Fecir | Konular | Kitaplar

Câriyenin Zinâ Cezâsı

Câriyenin Zinâ Cezâsı



Câriyenin Zinâ Cezâsı

 

Câriyeye evli kadının yarısı kadar zinâ cezâsı
verilmesi, onun nâmusunu koruma konusunda hür kadına göre güçsüzlüğünden
ötürüdür. Hür kadın, toplumdaki mevkii gereği kendisini daha kolay koruyabilir.
Ama özgürlüğü elinde olmayan câriye, her zaman kendisini koruyamaz. Yüce Allah,
zayıflara acıdığından onun cezâsını yarıya indirmiştir. Bu âyete göre evlenen
câriye zinâ ederse ona, hür kadının cezâsının yarısı olan elli sopa vurulur.
Fakat evli olmayan câriye zinâ ettiği zaman onun hakkında bir cezâ
belirtilmemiştir. Bu hususta da müfessirler görüş ayrılığına düşmüşlerdir:



1. Bazılarına göre evli olmayan câriye zinâ
ederse onun belli bir cezâsı yoktur. Yalnız eğitip uslandırmak için dövülür.

2. Bazılarına göre evli-bekâr zinâ eden her
câriyenin cezâsı elli sopadır.

3. Bazılarına göre de Kitap ve Sünnetin genel
hükmü göz önünde bulundurularak bekâr câriyeye yüz sopa, evli câriyeye ise açık
hüküm belirtildiğinden elli sopa vurulur.

En isâbetli görüş İbn Abbas'a dayanan ikinci
görüştür. Üçüncüsü ise Kur'an'a ters, hatta saçma bir düşüncedir. Doğrusu odur
ki bekâr câriye için belli bir zinâ cezâsı konulmamıştır. Ancak o, eğitilmek
amacı ile dövülebilir. Tabii öldürecek biçimde değil; eğitecek biçimde dövülür.
Tabii şimdi ne câriye vardır, ne de dövme bir eğitim yöntemidir. Bugün eğer
câriye olsaydı, onu eğitmek için dövme yerine, güzel öğüt verme, bilinçlendirme
yöntemiyle eğitme yoluna gidilirdi. Çünkü ne Kur'an, ne de Peygamberimiz bu
konuda bir cezâ belirtmiştir. Hz. Ali şöyle diyor: "Hz. Peygamber bana, zinâ
eden bir câriyeyi dövmemi emretti. Baktım ki câriye henüz yeni ergenliğe ermiş,
dövsem ölecek. Dövmedim, durumu Allah'ın Elçisine arzettim: "İyi etmişsin,
bırak büyüsün" dedi (Müslim, Hudûd 34; İbn Kesîr, Tefsî I/475-478).

Nisâ 15 ve Nûr 4. âyetlerin açık ifâdesine göre
fuhuş ve zinâ yapanların cezâlandırılabilmesi için dört tanık tarafından suçu
işlerken açıkça görülmeleri gerekir. Fuhuş ve zinâ suçunun tahmin veya akıl
yürütme ile değil; bizzat görülerek saptanması gerekir. Çünkü bu suç, bir
âilenin şerefinin mahvolmasına, yapanlardan özellikle kadının toplumda töhmet
altında kalmasına, hor görülmesine hatta âilenin yıkılmasına neden olabilecek
ağır bir suçtur. Böyle insanların istikballerini söndürecek, âileleri yıkacak
bir iddiânın yalnız tahmine veya bir kiş kişinin tanıklığına dayanması doğru
değildir. Çünkü tek insan, görüşünde yanılabilir, hislerine kapılıp gerçeği
yanlış anlatabilir. Ancak dört şâhid tarafından görüldüğü zaman fuhuş ve zinâ
yapanlara, belirlenen cezâ uygulanır ki, bu eylemin dört şâhid tarafından
görülmesi çok güçtür. Meğer ki şahsın kendisi itiraf etsin, yahut suçlayan
kimse, önceden tedbir alıp olayı şâhidlerle tesbit eylesin.

Ancak, Nûr sûresinde açıklandığı üzere, karısını
zinâ ile suçlayıp dört şâhid bulamayan kimse, hâkimin kararıyla karısından
boşanır. Fakat kadın, suçunu itiraf etmedikçe kendisine zinâ cezâsı uygulanmaz.
65/Talâk sûresi, 1. âyette, boşanan kadınlar, fuhuş yapmaları dışında, bekleme
süreleri içinde kocalarının evlerinden çıkarılmamaları; iddetlerini kendi evleri
sayılan koca evinde doldurmaları emredilmekte, böylece boşanan kadınların birden
sokağa atılıp perişan duruma düşürülmeleri önlenmektedir. Tabii kadın isterse
kendisi çıkıp gidebilir.

Bizim nesh hakkındaki izahlarımızı anlamak
istemeyen bir adam, "Had âyeti, Nûr Sûresinin ikinci âyetidir; Recm âyeti ise
tilâveti mensuh ve hükmü kıyâmete kadar mer'iyyette (yürürlükte) kalan bir
âyettir" diyor.

