Fecir | Konular | Kitaplar

* Fitnede Mudafa-i Nefis

Yeni Sayfa 1



* Fitnede Mudafa-i Nefis:



 

Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen
düşmana bile mukabele etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum
çıkmaktadır. Zîra, İslam'da  tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal
addedilmiş ve hatta buna  teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını,
namusunu müdafaa sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Kim malı(nı koruma) için
dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak)
için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için
dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o
da şehittir."

Bir seferinde, bir adam gelerek malına
tecavüz eden kimseye nasıl davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e sorar. Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini
görmekte burada kayda değer:

"Ey Allah'ın Resulü, bir adam gelerek
malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin?"

"Ona Allah'ı hatırlat." Müteakip hadiste: "Allah'ı
üç kere hatırlat" denir.

"Allah'tan  korkmazsa?"

"Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı
yardım iste."

"Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa?"

"Ona karşı sultandan yardım iste."

"Sultan beden uzaksa?"

"Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya
malını koruyuncaya kadar onunla dövüş."

Rivayetin bir başka veçhinde: "...Dövüş.
Öldürülsen cennetliksin, öldürürsen öbürü  cehennemliktir" denir. Kur'an-ı
Kerim'de  de -haddi aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük
yapmaya cevaz verilmiştir: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir
misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir. Kim
kendisine yapılan zulmün ardından herhalde  hakkını alırsa, artık bunlar
aleyhinde (me'suliyete) bir yol yoktur" (Şura 40, 41, 42). Ayet ve hadislerde
gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce zikrettiğimiz  yasak alimler
arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa
eder:

"Bu ve benzeri hadisler fitne  zamanında
hiçbir hal ve şartta kıtali caiz  görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler
fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine  farklı görüşler ileri sürdüler.
Onlardan bir grub: "Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş
ve öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı
nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir
(ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı
benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu
anhüm) görüşüdür.

İbnu Ömer, İmran İbnu'l-Husayn ve diğer
bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüne göre, "fitneye karışılmaz, ancak, ölüm
tehlikesi karşısında nefis müdafaası yapılır."

Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan
fitnelerin hiçbirine girmemek hususunda  müttefiktir. Sahabe ve  Tabiinin büyük
çoğunluğu ve İslam âlimlerinin tamamı, "fitnede haklı tarafa yardım etmek ve
onlarla birlik olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir" demişlerdir. Nitekim
ayet-i kerimede de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse 
aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz
ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine  dönünceye kadar savaşın..."
denir.

Bu mevzuda sahih olan budur.

Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı
çıktığı kimseyle veya her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde
izah ve tevil edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin
dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık
olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir."

Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin
meşruiyyetini te'yid etmekle beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari
bir zarar vermek suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini
kaydeder.

Aliyyu'l-Kârî, Ebu Zerr'den gelen: "...Eğer
kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren
düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü
ört.." mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî'den şöyle bir görüş kaydeder:
"...Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve kendisine bir fesad da
terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer düşman kafir ise, mümkün
mertebe def'i vacibtir."

Fitne sırasında mütecavize -eve kadar
gelmiş bile olsa- mukabele edilmemesi görüşünde olanların delil olarak
gösterdikleri ayet-i kerime de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir.
Mevzubahs olan ayette Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Habil, kardeşi
Kabil'e şunu söyler: "Kasem  ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan
da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan
Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da
yüklenip  varasın da, o ateşe layıklardan olasın..." (Maide 28).

Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi
Yazır, şu açıklamayı yapar: "Burada iki sual vardır:

Birincisi: "Bir başka ayette mealen: "Hiç
kimse başkasının günahından sorumlu değildir" (Fatır 18) dendiği halde, katil
maktulün günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir
hadis-i şerifte: "Birbirine  küfreden iki kişinin bütün söyledikleri, mazlum, 
haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir" denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen
kendisinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının  bir mislini
yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe."

Ayrıca ayette geçen: "Benim günahımı da..",
sözü "şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli"
demektir.

Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de
mukabele eyler de ikisi de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet,
öbürü de bir cinayet yapmış olur.

Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir
cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah
yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak
kılıp ateşe atmak cinayetidir.

Bundan başka, "benim günahımı..." sözü,
"beni öldürmek günahını..." mânasına geldiği gibi, "kendi günahını.." sözü de
"bundan evvelki günahın (Kabil'le ilgili olarak) ezcümle kurbanının  kabul
edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı
İbnu Abbas, İbnu Mes'ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten
anlamışlardır.

Eyyubu's-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden
Müslüman kimsenin Hz. Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense
onlar tarafından öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.

Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip
eden fenalıkların çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının
günahı değil, arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli
gelecektir. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar
işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Adem (aleyhissalâtu
vesselâm)'in oğlu Kabil'e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun
başlattığını ifade eder.

İbnu Hacer'in bir kaydını nazar-ı dikkate
alacak olursak, "fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i
nefis caiz mi, değil mi?"  gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah
karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere,
alimlerin bir kısmına göre, "fitne" tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla
çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve meşru devlete,
haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi, karışmaktan men edilen fitne
değildir,  bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.

Bu duruma göre, Nevevî'nin az önce
sunduğumuz açıklamalarında rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak
değerlendirilmesi mümkün olan- müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı
tarafa yardım veya ayet-i kerimede ifade edilen "birbiriyle dövüşen iki mü'min
zümreden mütecaviz olanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaş" emri de, meşru
devlete karşı bir te'vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin
yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif
fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez. İlerde bu bahse tekrar
döneceğiz.[1]

 





[1]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/386-390.