Fecir | Konular | Kitaplar

Nusret

Nusret

Nusret:


Yardım etmek ve zafer anlamına gelen "nusret" ve
"nasr" kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de "min" harf-i cerri ile birlikte kullanıldığı
vakit, kurtarmak anlamına gelir. "...Allah, kendi (dini)ne yardım edene
elbette yardım eder. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, gâliptir." (22/Hacc, 40).

Âl-i İmrân sûresi 52. âyette anlatıldığı üzere,
Hz. İsa, Allah yolunda kendisine yardımcılar aramış, havârîleri ona yardımcı
olacaklarına söz vermiş, yani bey'at etmişlerdir. Havârîlerin Hz. İsa'ya bey'at
ve desteği 61/Saf sûresi 14. âyetinde de anlatılmıştır. Saf sûresinde, bundan
önceki âyetlerde mü'minlere, âhiret ve dünya ödüllerine erebilmek için Allah'a
inanmaları ve Allah yolunda malla, canla savaşmaları emredilmişti. Bu âyette de
onlara, İsa (a.s.)'ya yardım eden havârîler gibi Allah'ın dininin üstü gelmesi
için çalışmaları emredilmektedir.

Âyette nasıl İsa (a.s.)'ya iman edenler, ona
inanmayıp düşman olanlara üstün gelmiş ise, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman
edenlerin de, ona inanmayıp düşman olanlara üstün geleceklerine işaret edilmekte
ve müslümanların, sonunda düşmanlarına üstün geleceği müjdesiyle sûre sona
ermektedir. Gerçekten öyle olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke'de çok sıkıntı
çekmiş, Mekkeliler ona rağbet etmemişlerdir. Medine'ye hicretten ve nice
zahmetlerden sonra, nihâyet bu âyetlerin inişiyle birlikte Allah'ın yardımı
görünmeye, zaferler ve fetihler birbirini izlemeye başladı. İsa (a.s.)'ya
inananlar da inanmayanlara üstün geldiler. Allah'ın vaadi gerçekleşti, hak
bâtılı yendi. İnşâallah bir gün İslâm bütün dünya dinlerinin üstüne dünyevî
uygulama yönüyle de çıkacaktır.

"Ey iman edenler, eğer siz Allah(ın dinin)e
yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder; ayaklarınızı (hakkı koruma
yolunda) sağlam tutar." (47/Muhamed,
7). Bu âyette Allah'ın, kendisine yardım edenlere, yani tevhid dininin yerleşip
güçlenmesine çalışanlara, bu uğurda savaş verenlere yardım edeceği, onların
ayaklarını sağlam tutacağı; öylelerinin, yıkılıp yere düşmeyecekleri;
çabalarının yarım kalmayacağı; kâfirlerin ise yüz üstü yere kapanacakları
(devrilip düşecekleri), engellemelerinin bir sonuç vermeyeceği belirtiliyor.
Âyette mü'minlerle kâfirlerin durumu tam karşıtlık içinde anlatılmaktadır. Allah
iman edenlerin ayaklarını sağlam bastırıp onlara yardım ederken, inançsızların
ayağını gevşetip onları deviriyor, eylemlerini de hedefinden saptırıyor.
Çabaları boşa çıkıyor. Onlar Allah'ın hükümlerini istemedikleri için Allah da
onların eylemlerini boşa çıkarmıştır.

Nasr ve nusret; Birine yardım edip onu düşmana
üstün getirmek, zafere ulaştırmaktır. Allah'ın kullarına yardımı açıktır. Ancak:
"Allah, Kendisine yardım edene elbette yardım eder." (22/Hacc, 40).
"Siz Allah'a yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder..." (47/Muhammed,
7), "Allah, kimin gaybda (içtenlikle) Kendisine ve elçilerine yardım
edeceğini bilsin..." (57/Hadîd, 25) âyetleri, Allah'ın kendisine yardım
edene yardım edeceğini bildirmektedir. Kulun Allah'a yardımı, Allah'ın dininin
yerleşmesine yardım etmesi, mü'minlere destek olması, dininin hükümlerine uyması
sûretiyle olur.

"... Mü'minlere yardım etmek, üzerimize
borçtur." (31/Rûm, 47), "Yardım,
yalnız, dâima gâlip, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır." (3/Âl-i
İmrân, 126). Bu âyetler ve benzerleri, nasrın/yardım ve zaferin ancak Allah
katından olduğunu, iman edenlere yardım etmenin, Allah'ın üstlendiği bir borç
olduğunu vurgulamaktadır.

