Fecir | Konular | Kitaplar

Hak-Bâtıl

Hak



Hak-Bâtıl



 

Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile
çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah'a göre, bu
değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakikat, Allah'a ait olduğuna
göre, sürekli hak hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah'ın Kitabı dışında
aramaları selîm aklın kabul edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır.
"Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sadece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O,
herşeye hakkıyla kaadirdir." (22/Hacc, 6) İlâh olan ancak O'dur, hak olan
ancak O'dur, Rab olan ancak O'dur. İbâdet ve tâate lâyık olan ancak O'dur.
Doğrular O'nun, yanlış ve hatalar insanlarındır. O'nun dışında tanrı kabul
edilen tüm sahte ilâhlar bâtıldır.

Bâtıl da gerçeğe uymayan, haklı olmayan,
haktan ayrı olan, boş ve anlamsız, hükümsüz ve geçersiz olan şeylerdir. Bâtıl da
yüce Allah'ın bildirdikleri ölçüde bilinir. Bâtılı, inanç yönünden ele alırsak,
sadece Allah'a ve Allah'ın inanmamızı istediği değerlere iman etmemiz gerekir.
Yani şirksiz bir iman, ancak gerçek/hak imandır. Yüce Allah'ın katında bâtıl,
boş ve anlamsız olduğu için karşılığı da yoktur. Öyle insanlar vardır ki,
ömürleri boyunca bâtıl uğrunda mücadele verir, bu uğurda çok büyük işler
yaptığına inanır, hatta bu yolda ölür. Ancak, hak/gerçek ile değerlendirilince,
bunların bütünüyle karşılıksız ve boş olduğu ortaya çıkar. Çünkü hak ve bâtıl
insanlara göre değil; Allah'a göre sonuçlandırılır. İmanî konularda olsun,
sosyal hayatla ilgili konularda olsun, hayatın bütün boyutlarında hak ve bâtıl,
Allah'ın bildirdikleri ile bilinip alınmalı ve uyulmalıdır.  Bu  ölçünün 
dışında  başka kriterler kullanılırsa,  bunlar da, bâtıl terazi gibi,
tartılanlar da yanlış olur.  Hz. Ali'nin  dediği gibi,  "gerçeği  insanların
ölçüleri ile değil; insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıdır." Yani hak ve
gerçekler bize değil; biz onlara uymalıyız.

"Hakka/gerçeğe yardım edin. Hak size yardım
etmekte gecikmeyecektir."  "Hakkı her zaman savun, anlayan olmasa bile Rabbına
ve vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun."

"Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta
kendisidir; yalnız Hak olandır. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta
kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür."
(22/Hacc, 62) Bu âyet-i kerime,
hakkın ancak yüce Allah olduğuna yeterli bir kanıttır. Hakkın kendisi olan yüce
Allah'ın inzâl ettiği değerler de mutlak surette haktır/doğrudur. Yine bâtıl
olarak belirttiği hususlar da mutlak surette bâtıl ve karşılıksızdır. Bu
bağlamda diyebiliriz ki doğru/hak olan, mutlak surette hezimettedir. Bâtıl
şeyler, ancak inançsız insanlar arasında kabul görür. Bu konuda Mekke
müşriklerini düşünelim. Uzun yıllar kafalarını boş inançlarla beslemeye
çalıştılar, onlarla oyalandılar. Ne zaman ki hak olan doğrular kendilerine
geldi; işte o zaman yıllardır içinde oldukları bâtıl inançların boş olduğuna
inandılar ve nasıl bu boş şeylerin peşinden koşmuşuz diye hayrete düştüler.
Bununla ilgili Hz. Ömer'in câhiliyet devrinde bâtıl inanç ve davranış konusunda
kendisinin yaptığı bazı şeye ağladığını, bazısına da hayretle güldüğünü ifade
etmesi hatırlanabilir.

Bu böyledir. Işık geldiğinde karanlığın
anlamsız olduğu, bir değer ifade etmediği ortaya çıkar. Dahası var; ışık
geldiğinde daha önce karanlıkta yaşayanlar, bu kadar karanlıkta nasıl
kaldıklarına hayret ederler. İşte hak/doğru da böyledir. Yeter ki alınsın ve
kabul edilsin. Kabul gördükleri yerleri mutlak surette aydınlatır ve oralarda
artık karanlık kalmaz; zira hak gelince bâtıl zâil olur. İşte o hak, yüce
Allah'ın kendisi ve Kitabı'dır.

