şeytanî modalar olmak üzere
düşmanlarına fırsat vermemelidir.
Yüce Allah,
sakındırmayı artırmak, korunma duygusunu ön planda tutmak için onlara, şeytan ve
yardımcılarının kendilerinin göremeyeceği yerlerden onları görebildiklerini
haber vermektedir. O halde şeytan, gizli yöntemleri ile onları tuzağa düşürme
açısından hayli güçlüdür. Dolayısıyla kendilerini saptırmaması için çok
ihtiyatlı olmaya, fazlaca uyanık bulunmaya ve sürekli hazırlıklı olmaya
ihtiyaçları vardır. Şeytanı, inanmayanlara dost yapması, gizli düşmanlıkta
bulunan tehlikeli dost anlamındadır. Şeytan, bir nevi dost görünüp felâkete
sürükleyen gizli ajan niteliği taşıyor. Bu durumda tehlikeli dost, kişiyi
boyunduruğu altına alarak istediği yöne sürükleme fırsatını yakalamış olacaktır.

"(Müşrikler)
Az daha, seni, sana vahyettiğimizden saptıracak ve ondan başka bir şeyi yalan
yere Bize isnad etmen için neredeyse fitneye düşüreceklerdi. Ancak o takdirde
seni candan dost kabul edinirlerdi." (17/İsrâ, 73).
Bu âyetin, dinde bazı tâvizler isteyen müşrikler hakkında indiği rivâyet edilir.
Demek ki kâfirler müslüman olmak için Hz. Peygamber'den bazı tâvizler
istemişlerdi. Peygamber de onları İslâm'a çekebilmek için bu isteklerine kalben
biraz meyletmişti. Bu âyet, onu tâviz vermekten men etti. Çünkü hakta tâviz
olmaz; hak eğriltilemez; hakka bâtılı karıştırmak, hakkı hak olmaktan çıkarır.
Tâviz de daha başka tâvizleri doğurur. Tevhidden ve ilâhî esaslardan tâviz
vermeye kimsenin hakkı yoktur.
Aynı
düşünceler, aynı tehlikeli saptırma mantığı, bugün de değişik boyutlarda mevcut.
Kâfirlere şirin gözükmek için Allah'ın hor gördüklerine hoşgörü dağıtmak;
müslümanları şiddetle eleştirdiği halde, tâğut ve zâlimlere en küçük tavır
takınmadan kâfirce yaşayış içindekilerin beğenisini kazanacak şekilde dini
tâvizlere boyayarak sunmak. Müslüman olmak, ama sosyal demokratlıktan da
vazgeçmemek. Müslüman olmak, ama laikliği de kutsamak ve onu tartışma dışı
bırakmak. Dini benimsemek fakat demokrasi tellallığı ve câhiliyye anlayışları
ile telif şartıyla...
Bu tür
fitnelerin, kişi ve toplum üzerinde büyük bir tesir meydana getireceğini bildiği
için Allah, Peygamberimiz'i özel korumasına aldığını ifade ediyor. "Eğer Biz
seni sebatkâr kılıp sağlamlaştırmasaydık, onlara birazcık meyledecektin. O
takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat taddırırdık; Sonra Bize
karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (17/İsrâ, 74-75)
5- Belâ ve
Sınama: Fitne aynı zamanda deneme, belâ ve sıkıntı
anlamına da gelir. İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de, iman-küfür
sınırındaymışcasına ibâdet eder. Kendisine Allah'tan bir ‘hayr' dokundumu,
bununla sevinir. Ancak, başına hikmetin gereği bir fitne (belâ veya deneme)
geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı da âhireti de kaybederler
(22/Hacc, 11).
Peygamber'in
dâveti sıradan bir insanın dâveti gibi değildir. Onun dâvetine uymamazlık
edilemez, emrine karşı gelinemez: "...Rasûl'ün emrine aykırı davrananlar,
kendilerine bir belânın (fitnenin) çarpmasından, yahut onlara acı bir azâbın
uğramasından sakınsınlar." (24/Nûr, 63).