"Yardım (ve zafer), yalnız Allah katındandır.
Allah dâima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir."
(3/Âl-i İmrân, 126; 8/Enfâl, 10),
"Seveceğiniz bir şey daha var: Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih...
Mü'minleri müjdele." (38/Sâd, 13) "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve
insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini
överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeyi kabul edendir."
(110/Nasr, 1-3). Bu âyetlerde Hz. Peygamber'e, Allah'ın yardımı ve fetih geldiği
ve insanların topluca Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini övgü
ile tesbih edip O'ndan mağfiret dilemesi emrediliyor. Burada hitap
Peygamber'edir, ama onun davranışı bütün mü'minlere örnek olduğu için her
mü'minin, Allah'ın nimet ve yardımını görünce O'na hamd ve şükretmesi gerekir.
Feth; bir ülkeyi düşmanın elinden almak sûretiyle İslâm dâvetinin önündeki
engelleri kaldırmak, yolunu açmaktır. Bu âyet, özellikle Mekke'nin fethiyle
ilgilidir. Ama, Uhud'dan başlayıp Mekke'nin ve Tâif'in fethiyle taçlanan
zaferlere, fetihlere de işâret etmektedir. Bu sûrede fetih, Peygamber'in bütün
zafer ve fetihlerini kapsamak üzere genel olarak kullanılmıştır. Mekke'nin
fethi, dinin yayılması açısından son derece önemli sonuçlar vermiş, bundan sonra
insanlar teker teker değil; bölük bölük, kabile kabile müslüman olmaya
başlamışlardır.

"... Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler:
'Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa gâlip gelmiştir.
Allah, sabredenlerle beraberdir' dediler. (Tâlût'un askerleri) Câlût ve
askerlerinin karşısına çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır
yağdır! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et!'
Derken, Allah'ın izniyle onları hezîmete/bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût'u
öldürdü; Allah ona (Dâvud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini
öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini def edip savmasaydı,
dünya fesâda uğrar, bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf
sahibidir." (2/Bakara, 249-251)

"Ey Peygamber, Allah ve sana tâbi olan mü'minler
sana yeter. Ey Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden
yirmi kişi olsa (onlar) iki yüz (kâfir)i mağlûp edip yenerler. Sizden yüz kişi
olsa (onlar), kâfirlerden bin kişiyi mağlûp ederler. Çünkü o kâfirler, anlamayan
bir topluluktur. Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti, sizde zaaf bulunduğunu
bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, iki yüz (kâfir)i mağlûp
ederler. Ve eğer sizden bin kişi olsa, Allah'ın izniyle iki bin (kâfir)i
yenerler. Allah, sabredenlerle beraberdir."
(Enfâl, 64-66)

Bu âyetlerde, Peygamber'e hitâben, Allah'ın ve
kendisine tâbi olan mü'minlerin kendisine yeter olduğu; mü'minleri savaşa teşvik
etmesi; yirmi sabırlı mü'minin iki yüz kişiyi; yüz sabırlı mü'minin de bin
kişiyi yenebileceği buyurulduktan sonra; çok üstün bir morale sahip, iyi
eğitimli mü'minlerin durumunu belirten bu hükmün, kamunun durumuna tam uymadığı
için zayıf durumda bulunan kamuya hafifletildiği; fakat yüz sabırlı mü'minin, en
azından iki yüz kişiyi, bin mü'minin de Allah'ın izniyle iki bin kişiyi
yenebileceği bildirilmekte ve Allah'ın, sabredenlerle beraber olduğu
vurgulanmaktadır.

Yirmi mü'minin iki yüz kişiye, yüz mü'minin bin
kişiye gâlip gelmesi hikmetinin ve gücünün nereden kaynaklandığını, 65. âyetin
sonundan anlıyoruz: Mü'minler bilinçli, inançlı, anlayışlı ve eğitimli
insanlardır, moralleri yüksektir. Dâvâlarına inanmışlardır. Kâfirler ise
bilinçsiz, mâneviyatsız bir topluluk olduklarından güçsüzdürler. Allah'a iman,
ruhsal hayata bağlılık, insanın moralini yükseltir, kendisine güvenini artırır.