Şimdi sormak lâzım: Böyle bir
nurun/aydınlığın sahibi mi ibâdete lâyıktır, yoksa bir şey yapmaktan âciz putlar
mı? Veya yığınlarca sahte ilâhlar mı? Evet hangisi? Aklını ve beynini herhangi
bir yere entegre etmemiş her sağduyu sahibi, ibâdete lâyık olanın Yüce Allah
olduğunu bilir ve kabul eder; zira mülk sahibi ve tasarruf sahibi ancak O'dur.
Bu doğruyu bilmemesi için insanın akılsız, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir.
Aklını/kalbini kullanan, hakkı gören, işiten ve söyleyen insan, yüce Allah'ı
bütün sıfatlarıyla bilip tanıdığı gibi, gerçek vahyin doğruluğundan da asla
şüphe etmez. Hakkın mutlak surette bâtıla galip geldiğine şeksiz iman eder.
Bugün eğer bâtıl galip görünüyorsa, bu, müslümanların zaafiyetinden
kaynaklanmaktadır. Allah her an için müslümanları imtihan etmektedir. Eğer
müslümanlar yükümlülüklerinin bilincinde olurlarsa her zaman galip gelecek olan
kendileridir. Bu galibiyetin gerçekleşmesi uzak değildir ve  dünyadadır; ancak
bu galibiyeti dilerse Allah âhirete bırakabilir.

Allah dilerse mü'minlerin güçleriyle hakkı
bâtıla muzaffer kılar, dilerse bir kâfirin gücüyle de hakkı bâtıla galip kılar.
Ancak, hakkı bâtıla karşı muzaffer kılma görevini biz müslümanlara yüklemiştir.
Onun için biz, bu sorumluluktan hiçbir zaman kendimizi muaf tutamayız. O, nasıl
galip kılmaya çalışırsa çalışsın, biz sorumluluğumuzu bilip ona göre hareket
etmeliyiz, aksi takdirde görevimizi yerine getirmemiş oluruz. Aslında hakkın
olduğu yerde bâtılın yaşaması, bâtılın olduğu yerde de hakkın yaşaması güçtür.
Bu güç, görünürde bile böyledir. Bu konuda Kur'an şöyle buyurur: "Hayır, biz
hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de
bakarsın ki o, yok olup gitmiştir."  (21/Enbiyâ, 18).

Peygamberler tarihine baktığımızda bütün
peygamberlerin geliş amacının bu olduğunu görürüz: Bâtılı yok etmek ve yerine
hakkı/doğruları yerleştirmek. Peygamberlerin izleyicileri de bunu yapmak
zorundadır. Zaten bâtılın hâkimiyet hakkı yoktur. Sözlük anlamı ile de tanındığı
gibi bâtıl, boş olan, anlamsız olan şeydir. Boş ve anlamsız olan bir şeyin
hâkimiyet/egemenlik hakkı nasıl olabilir? Hâkimiyet hakkı, ancak
hakkın/doğruluğun, gerçeğin hakkıdır. Bâtılın hakkı ise zâil/yok olmak ve
kovulmaktır. "De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya
mahkûmdur." (17/İsrâ, 81).

Nasıl ki güneş doğunca karanlık yok
oluyorsa, hak geldiğinde de bâtıl öylece yok olacaktır. Ateşin alevi de
böyledir. Yükseklerde azametli ve sağlam görünür, fakat kısa zaman sonra sönüp
yok olduğu görülür; külü bile zamanla kaybolur gider. Su köpüğü de böyledir.
Köpük, belli bir süre suyu kapatıp kendini göstermeye  çalışır,  ancak  belli
bir süre sonra kendisi söner; bâki kalan su olur. Bu yüzden bâtıl, çok heybetli
de görünse yapı itibarıyla devamlılık arzedemez. Çünkü yaşamak için temel
enerjisini, yakıtını kendi özünden değil; dış etkenlerden alır. Taşıma su ile de
değirmen dönmez. Dış etkenler yok olduğu an kendisi de çöker gider. Halbuki hak
böyle değildir. Onun tüm gücü kendi özündendir. Önüne birtakım şeytanî
engellerin çıkması doğaldır. Ancak bu engeller hakkın gücüne karşı yaşayamazlar.
Çünkü hak, Allah'ın kendisidir, O'nun emirleridir ve sonsuza kadar da yaşayacak
olan O'dur.