Tutarsız, delilsiz bir iddiâ. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim, tek kişi haberiyle ne sâbit olur, ne de nesh edilir. Reşid Rızâ'ının da
dediği gibi, Kur'ân-ı Kerim'i ancak ondan daha iyisi veya dengi neshedebilir.
Kur'an'ın dengi sadece Kur'an'dır. Hadislere gelince; bunlar mütevâtir olsa bile
Kur'an'ın dengi olamaz. Çünkü Kur'an'ın lafzı da, mânâsı da Allah'ın emriyle
meleğin vahyidir. Oysa hadisler Peygamber'in sözüdür. Şâyet bunlar mülhem ise
Kudsî hadis adını alır. Ama kudsî hadis dahi âyetin dengi değildir. Çünkü mânâsı
ilham olsa da sözleri, Peygamber'in kendi sözüdür. Hattâ rivâyetlere göre
lafızları dahi değiştiğinden bu sözleri, yüzde yüz Peygamber'in kendi söz
kalıpları olarak kabul etmek dahi yanlıştır. Lafzî tevâtüre sahip hadisler çok
azdır. Mânevî tevâtür bulunan hadisler de çok değildir. Ötekiler, şahısların
duydukları sözleri, kendi anlayış ve ifâdeleriyle aktarımıdır. Süyfyân-ı Sevrî,
duyduğu sözleri ancak anlam olarak aktardığını söylemiştir. Şimdi bu tür
rivâyetler nasıl âyetlerin dengi olur ve âyetleri nesheder?

Kaldı ki recm âyeti diye rivâyet edilen sözler,
kişi haberinden ibârettir. Muhammed İzzet Derveze, bu konuda şöyle diyor: "Önce
bu sözün, âyet olup sonra lafzının kaldırıldığı, hükmünün bâkî kaldığı şeklinde
rivâyetin hiçbir hikmeti anlaşılamaz. Özellikle recm gibi çok ağır bir cezâda
lafzın kaldırılmış olmasının anlamı yoktur.     

İkinci olarak; Recm âyeti olarak rivâyet edilen
sözün metni değişik biçimlerde aktarılmaktadır. Sonra cezânın sadece yaşlı kadın
ve erkeğe (çünkü rivâyette "şeyh" ve "şeyha" kelimeleri geçiyor ki, bunlar yaşlı
erkek ve yaşlı kadın demektir) tahsis edilmesi tuhaftır (Oysa, gence göre daha
âciz durumdaki yaşlıların cezâlarının daha hafif olması gerekir. Bunlar için
daha hafif bir cezâ caydırıcı olur. Daha az dayanıklı olan yaşlılara daha ağır
cezâ vermek, genel şeriat kuralına aykırıdır. Oysa şeriat, oruç tutamayacak
durumdaki yaşlıları, fidye karşılığında oruçtan muâf tutmaktadır).

Üçüncü olarak; Önerisiyle Kur'an'ı toplatıp
yazdırmış olan Ömer (r.a.), eğer rivâyette söylendiği biçimde sözün âyet olduğu
kanısında olsaydı, kimseyi dinlemez, onu Mushaf'a yazdırırdı. Özellikle on
yıllık halifeliği sırasında onu kim bundan engelleyebilirdi? Ebû Ya'lâ'nın
rivâyetine göre "Bir adam, Peygamber (s.a.s.)'e gelip: ‘Yâ Rasûlallah, bana recm
âyetini yaz!' demiş. Peygamber (s.a.s.): "Şimdi bunu yapamam' demiş veya
benzeri bir söz söylemiş." Rivâyette, Peygamber bu sözü söylerken Ömer de orada
imiş. Şimdi Ömer, Peygamber'in yazdırmadığı bir söze, nasıl âyet der ve onu
yazdırmayı düşünür? Bu konuda Ömer'den rivâyet edilen sözler gerçekten
kuşkuludur.

[Bu recm âyetini(!) nesheden, rivâyete göre bir
keçidir. "Keçi, Hz. Âişe'nin evinde bulunan 'recm âyeti'ni yedi, böylece nesh
oldu" (İbn Mâce, Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel, 5/131, 132, 183;
6/269)].

Dördüncü olarak; Nisâ Sûresinin 25. âyeti, zinâ
eden evli câriyenin haddini, hür kadının haddinin yarısı olarak belirlemektedir.
Kur'an'da hür kadın için Nûr Sûresinde belirtilen yüz değnekten başka had
olmadığından cumhur, câriyenin cezâsının elli değnek olduğuna hükmetmiştir. Eğer
evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, bunun yarıya bölünmesi mümkün değildi.
Öyle ise Kur'an'ın zinâya koyduğu cezâ, hürler için yüz, câriyeler için elli
sopadır." (İzzet Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs, 10/8-10)

Peygamber'in recmettiğine dâir rivâyetler ise,
Kur'an'ın bu kesin emirlerinden önce, Peygamber tarafından uygulanan cezâyı
gösterebilir. Esâsen recm, Tevrat'ın emridir. Hz. Peygamber, kendisine vahiy
gelmeyen konularda Kitap ehlinin uygulamalarına uyardı. Kur'an'ın bu konuda özel
emirleri gelmezden önce Peygamber de Kitap ehlinin uyguladığı recm cezâsını
uygulamış olabilir. Ama yaratıklarına çok merhamet eden Yüce Allah, Kur'an'da o
ağır cezâyı hafifleterek yüz sopaya çevirmiştir. (10)