Önceleri yirmi mü'min iki yüz kâfire, yüz mü'min
de bin kâfire denk tutulmuş iken, daha sonra bu hüküm hafifletilerek yüz mü'min
iki yüz kâfire, bin mü'min de iki bin kâfire denk tutulmuştur. Bu âyetleri
orantıya vurursak, birinci âyetteki bire on, ikinci âyette bire ikiye düşer.
Bundan bir mü'minin on kişiye veya en az iki kişiye gâlip geleceği anlaşılırsa
da, âyette bir mü'minin on kişiye veya iki kişiye gâlip geleceği değil; topluluk
halindeki mü'minlerin, kendilerinin on veya en az iki katı bir kuvveti
yenecekleri belirtiliyor. Bu anlatımın derin hikmeti vardır. Çünkü yirmi mü'min
bir birlik oluşturur. Bireyin yapamayacağını topluluk yapar. İnsanlar bir araya
gelip birbirlerine destek olunca, ayrı ayrı insanların yapamayacakları işleri
yaparlar. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Topluluk halinde birbirlerinden
cesâret alırlar. Bir insan yalnız başına tehlikeli bir işe kolay girişemez, ama
birkaç kişi birlik olunca rahatlıkla buna cesâret ederler.

İşte âyetin, bir mü'minin on kâfire değil de,
yirmi mü'minin iki yüz kâfire gâlip geleceği şeklindeki ifâdesinde bu toplumsal
destek ve cesâret sezilmektedir. Bundan her mü'minin, mutlaka on kâfiri
yeneceğini anlamak yanlış olur, âyetin asıl anlamına aykırı düşer. Bundan,
mü'minlerin küçük topluluğunun, kendilerinden on misli veya en az iki misli
büyük toplulukları yeneceği anlaşılır.

Ayrıca âyette Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
birliklerinin tertibine de işâret vardır. Allah'ın Elçisi, düzenlediği
seriyyelere çoğunlukla yirmi kişi ile yüz kişi arasında kuvvetler gönderirdi.
Yirmiden az, yüzden fazla kuvvet göndermezdi (F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 15/193).

Birinci âyette Yüce Allah, sabreden yirmi mü'min
olursa, onların, iki yüz kâfiri yeneceklerini söylüyor. İkinci âyette ise
çoğunlukla bir cemaatin, kendilerinden on kat fazla bir topluluğa
dayanamayacağını bildirerek, mü'minler topluluğunun, en azından kendilerinin iki
katı olan bir topluluğu yeneceğini haber veriyor. Birinci âyet, sabreden
mü'minlerin durumunu, ikinci âyet ise, onlar kadar sabırlı olmayan mü'minlerin
durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih söz konusu olamaz. Çünkü birinci
âyetteki sabır ve azim vasfını taşıyan mü'minlerin küçük topluluğu, her zaman
büyük işler başarırlar. Bir çeşit komando birliği olan bu vasıftaki mü'minler
azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru değildir. İkinci âyet, genel olarak
bütün mü'minlerin durumunu bildirmektedir. Birinci âyet, özel bir şartı, ikinci
âyet genel şartı değerlendirmektedir.

Âyetlerin sonunda, Allah'ın, sabredenlerle
beraber olduğu vurgulanmaktadır. Bu demektir ki, eğer yirmi mü'min sabreder,
sağlam durursa Allah onlara yardım eder, onları başarıya ulaştırır. Eğer yirmi
mü'min, iki yüz kişi karşısında sağlam durursa Allah'ın izni ve yardımı ile
onlara gâlip gelir. Ama buna dayanamayanlar hakkında birinci âyetin hükmü değil;
ikinci âyetin hükmü geçerli olur. Demek ki bunlar, o çok sabırlı, dayanıklı
mü'minlerden değil, genel mü'minlerdendir (F. Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, 15/196).

Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik daha
vardır. Yirmi kişilik mü'minler grubunun yenebileceği iki yüz kişilik veya yüz
kişilik mü'minler grubunun gâlip gelecekleri bin kişilik düşman kuvveti, "lâ
yefkahûn" olarak nitelendirilmektedir. Yani onlar, bilmez, anlamaz, câhil,
eğitimsiz insanlar olduğu için sağlam, eğitimli, moral gücü yüksek mü'minlerin,
onları yenecekleri anlatılmaktadır. O halde, kendilerinden on kat fazla kuvvete
gâlip gelecek mü'minler, sıradan insanlar değil; dirençli, eğitimli, moral gücü
yüksek mü'minler; karşılarındaki kuvvet de anlamaz, moralsiz, eğitimsiz bir
yığındır. Mü'minlerin eğitimli, moral sahibi, aynı zamanda kendilerinden üstün
gücü yenecekleri ifâde edilmiyor. Bu da önemli bir noktadır. Allah'ın değişmez
yasaları (sünnetullah) vardır. Başarmak için eğitim görmek, savaş tekniğini
öğrenmek gerekir. Allah'ın yardım ve desteğine erebilmek için, olayın
sebeplerine yapışmak, savaşın gereklerine uymak lâzımdır. Elinden gelen çabayı,
savaş eğitimini alıp savaş stratejisiyle hareket eden imanlı insanlara Yüce
Allah, hem verdiği güven duygusuyla, hem de mânevî güçlerle yardım edip onları
başarıya ulaştırır.

"Kâfirlere de ki: 'Mağlup olacaksınız ve
cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir! Karşılaşan şu iki
toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu,
öteki de nankördü; onları, gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah
dilediğini yardımıyla destekler. Elbette (bunda) gözleri olanlar için bir ibret
vardır." (3/Âl-i İmrân, 12-13). Bu
âyetlerde de imanlı nice az topluluğun, kendilerinin iki katı bir toplulukla
çarpışıp onları yendikleri, Kitab-ı Mukaddes'teki misallerden biriyle
anlatılmakta; bunda bir ibret olduğu vurgulanarak müşriklerin, azımsayıp
küçümsedikleri müslümanların, imandan ve güven duygusundan yoksun müşrik
topluluğunu yeneceklerine işâret edilmektedir. "Setuğlebûn/mağlûp
olacaksınız" denildiğine göre demek ki, bu âyetlerin hitap ettiği müşrikler,
henüz yenilmemişlerdi. Bundan da bu âyetlerin, Bedir Savaşından önce indiği veya
hitap edilen müşriklerin, Medine yöresindeki müslüman olmamış, içlerinde
hıristiyanların da bulunduğu Arap kabileleri olduğu anlaşılır.

Âyette, kendine güvenden yoksun, inançsız
topluluğun, kendilerinden az olan mü'minleri, savaşta kendilerinden çok
gördükleri; Allah'ın yardımı sâyesinde mü'minlerin, kâfirlerin gözlerinde
büyüdüğü, çok göründüğü anlatılmaktadır. Bu âyetlerde, Peygamber'in
sahâbîlerine, Allah'ın, geçmişteki mü'min toplulukları desteklemesi; böyle biri
mü'min, öteki kâfir iki topluluk örneğiyle anlatılmaktadır. Bu âyette işâret
edilen olay, Bakara sûresinde anlatılan Tâlût ve Câlût olayıdır (2/Bakara,
246-251). Tâlût komutasındaki İsrâiloğulları, Câlût askerlerini, kendilerinden
çok görmüş: "Bugün Câlût'a ve askerlerine karşı gücümüz yetmez"
demişlerdi (2/Bakara, 249). Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler (şehâdet
arzusuyla çarpışanlar) ise, nice az topluluğun, Allah'ın izniyle kendilerinden
çok topluluğu yendiklerini söylemiş, ötekilerine moral vermiş: "Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir topluma karşı bize
yardım et!" diye Allah'a duâ etmişlerdi (2/Bakara, 249). İşte bu âyette o
olaya işâret edilerek İslâm'a karşı çıkan müşrikler uyarılmaktadır.

Burada da, kesin inançtan yoksun insanların,
mü'minler kadar cesur olamayacaklarına, savaşta cesâretlerinin kırılacağına da
işâret vardır. Çünkü dünyadan sonra bu hayattan daha iyi bir hayata gideceğine
kesin inanan insan, savaştan korkmaz, yılmaz. Ama âhiret hayatına inanmayan, her
şeyi bu dünyanın görünen hayatından ibâret sanan insan, ölmek istemeyeceği için
savaşmaya da cesâret edemez. Dünyada sahip olduğu varlıkları kaybetmek ona ağır
gelir. Demek ki, inançsızın cesâretinin azlığı, savaştan çekinmesi; âhirete
inanmayışından, dünya tutkusundan ileri gelmektedir. (3)