Fecir | Konular | Kitaplar

Haccın Hikmetleri

Haccın Hikmetleri

Haccın Hikmetleri


Hac, belirli fiillerin sadece Allah rızâsı için
yapılmasından oluşan bir ibâdettir. Kur'ân-ı Kerim'de hac ibâdetinin çeşitli
safhaları hem şeklî hem de mânevî ve rûhî yönlerden tasvir edilerek çeşitli
yararlarının bulunduğu belirtilir.[1]
Böylece insanlar, haccın hikmetlerini kavramaya ve gerek fert ve gerekse ümmet
olarak onu lâyıkı vechiyle îfâ edip âzamî ölçüde hikmetlerini gerçekleştirmeye
teşvik edilir.

Mü'minin hem malı, hem de bedeniyle
gerçekleştirdiği bir ibâdet olan hac, insanın bütün varlığını ilgilendirir ve bu
haliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir. Diğer yükümlülükler gibi hac da insan
merkezli ve insanın ihtiyaç duyduğu hayırların tahakkukunu hedef alan bir
ibâdettir. Bu bakımdan onun hikmetlerini üç noktadan hareketle tesbit etmek
mümkündür. Bunlardan birincisi, Allah'ın insanlara bazı şeyleri yapmalarını
emretmesi ve bunların yerine getirilmesi sûretiyle kendilerine lütufta
bulunmasıdır. İkincisi haccı gerçekleştiren insanın ona hazırlanırken,
menâsikını îfâ ederken ve ibâdetini tamamladıktan sonra kendi kabiliyetine göre
elde edebildiği olumlu sonuçlar, üçüncüsü de bu ibâdeti sadece Allah rızâsı için
yerine getiren tek tek insanların irâdelerinin ve tesir alanlarının dışında
haccın bütün ümmete sağladığı faydalar ve onları ulaştırdığı yüksek seviyedir.
Haccın hikmeti, Allah'a yönelmiş insanla Allah arasında kul-Rab ilişkisinin
insanın kendi hayatı ve ayrıca içinde bulunduğu ümmet üzerindeki etkisiyle
ortaya çıkar. Gazzâlî'nin ifâdesiyle hac, dinin kemâle ermesi ve teslimiyetin
tamamlanmasıdır.

Hac ibâdetinin fert ve müslüman toplum açısından
sağladığı mânevî kazançların kişiden kişiye, toplumdan topluma ve devirden
devire farklılık arzettiği görülür. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Her insan
niyetine, irâdesine ve yeteneklerine bağlı olarak hacdan farklı nasipler elde
edebileceği gibi, hiç nasip almadan bu seyahatten dönenlerin bulunması da
mümkündür. Çünkü hac, dış görünüşü itibarıyla sembolleri andıran, gerçekte ise
çeşitli rûhî eğitimleri sağlayan birbirinden farklı davranışların toplamından
ibârettir. Bazıları için şeytan taşlama, çok şey ifade ederken; bazılarına
tavaf, bazılarına Arafat, bir gruba da hac esnâsında kurulan insanî ilişkiler
daha anlamlı gelebilir.

Haccın "kast ve yönelme" şeklindeki kelime
anlamıyla oynadığı mânevî rol arasında ilişki vardır. Şöyle ki: Müslümanlar
ömürleri boyunca günde beş defa Kâbe'ye yönelerek namaz kılarlar. Her müslüman,
imandan sonra en faziletli ibâdet sayılan namazın[2]
kıblesini oluşturan mübârek mekânı görmek, orada başta Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.s.) olmak üzere geçmiş peygamberlerin hak din uğrunda verdikleri
mücâdeleleri hatırlamak, asırlar boyunca birçok mü'minin namaz, duâ ve
niyazlarına sahne olan mânevî atmosferde yaşamak ister. Hac bu açıdan tarihin
yeniden yaşanmasının ve mücerredin müşahhas hale gelmesinin vâsıtası olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de Kâbe'den "Allah'ın evi" diye söz edilir.[3]