"Öyle bir
fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz
(herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah'ın azâbı
şiddetlidir." (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da
belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü
ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan
bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm,
bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan
yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik
yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah'ın dinine
uyulmadığını ve Allah'ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının
yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber
Allah'ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve
kabul olmayacak bir tavırdır.
Toplumsal
düzensizlik başlı başına bir fitne olmasına rağmen, adâlet mekanizmasının
çalışmaması, infaz kılıcının suçluların boynuna değil de; mazlumların ve
güçsüzlerin boynuna indirilmesi ve bu toplumsal aldatmacanın ilke halini alması
durumunda, Allah'ın kılıcı infaz görevini üstlenir. Bu infaz, bütün toplumu
hedef alır. Çünkü toplum içinde dengesizliklerin had safhalara ulaşmasına
rağmen, toplumdaki şuurlu müslümanların ve aydınların bazı beşerî menfaatler
nedeniyle olaylara göz yummaları, toplumsal dinamikleri harekete geçirmemeleri,
zulmün egemenliğini meşrû/uygulanır kılmış olur. Bâtılın meşrû ilân edilmesi
ise, toplumsal ahlâkın çökmesi demektir. Kur'an'ın geçmiş toplumlarla ilgili
çarpıcı örneklerini biliyoruz. Âd kavmi, Semud, Lût ve Nuh kavmi; yere geçirilen
kavimlerden sadece birkaçıdır. Bu kıssaları ibret verici bir üslûp içerisinde
insanlara aktaran Kur'an, benzeri olaylarla mukayese edilerek tedbir alınmasını,
aksi takdirde çok geç kalınmış olacağını ifade ediyor. Fitnenin her çeşidinin
her yönden her insanı ahtapot kolları gibi sardığı günümüzde, toplumsal belâyı
hak ettiğimizi ve bize verilen mühletin, son şansın tükenmek üzere
olabileceğini değerlendirmemiz gerekmektedir; yarın hepimiz için çok geç
olabilir.
Hz. Mûsâ
(a.s.), buzağıya tapma olayından sonra kavminin arasından seçtiği yetmiş kişiyi
bir sarsıntı tutunca bu olayın bir deneme (fitne) olduğunu itiraf etmişti
(7/A'râf, 155). Mûsâ (a.s.) kavminin pek çoğu Firavundan korktukları için
imanını açığa vuramamışlardı. Hz. Mûsâ'nın; "...Allah'a teslim olmuşsanız
O'na tevekkül edin" diyerek onları cesaretlendirmesi üzerine; "Ey Rabbimiz,
Allah'a tevekkül ettik, Ey Rabbimiz zâlim bir milletle bizi deneme (fitneye
düşürme)" dediler (10/Yûnus, 85; Hz. İbrâhim'in benzer bir duâsı için bkz.
60/Mümtehıne, 5).
Sihrin
anavatanı sayılan Bâbil'e mûcize olarak gönderilen Hârut ve Mârut adlı iki melek
kendilerinin bir fitne (deneme sebebi) olduklarını söylüyorlardı (2/Bakara,
102).
6-
Karışıklık ve Kargaşa: Fitne, ortalığı karıştırmak,
insanları birbirine düşürmek, onları birbirine karşı kışkırtmak, aralarını
açmak, kuşku uyandırmak, kargaşaya ve anlaşmazlıklara sebep olmak, ortalığı
karıştırmak gibi anlamlara da gelir. Türkçede yaygın olarak bu mânâlarda
kullanılır. Kur'an'da "fitne çıkarmak", "fitne yaymak" daha çok
münâfıkların özelliği olarak geçmektedir (4/Nisâ/91; 33/Ahzâb, 14; 9/Tevbe,
48-51).
