Fecir | Konular | Kitaplar

Dilin Bazı Özellikleri

Dilin Bazı Özellikleri

Dilin Bazı
Özellikleri:

İnsanların yaşayışlarındaki
bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde de değişikliklere yol açar. Toplumsa
değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni
belirlemeler, inançlar ve inançlardaki değişimler dilin ve dil kurallarının
değişmesi için birer etkendir. Türkiye'nin son yüzyıldaki değişikliklerinin dile
yansımadığını hiç kimse iddia edemez. Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında
bile konuşma yönüyle büyük bir fark oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce
yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi, Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif'in
Safahat'ı, Tevfik Fikret'in Rubâb-ı Şikeste'si) yeni nesiller, cumhuriyet
çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki yabancı, başka bir dille
yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı yaşamaktadır.
Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm düşmanlığının
bir neticesi olarak Arapça ve Farsça'dan dilimize girmiş nice kelime ve deyimler
batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî yönlendirmelerin yanında
son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe'yi yozlaştırdığına, çok sayıda
kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizce-Türkçe karma, ucûbe bir şekle
girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.
Ayrıca, konuşma dili, sosyal
çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin eğitim ve kültür düzeyleri,
yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini etkileyerek
değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu halde
aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa'da yetişmiş bir Türk genci
ile Türkiye'de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar
vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar
bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.
Dille toplum arasında sıkı bir
bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü değişme ve gelişme, dilde de etkisini
gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye'nin İslâm medeniyetini terkedip Batı
uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde olduğu kadar, dilde de kendini
gösteren değişikliklerdir. İslâm'ı kabul edip o medeniyetin içine girerek, diğer
müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun
yıllar Osmanlıca denen bir dil kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında
Araplara ait, Kur'an alfabesi) bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca,
bugün bazılarının zannettiği gibi, Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir
dil değildir. Türkçenin, İslâm etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir.Yani,
dünkü kullanılan Türkçedir. Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve
İranlılardan bazı kelime ve terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti.
Bu kelimeler hazmediliyor, Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili
tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri
girer, fakat bunlar hazmedildiği için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla
güçlenir, bünyesini geliştirirse, özellikle Kur'an'ı ve hadisi genel kültür
kabul eden insanların da Arapçadan; Farsçayı edebiyat dili olarak kabul
edenlerin o dilden bazı kelimeler alması dillerini değiştirmez, hatta
kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına yönelme, dilde İslâmî bazı
kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık haline geliverdi. Medeniyetteki,
dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini yaşamadaki değişmeler, dilde de
kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça kelimeler atılınca, halkın dini
anlaması da güçleşecekti. Avrupa'dan bazı kelime ve kavramlar girince
batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti. Onun için dil devrimi
yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın dinle, Kur'an'la zaten
gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir. Yüz sene önce Türkçe
konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha sûresinde, anlamadığı kelime
hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın Fâtiha'daki kelimeleri anlamak,
Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile anlamakta güçlük çeker hale
getirildi günümüz insanı.
Dil, kültürden ve inançlardan
koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm kültürünün ortaya çıkardığı bir
dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek
olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler
sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı
konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile
konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli
aydın ile halk arasında büyük uçurumlar vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi,
toplumun ve İslâm'ın istikametinde uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve
halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm
aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur'an kültüründen
halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî
kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı;
dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar
için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça)
egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını
sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu iddialarında samimi değildi
devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp
sadeleştirmek istedikleri dile, batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri
katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.
Türkler müslümanlığı kabul
ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği
herşeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da
İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin
değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta
geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya
başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî
örflerle yeni dinin sentezi olmasın. İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de
tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet
zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm'la bağları koparmak için Kur'an'ı,
Kur'an'ın harflerini, Kur'an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların
vay haline! 1928'lerden 1970'lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu
Kur'an yazısını ve Kur'an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama, dünyada esen
rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü
sayılmıyordu insanlar.
Eski dille yazılı, İslâm
alfabesi ile te'lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ edilmiş oldu. Bu, altmış
yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle
beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip
sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme
çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi.
Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası
reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler,
"din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk" diye tanımlar. Bu
tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve
sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede
millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade
etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki
sormazlar mı "hangi Türkçe?" diye.