Bütün benliğiyle Allah'a bağlanan mü'min O'nun
evini ziyâret etmeyi en büyük mânevî zevk olarak telakkî eder. Aslında diğer
ibâdetlerde olduğu gibi hacda da kulluk sınavı (ibtilâ), hem bu ibâdetin amacını
hem de anlamını oluşturur. Genellikle insanlar emir ve yasakların hikmetlerini
ancak gereği gibi onları yerine getirdikten sonra farkederler. Bu farkediş, ya
bizzat kendi hayatlarında ortaya çıkmakta veya başkalarının hayatı
incelendiğinde görülmektedir. Hacda önemli olan, sadece bir fiilin yapılması
değil; onun özel bir amaçla, yani Allah'ın emrine uymak niyetiyle yapılmasıdır.
Bir fiilin bu niyetle gerçekleştirilmesi onu ibâdet haline getirir. Şu halde hac
ibâdetinin temel gâyesi ve hikmetlerinden biri, insanların Allah'ın emri
gereğince yurtlarını, ailelerini ve dostlarını, mallarını terketmeye, bazı
arzularına karşı koyup sıkıntıları göğüslemeye hazır olduklarını
göstermeleridir.

Hac, belli bir zamanda ve belirli mekânlarda
gerçekleşen bir ibâdet olduğu için müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu,
dünyada her şeyin belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır.
Vakfe, tavaf, sa'y vb. hac menâsikinin yerine getirilmesi, dünyanın çeşitli
yerlerinde yaşayan müslümanların gözlerini ve gönüllerini Arafat, Kâbe, Safâ-Merve
gibi "İlâhî şiarlar/semboller" olarak nitelendiren[4]
mekânlara çevirmelerini sağlamakta ve formel bir anlaşma olmaksızın bütün
müslümanları aynı zaman ve mekân içinde mânevî bir ittifak anlayışına
ulaştırmaktadır.

İslâm kültüründe hacca hazırlık safhası, bir
yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir; şu farkla ki hac irâdeye bağlı iken, ölüm
insanın beklemediği, belki de istemediği bir anda gerçekleşebilir. Hac
ibâdetinde kişi çevresinden ve arzularından uzaklaşacağı, ölmeden önce bir
anlamda ölümü yaşayacağı için önemli bir irâde egzersizi yapmakta ve İlâhî
irâdeye boyun eğmeye hazır olduğunu kendine telkin etmektedir. Bu duygunun
belirtilerini özellikle hacca ilk defa gidecek olanlarda gözlemek mümkündür.
Bundan dolayı hacca hazırlanan mü'min hak ilişkisi içine girdiği herkesle
helâlleşir, borçlarını öder, bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakalarını
ayırır ve ondan sonra yola koyulur.

Haccın farziyetini belirten âyette ona güç
yetirmekten söz edilir.[5]
Bunun anlamı, insanın hac için gerekli olan bütün imkânlara kavuşması, şartların
da bunu kolaylaştıracak bir durumda bulunması demektir. Söz konusu âyet, dolaylı
olarak haccın îfâsını sağlayacak her türlü vâsıtayı hazırlamaları için
müslümanları uyarmakta, gerekli tedbirleri almalarını bir vecîbe olarak onlara
yüklemektedir. Bu sebeple tarih boyunca hac yollarının güvenliğini temin etmek
ve haccın yapılacağı mekânların hizmetkârı olmak müslüman devlet adamları için
büyük bir şeref telakkî edilmiştir. Bu şartlar bir bakıma, Allah'a teslimiyetini
göstermek isteyen müslümanın kendini bu amaca yönelik olarak hazırlaması
gerektiğini de ifade etmektedir.

Mü'minin hac esnâsında elde ettikleriyle orada
gerçekleştirdiği menâsık arasında da bir ilişki vardır. Burada özellikle
belirtilmesi gereken husus, haccın gerçekleştirildiği mekânla Hz. Peygamber'in
ve ilk müslümanların yaşadıkları mekânın aynı olmasıdır. Mü'min hac esnâsında,
Rasûl-i Ekrem'in ve ashâbının bulunduğu coğrafî mekânla karşılaşmakta, Kur'an'da
"Allah'ın koyduğu dinî işaret ve nişanlar (şeâirullah -Allah'ın şiarları-)"
olarak tavsif edilen[6]
bu mekânlarda bulunarak o dönemin mânevî ruhundan nasip almaktadır. Diğer
taraftan, hacca giden her müslüman, ihrama girerken büründüğü örtüyle kabre
girerken bürüneceği kefenin benzerliğinin şuurunda olarak artık bir bakıma dünya
dışı bir düzene ayak uydurduğunu hissetmekte ve bunun etkilerini duymaktadır.
İhram, sözlük anlamının da çağrıştırdığı gibi, sadece zâhirî bir kıyafet
değişikliği değil; insanın yaşama ve davranış biçiminin köklü bir değişikliğe
uğraması demektir. Nitekim ihramlı kişi, bu kıyafeti taşıdığı süre içinde başka
zamanlarda kendisine meşrû olan bir dizi davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu
program dışı hayat, kişinin alışkanlıklarından ve bağımlılıklarından
kurtulmasına ve kendisiyle hesaplaşmasına imkân tanıyan önemli bir fırsattır. Bu
esnâda yapılan her ihlâl ya bir keffâretle karşılanır veya haccın bozulmasıyla
sonuçlanır ki bir anlamda dünya-âhiret bütünlüğünü canlı bir şekilde yaşamak
demektir.