7- İmtihan:
Allah Teâlâ, cin ve insan topluluğundan hakka sırt çevirenleri kastederek şöyle
buyurur: "Eğer onlar doğru yola girselerdi, kendilerine gürül gürül bol su
verirdik. Böylece onları fitneden/sınavdan geçirirdik. Kim Rabbinin zikrinden
yüzçevirirse, (Rabbim) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır." (72/Cin,
16-17). Bu âyet-i kerimelerin insan ve cin topluluklarına verdiği mesajı üç
bölümde toplayabiliriz.
a-
Toplumların, Allah'a ulaştıran tek hak yolu izlemeleri ile, toplum refahı ve bu
refahı sağlayan imkânlar arasında sıkı bir bağ vardır. Hangi zaman dilimi olursa
olsun, suyun önemli rol üstlendiği de ayrı bir işarettir. Akla şöyle bir soru
gelebilir: Şirk toplumları niçin bugün daha müreffeh ve zengin? Unutmayalım ki,
müşriklerin refah ve zenginliği gerçek anlamda ve özenilecek özellikte değildir;
onların ellerindeki, sadece parasal varlıktan ibârettir. Huzur, saâdet, insanî
değerler, tatmin gibi gerçek nimetler içinde olmadıkları bilinen ve kendilerince
de itiraf edilen bir durumdur. Maddeye sahip olmak, insanların -hangi inanca
sahip olurlarsa olsunlar- çalışmaları oranında elde ettikleri kazançtır
(53/Necm, 39-40). Ancak, maddeyi huzur ve güven vesilesi kılacak olan unsur,
Allah'a bağlılık ve O'na itaattır. Müşriklerin sahip olduklarının, âhirette
kendilerine hiçbir yararı dokunmayacağı gibi; dünyada fitneden, nice
olumsuzluklara sebep olmaktan da uzak değildir. Tabii, çalışma ve Allah'a
teslimiyet ölçüsü, müslümanlar için de geçerlidir; Müslüman da gerekli çalışmayı
yapmadan maddî zenginliğe ulaşamaz. Huzur ve saâdetten nasip ise, her insan
için, Allah'a itaati ve takvâsı nisbetindedir.
b-
Âyetlerin sunduğu mesajlardan en önemlisi, maddî bolluğun fitne/sınav sebebi
olarak verilmesidir. Gerçekten de insan için en zor sınav, maddesel refah ve
yüksek hayat standardının oluşturduğu rehâvet ve gevşeklik ânındaki imtihandır.
c-
Bu âyetlerin dile getirdiği üçüncü gerçek şudur: Servet ve refahı sebebiyle
Allah'tan yüzçevirmenin karşılığı Allah'ın azâbıdır. Nimet sahibine yüzçeviren
nankörlerin karşılaşacağı son; şiddeti gittikçe artan sıkıntı ve azâbtır;
Bolluğun ölçüsüne göre, nankörlüğü oranında sıkıntı ve azâb. İnsanların kendi
aralarında en çok nefreti ve kızgınlığı dâvet eden kişilik bozukluklarından bir
tanesi, iyilik ve güzel muâmeleye karşı çirkince, umursamaz bir vaziyete bürünüp
âdice karşılık vermek, ya da iyilik sahibini unutmaktır. Âyette Allah, aynı
zamanda bu tür eylemin çirkinliğine işaret ediyor. Düşünce tutarlılıklarını,
inanç sistemlerini ve sadâkatte içtenliği ya da samimiyeti ölçmenin en doğru ve
en kesin şekli, imtihandır. Bu ciddî sınav, kalp yapılanmalarına netlik
kazandırır. O yüzden nimetle imtihan olan kimse, nimet sahibini unutmaz ve O'na
şükrederse mü'min; nankörlük ederse kâfir olur. Nankör anlamındaki kelime ile
kâfir kelimesi, bu kopmaz irtibat yüzünden Kur'an'da aynı kelime kökü ile
(k-f-r) ifade edilir.