Kâbe ve çevresi için kullanılan "harem"
tâbiri, bölgedeki bütün ilişkilerin Allah'ın emir ve yasaklarına saygı esasına
göre düzenlendiğini, başta insan olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara
kadar bölgedeki bütün varlıkların İlâhî koruma altına alındığını ifade eder.
Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde
döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu
verir. Sa'y, müslümanın sırf Allah istediği için katıldığı bir
yürüyüştür; müslüman bu sâyede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve
duyguları taşıyanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu farkeder. Sa'y
sırasında "hervele" denilen çalımlı ve hızlı yürüyüş, niyet ve duygu bütünlüğü
ile kaynaşmış ümmet ruhunun azametini yansıtır. Arafat'ta diğer
mü'minlerle bir arada bulunan, kıyafetiyle artık bu dünyayı terkettiğini
gösteren mü'min, haşir ve hesaba çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşayarak
sorumluluğun ve hesaba çekilmenin idrâkine varır. Arafat'ta Rabbine yönelen
insan, daha bu dünyada, hiçbir yardımcının bulunmadığı şartlarda O'nun huzurunda
durmanın mânâsını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin
hesaba çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar; üstünlüğün sadece takvâda
olmasının ne demek olduğunu kavrar. Hac esnâsında çeşitli münâsebetlerle yapılan
duâlar, sadece Allah'a teslim olmanın ve bunu söz ve davranışlarla yaşamanın
özlü bir ifâdesidir. Özellikle telbiye çok anlamlıdır: "Buyur Allah'ım,
buyur! Dâvetini duydum, Sana yöneldim, kapına geldim. Hamd Sanadır; nimet Senin,
mülk Senindir. Şerîkin/ortağın yok Allah'ım!" Nihayet orada kesilen kurban,
mü'minin sırf Allah istediği için malından vazgeçebildiğini belirtmesi, kendi
İsmail'ini, yani en sevdiği şeyi ve bizzat kendini dahi Allah yolunda kurban
edebileceğini fiiliyle göstermesi açısından mânidardır.

Hac esnâsında hiçbir şeye zarar vermemek esas
olduğundan insanın çevresiyle ilişkisinde son derece dikkatli davranması
gerektiği ortaya çıkar. Bu husustaki titizliğin ölçüsü, Kur'ân-ı Kerim'deki
yasaklardan ve bu yasakların çiğnenmesi halinde verilecek cezaları bildiren
âyetlerin açık üslûbundan anlaşılmaktadır.[7]
Özellikle bitki ve hayvan türünden canlılara karşı gösterilmesi gereken
hassâsiyet, kişiye başka zamanlarda kazanamayacağı ölçüde bir duyarlılık sağlar.
Bunun yanında öfkelenmemek, kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlâkî
davranışlar da haccı gereği gibi yerine getirenlerin elde edecekleri mânevî
kazançlar arasında yer alır. Sonuç olarak hac esnâsında müslüman daha önce
teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanî ve
ahlâkî özellikler kazanır. Hac mü'minin kendi kendisinin farkına varma
sürecidir.