"Fitneden/sınavdan geçirmek amacıyla bazılarına verdiğimiz dünya hayatına
ilişkin çekici nimetlere sakın göz dikme. Rabbinin (katındaki) rızkı hem daha
hayırlı, hem de daha süreklidir." (20/Tâhâ, 131) Bu
âyette geçen fitne/sınav tâbiriyle, insanların erdem sahibi olmalarına ve yüce
ahlâka ulaşmalarına işaret edilmiştir. Şöyle ki; insan, kendisinde bulunmayan
câzip şeyleri elde etmek ister. Fakat insanın elde etme arzusu asla son bulmaz.
Bu sebeple kendi zaafının farkında olan insanın, sahip olamadığı mal ve eşyaya
ihtirasla bakması doğru değildir. Allah'ın ihtarına kulak verip bu zaafını bilen
ve eşyayı emânet ve tevâzû çizgisinde, şükür ve acziyet bilincinde
değerlendirebilme yeteneğini kazanan insan için iki önemli nimet vardır.
Birincisi; mutmainlik, tatmin, yani doyumluluk. Bu, insanın psikolojik huzurunu
temin eden önemli olgudur. Diğeri ise; âhirete yönelik ebedî saâdettir.
Birincisinde, insanlar arasında meydana gelen günlük sosyal ilişkilerin ahlâkî
boyutunu görmekteyiz. İkincisinde ise, erdem sahibi insanların dünyayı aşan yüce
hedeflerini...
Fahreddin
Râzî'nin açıklamasına göre bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Ebû Râfi, Allah
Rasûlü'ne misafir geldiğinde yemeğe ihtiyaç hissetmişti. Bunun üzerine
Rasûlullah, Ebû Râfi'yi bir yahûdiye göndererek ileride ödemek üzere bir miktar
un istetir. Fakat yahûdi, rehin olmayınca un vermez. Ebû Râfi, durumu gelip
Allah Rasûlü'ne anlatır. Peygamberimiz (s.a.s.) üzülerek zırhını rehin olarak
gönderir. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil olur. Bu âyette ve bu olayda önemli
ibretler vardır. Mü'minlerin yolda yürürken karşılaştıkları konforlu arabaları,
lüks villaları vb. eşyaları ihtirasla, özlemle izleyerek âdeta kendilerinden
geçmelerinin, gelecekteki durumları için hiç de iç açıcı olmadığını bu âyet
gösterir. Dünya malı, her ne kadar ilk planda nimet olarak görünse de aslında
çok zor bir imtihan aracıdır. Olayı bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İnsanın
izzetini ve haysiyetini imhâ eden şey, genellikle mal ve şehvettir. İşte bu
noktada insana onur kazandıran varlık, mânevî değerler ve şükrü edâ edilen,
miktarı az da olsa helâl olanlardır.
Sâlih (a.s.)'in
kavmi, Hz. Sâlih ve ona iman edenlerin kendilerine bir huzursuzluk
getirdiklerini düşünüyorlardı. Semud oğulları, Allah'tan af dileyip yalvarmaları
gerekirken, imansızlıklarından dolayı gökten taş yağmasını ve azâb
gönderilmesini istiyorlardı. Güya böylece Sâlih (a.s.)'in peygamber olmadığını
ortaya çıkaracaklardı. Sâlih'i töhmet altında tutuyorlardı. Kur'an'da Allah,
olayı şöyle anlatıyor: "(Semud kavmi Sâlih'e hitâben) ‘Sen ve yanındakiler
bize uğursuzluk getirdiniz' dediler. Sâlih dedi ki: ‘Sizin kısmetiniz Allah
katında belirlenmiştir. Aslında siz toplum olarak fitneden/sınavdan
geçiriliyorsunuz." (27/Neml, 47) Semudoğulları gaybın anahtarlarının
Allah'ın elinde olduğuna inanmadıkları için bazı olayları uğurlu veya uğursuz
olarak nitelendirerek hayatlarına yön vermekte idiler. Bunlar, günümüzde de
varlığını sürdüren hurâfe kalıntılarıdır. Uğursuzluk anlayışına dinde yer
yoktur. Meydana gelen olumlu ya da olumsuz olaylar bazı durumlarda bir kişi
için, bazı durumlarda da toplum için sınav mâhiyetindedir.
Benzeri
imtihanlar, risâletin son halkası Peygamberimiz'in yaşadığı dönemde de
gerçekleştirilmiştir. Bu sınavlar somut bir tarih ve toplum ismi ile zikredilmiş
olsa bile, aslında bütün zamanları ve toplumları kuşatan niteliğe sahiptir.
Çünkü Hz. Âdem'den kıyâmete kadar yaşayan bütün insanlarda ortak bir karakter ve
mizac vardır. Allah insan nefsine/rûhuna takvâyı (sakınıp iyi olmayı) da, fücûru
(kötülük duygusunu) da ilhâm etmiştir (91/Şems, 7-8). Bu, iki şekilde tezâhür
eder: İman ve küfür. Birincisinde teslimiyet, istikamet, iyi ahlâk, emânet gibi
özellikler; ikincisinde inkâr, inat, bozgunculuk gibi davranışlar. Bu
farklılıkları Mekke toplumunda da görmekteyiz. Âyette şöyle anlatılıyor: "(Ey
Muhammed,) Hani sana ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır' demiştik. Sana
gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, sırf insanlara bir
fitne/sınav konusu olsun diye ortaya koyduk. Biz onları korkuturuz da, bu
onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." (17/İsrâ, 60). Bu
âyetin indiriliş sebebini İbn Abbas'tan gelen rivâyetten aktaralım. O der ki:
"Allah zakkum ağacını zikrettiği zaman, onunla müşrikleri korkutmuştu. O zaman
Ebû Cehil: ‘Muhammed'in sizi korkuttuğu bu zakkumun ne olduğunu biliyor
musunuz?' diye sordu. Kureyşliler: ‘Hayır, bilmiyoruz' dediler. Ebû Cehil: ‘O
hurma ve kaymaktır; Andolsun ki hurma ve kaymak bulursak zakkumlanacağız' dedi.
Bunun üzerine 44/Duhan sûresi 43 ve 44. âyetleri ile yukarıda zikredilen
(17/İsrâ, 60) âyet-i kerime indirildi."
Mîrac olayında
Peygamberimiz'e gösterilen zakkum ağacı -ki cehennemin meyvesidir- ve müjdelenen
zafer, Mekke toplumuna anlatılınca onlar hemen alaya başlamışlardı. Halbuki bu
olayla o toplumun inanç gerçekliği sınavdan geçiriliyordu. Nitekim âyetin
sonunda belirtildiği gibi bu korkutma yoluyla imtihan, onların birçoğunun
küfrünü artırmıştı. İmanın ve teslimiyetin sıhhatini belirleyecek en önemli
ölçü, gaybın bilgisine olan tavırdır. İnsan, gördüğü ve işittiği, dokunduğu ve
duyumsadığı herhangi bir şeye inanabilir. Bunda yücelik aranmaz; zaten iman da
bu değildir. Teslimiyette ölçü; bilmediği, görmediği ve dokunamadığı fizikötesi
gerçeklere inanmaya yapılan ilâhî çağrıya gösterilen tepkide açığa çıkar. "O
müttakîler, ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz
rızıktan infak ederler." (2/Bakara, 3) Bütün dönemler boyunca ve bütün
toplumlarda imanda ciddiyet bu yolla ölçülmüştür. Küfrün alenîliği de bu yolla
güç bulmaya çalışır. İnsan idrâkinden uzakta olan meseleler ön planda tutularak
küfür için sağlam ölçüler (!) elde etmeye çalışılır. Yani gaybın haberleri, iman
ve küfrün fitnesi, sınavı, ayıracıdır.
İmtihan/deneme
anlamında "fitne" kelimesinin kullanıldığı diğer bazı âyet mealleri: "Böylece
‘Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı?'
demeleri için Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik (fetennâ).
Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?" (6/En'âm, 53)
"İnsana bir
zarar dokunduğu zaman Bize duâ eder. Sonra, ona Bizden bir nimet verdiğimiz
vakit: ‘Bu benim bilgim sâyesinde bana verildi' der. Hayır! O bir
fitnedir/imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar."