Hacdan dönen mü'min, İslâm'ın ilk muhâtapları
olan ve hayatlarını ona vakfeden asr-ı saâdet müslümanlarının yaşadığı yerleri
gezerek, Peygamber'i kitaplardaki bilgilerle tarihî bir şahsiyet olarak
tanımanın ötesinde sanki onu bizzat görerek imanını ve ikrarını tazelemiştir.
Rasûl-i Ekrem'in yaşadığı yerleri ve kabrini ziyaret etmiş, tebliğ vazifesini
başarıyla yerine getirdiği mekânlarda peygamberliğine bir daha şehâdet etmiştir.
Aynı zamanda dünyada mevcut çok çeşitli ırkları, bunların konuştuğu dilleri
gözlemiş, ancak bu farklılıkların, sadece insanların birbirlerini tanıyarak
iletişim kurabilmeleri için[8]
Allah tarafından birer alâmet olarak yaratıldığının şuuruna varmıştır. Bunun
yanında insanlar arasındaki bu farklılıkların birlik ve beraberliği
engellemediğini, mevcut farklılıklarla birlikte Allah'a teslim olmanın her türlü
vahdetin esasını oluşturduğunu farketmiştir. Böylece dünyasının sınırları
genişlemiş, coğrafî bilgileri nazarî boyutlarını aşmış, yer küresinin muhtelif
bölgelerinde yaşayan yüz binlerce insanla bir arada bulunmuş, en olumsuz
şartlarda bile insanların birbirine müsâmaha göstermesinin ne demek olduğunu
bizzat tecrübe ederek anlamıştır.

İslâm âlimlerinin biyografileri incelendiğinde
onların hac seyahati esnâsında diğer birçok âlimle tanıştığı, bu vesile ile
çeşitli fikir ve eserlerden haberdar olduğu, birçoğunun ilmî hayatında
gelişmeler meydana geldiği görülür. Kitap basımının ve iletişim imkânlarının
çoğaldığı günümüzde de hac seyahatinin bu ilmî fonksiyonu, önemini korumaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de İslâmiyet'in bütün dinlere gâlip gelmesi amacıyla insanlığa
gönderildiği ifade edilmektedir.[9]
Hemen bütün ırklara mensup olan, fizyonomileri, psikolojik yetenekleri, sosyal
konumları ve coğrafî bölgeleri farklı bulunan birçok insanın katıldığı hac
ibâdeti günlerinde Mekke ve Medine'yi dolduran kalabalıkları seyretmek, bu
sâyede birlik içinde çokluğun ve çokluk içinde birliğin tecellîlerine muttalî
olmak, gerçekten İslâm'ın azamet ve mükemmelliyetini müşâhede etme sonucunu
doğurmaktadır.

Hac sırasında dünyanın her tarafından Kâbe'ye
gelen müslümanlar, aralarında önceden yapılmış herhangi bir anlaşma olmaksızın
aynı fiilleri aynı şekilde gerçekleştirirler. Böylece müslümanlar,
birbirlerinden habersiz olarak aynı ideallere yönelik bir gayret içinde
bulunduklarını farkederler; bu arada kendileri dışında milyonlarca insanın aynı
amacı paylaştığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa
yaşasınlar, bütün müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin
kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini ortaya koyar. Hacca giden
müslüman bir ailenin ferdi, bir köyün, bir kasabanın veya bir şehrin sakini
olarak ülkesinden ayrılır, bir ümmetin ferdi olarak memleketine döner.[10]

Hac ibâdeti, birçok karar, fiil, terk ve
düşünceden oluşmakta, bunların da müslümanların ferdî, sosyal, siyasî ve
kültürel hayatlarında önemli tesirleri, faydaları ve sonuçları bulunmaktadır.

Haccın, bu ibâdeti yapan kişiye sağladığı maddî
ve mânevî faydaları, hacca niyetten itibaren ibâdeti adım adım tâkip ederek, her
davranışın mânâ ve mâhiyetini tahlil ederek ortaya koymak mümkündür.[11]



[1]
Meselâ, bkz. Hacc: 22/28-33.

[2]
Müslim, İman: 137-140.

[3]
Hacc: 22/26.

[4]
Bakara: 2/158.

[5]
Âl-i İmrân: 3/97.

[6]
Bakara: 2/158; Hacc: 2/32, 36.

[7]
bkz. Bakara: 2/158, 196-200; Âl-i İmrân: 3/96-97; Mâide: 5/95-96; Hacc:
22/26-29, 33-34.

[8]
Hucurât: 49/13.

[9]
Fetih: 48/28.

[10]
Tahsin Görgün, TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 397-399.

[11]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.