(39/Zümer, 49)
"(De ki:)
Bilmem, belki de o azâbın ertelenmesi sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak
içindir." (21/Enbiyâ, 111) Genelde kâfirlere ve
zâlimlere karşı sergilenen bu tavır, azâbı hak edecek belge ve delillerin sâbit
olup çoğalması içindir. İnsanlar bunun farkına varabilseler, yani sınanıp
denendiklerini anlayabilseler elbette hiçbir ipucu ve delil bırakmak istemez;
yani iman ederler, zulümlerinden vazgeçerler ve sâlih amel peşinde olurlardı.
"İnsanlar,
fitneden/imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik' demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de
fitneden/imtihandan geçirdik. Elbette Allah, sâdıkları/doğruları ortaya
çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır."
(29/Ankebût, 2-3)

"İnsanlardan; ‘Allah'a iman ettik' diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezâya
uğratılınca, insanların azâbını Allah'ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir
yardım gelecek olursa; andolsun ki, ‘doğrusu biz sizinle beraberdik' derler.
Allah herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?"
(29/Ankebût, 10
"Süleyman'ın
hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Halbuki
Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir
oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil'de Hârût ve Mârût'a
indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek herkese: ‘Biz fitneyiz/imtihan
için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir
olmayasınız' dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi..."
(2/Bakara, 102) Âyette iki büyük gerçek vurgulanmıştır. Birincisi şeytanların
artık sadece İblis olarak değil; tamamen insan modelli bir varlık şeklinde
faâliyet gösterdiği belirtilmiştir. İblis bir sembol olarak telâkki edilir;
Kötülüklerin, hilelerin, tuzakların, hâinliğin sembolü. Şeytan ise daha genel ve
kötülük merkezi olan bütün odakların -ki bu bir fert, bir kurum veya devlet
olabilir- ünvânıdır. Bu nedenle Hz. Süleyman'ın halkına Süleyman'ın sihirbaz
olduğunu ilân edenler de şeytan ruhlu insanlar ve onları azdıran cinler idi.
Hüküm de kesin olarak belirlenmiştir. Şeytana bilinçli olarak hizmet eden ve ona
aracılık yapan da şeytandır. Bu, insan da olabilir, cin de; erkek de olabilir,
kadın da.
İkinci bir
gerçek ise, tehlikeli sınav. İnsanlar ve cinlerin kullanıp kullanmayacaklarını
ölçmek üzere ellerine tehlikeli imkânların veya silâhların verilmesi sûretiyle
denenmeleri... Tüm yeryüzü, dün olduğu gibi bugün de sınav salonudur. Ellerine
kimyasal silâhları alıp çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek ayırmaksızın kin ve
kan kusan modern dünya ve onlara yardımcılık yapan uşakların hem bu sınavı
kaybettiklerini ve hem de şeytan olduklarını belirtmek gerekir.
8- Dünya
Nimetleri: Allah'ın (c.c.) insanlara verdiği hem
iyilikler, hem de kötülükler birer deneme (fitne) aracıdır (21/Enbiyâ, 35).
İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve belâlara karşı sabırla denenir.
Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla
karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe
kavuşunca da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini
zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur'an şu açıklamayı yapıyor: "...Hayır o bir
fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar." (39/Zümer, 49)
Rabbimizin
dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri insanların
hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak inanan kişi bu geçici
güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah'ın katındaki güzellikler,
ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için hazırladıkları daha çok ve daha
kalıcıdır (20/Tâhâ, 131). Dünya nimetlerinin fitne/deneme olarak
nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç
kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin
boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur'an, varlığı âyetler
(ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne
olarak nitelendirir.
9- Mal ve
Çocuk: İnsana emânet olarak verilen mallar ve
çocuklar da onlar için bir fitnedir, deneme ve sınama aracıdır. Mala ve çocuğa
olan tutku ve aşırı ilgi, kişiyi Allah yolundan, O'na kulluk ve ibâdetten
alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken Rabbine karşı
görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir ve haddi aşabilir.
Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda harcanması, mal üzerinde
hakkı olanların haklarının verilmesi İslâm'ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan
mal insan için denemedir. Evlâtların fitne/sınav olması da buna benzer. Allah'ın
çocuk nasip ettiği anne ve babalar için, çocuklarını fıtratlarına uygun olarak
terbiye etmek, onları sâlih insan olarak yetiştirmek, en önemli görevlerdendir.
Mala ve
çocuklara karşı olan tutku, onları ve âileyi koruma ve kollama duygusu, insanı
bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp haksızlık yapmaya sürükleyebilir.
Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir
fitnedir. "Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir
(imtihandır). Allah'a gelince; büyük mükâfat O'nun yanındadır." (8/Enfâl,
28; Ayrıca bkz. 64/Teğâbûn, 14-15). (Malların ve çocukların deneme sebebi
olduğunu "belâ" kelimesiyle ifade eden âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 186;
5/Mâide, 48; 6/En'âm, 165).
İnsanları, çoğu
zaman Allah'ı anmaktan, O'nun yolunda cihad etmekten alıkoyan en önemli iki
dünya meyvesi; birincisi servet, diğeri de sahip olunan evlâttır. Bu iki varlığı
elden kaçırmama uğruna pek çok fedâkârlığa katlanır insan. Meşrû çizgide olduğu
sürece buna zorunludur da. Fakat Allah'a ait sorumlulukların terkedilmesine
sebep olursa elbette ebedî mükâfatı kaybetmiş olur. Allah için sevme ile Allah'a
rağmen sevmenin açığa çıktığı, Allah rızâsı için sevme ve bunları emânet ve
imtihan bilme ile, Allah'ı sever gibi sevme ve Allah'ın rızâsına onları tercih
etme sınavı, en net biçimde bu iki şeyde ortaya çıkar.
İnsan, içinde
bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir. Bu denemeler, genelde
insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük, zâfiyet/zayıflık, irâdenin
en çok zorlandığı husustur. İnsan, bazen bu zayıf yönlerinden mala olan
düşkünlüğüyle, onu elinde tutmanın hırsı ile deneniyor. Bu deneme de iki
yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır. İnsanın sabrının ölçüldüğü
bu hususlarda insanların başarılı olması ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden
daha fazladır. Bu ikinci yönü, zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere
sahip olan insan, diğerine oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur.
Servetin ve varlığın insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve
sabrını kemirebilir. Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı,
varlıkta varlığın gitme endişe ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan
düşüncesinde mal hırsı ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu
zaafı telâfi etmesi çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği
mücâdelenin karşılığında, âyetin devamında belirtildiği gibi "ecir" değil;
özellikle altı çizilerek vaad edilmiş olarak "büyük ecir" vardır. İnsanlar,
genellikle zorlukların bir sınav olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu
zannederler. Halbuki, varlık, sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav,
diğerinden çok daha zordur.
Kur'an'ın
bildirdiği fitneye dair tespit edilen temel hususları özetlersek; baskı ve
şiddet, zulüm, güvenliği tehdit eden veya güvenliği olmayan ortam, küfür, şirk
ve tuğyan, iç kargaşa ve karışıklık, idrâk yeteneğinin kaybolması, toplumu
kuşatan belâ ve musîbet, bazen varlık ve servet ve bazen de yokluk ve
sıkıntılarla denenme gibi bazı durumlarda ferde, bazı durumlarda da topluma
yönelik olayları fitne olarak vasıflandırırız. Ancak bir de bunların tümünü
kapsayan fitne var ki, o da soyut anlamı ile "sınav"dır; yani özellikle insanın
varlık sebebi olan fitne. Allah'ın dışında ve O'nun yarattığı bütün eşya, canlı
cansız, akıllı akılsız varlıklar bir denemedir; insana yönelik bir deneme. Diğer
fitne türleri ise bu denemenin başarılı olup olmamasından doğan olaylardır. (3)