Bâtılın dayanağı, kuvveti şeytandır, zulüm,
baskı ve dayatmadır. Bunlar, hak olmadığı, hakkın karşısında olduğu için uzun
ömürlü olamazlar. Eğer biz, lâyık olursak Allah, hakkı bâtılın tepesine indirir
ve bâtılı ortadan kaldırır. Eğer biz lâyık olmazsak, o zaman da bâtılın zulüm ve
haksızlığı altında kalır ve inim inim inleriz. Nitekim bugün müslümanların çoğu
bu zulüm ve haksızlık karşısında hakkı haykırmayıp sustuğu için de kısır döngü
içinde bâtıl, sadece renk değiştirip farklı boyutlarıyla zulmünü devam
ettirmektedir. Ve biz, kendimizi değiştirmek istemediğimiz sürece Allah bizi,
bizde bulunanı ve yönetimimizi değiştirmeyecektir (13/Ra'd, 11). Bu, değişmeyen
ilâhî bir kanundur. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur.

Risâletin ilk yıllarındaki müslümanların
durumuna bir göz atalım: O günlerde çektikleri işkenceler doruk noktasına
ulaşmıştır. Bu ağır işkencelerden az da olsa kurtulmak için, Allah Rasülü
tarafından bir kısım mü'min Habeşistan'a gönderilmişlerdi. Ancak kalanlar
üzerinde baskı ve işkenceler devam ediyordu. Peygamber'in hayatı bile tehlike
altındaydı. Kısaca zâhirdeki alâmetler, bâtılın galip olduğunu gösteriyordu ve
zâhirde hakkın bâtıla gâlip geleceğini gösteren pek açık deliller de yok
gibiydi. Ancak müslümanlar, her ne surette olursa olsun, mevcut haksızlık ve
zulümden kurtulmak istiyorlardı ve bu uğurda da tâvizsiz ve destansı bir 
mücadele veriyorlardı. İşte bu samimiyetlerinden, çetin direniş, mücadele ve
fedakârlıklarından dolayı, Allah onlara kısa bir zaman sonra fetih ve zaferi
müjdeledi ve böylece hakkı bâtıla galip kıldı.

Bugün için de hakkın bâtıla galibiyeti güç
görülebilir. Aslında hiç de böyle değildir. O gün Mekke devleti, Bizans
imparatorluğu, Sâsânî/Fars krallığı hakkın karşısında duramadıkları gibi,
bugünkü bâtıl rejimler/devletler de hakkın karşısında sebat gösteremeyecektir.
Yeter ki hakkı hak olarak tanıyalım, hakka hak olarak sahip çıkalım ve yeter ki
hakkı bâtıla karıştırmadan kendimize rehber edinelim. Gerisi Allah'ın elindedir
ve biz inanıyoruz ki yüce Allah dün bu galibiyeti bizden önceki müslümanlara
ihsan ettiği gibi bize de ikram edecektir. 

Hakkın yolunu açan ancak iman ve takvâdır.
İman ve takvâ, hak yolu aydınlığa dönüştürür. "Ey iman edenler, eğer
Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir
anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük
lütuf sahibidir." (8/Enfâl, 29). Yeter ki insanlar, hakka kulak versinler ve
hakkı anlamak isteyip ona teslim olsunlar; Allah onlara yardım edecektir.
Aslında hakikat gayet açıktır. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak; veya
Allah'tan başkasından gelen hevâ ve heves, yani bâtıl. İkisinden sadece biri.
Mü'min için Allah'ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir.
(3)

Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer
(13/Ra'd, 17). Varlığı ve hareket etmesi suya bağlıdır. Ama ilk aşamada kendi
gider gibi görünen bâtılın, sonunda suyun sayesinde hareket ettiği  ve  esas 
olan  şeyin  su  olduğu  ister istemez ortaya çıkar. Tarih boyunca da sayısız
zâlim, tâğut, zorba ve diktatör insan, bâtıl oldukları halde kendilerinin hak
olduğunu iddia ederek insanlara egemen olmuş  ve bu hileyle uzun yıllar mazlum
ve müstaz'af insanları sömürüp durmuşlar. Ama bâtılın daimî olmayacağından ve
her zaman için kendi varlığını sürdüremeyece-ğinden, bir süre sonra hak ortaya
çıkmış ve bâtıl yok olmuştur. Bâtıla sarılarak kendileri için bir çıkar yol
bulmak isteyenler bile haktan yardım almakta ve gerçekte bâtılın esassız,
temelsiz, geçici bir şey olduğunu kabul etmektedirler.   

Hak, ilâhî menşe ve kaynağa sahip olan
bütün insanların pak fıtratlarında bulunan bir güçtür. Hak, Allah'ın, varlık
âleminin temelinde, insanlar arası ilişkilerde tespit ettiği bir kanundur. Hak,
ilâhî kaynağa; bâtıl ise şeytanî kaynağa sahiptir. Hak, ebedî kalma özelliğine
sahiptir; bâtıl ise zâil olmaya, yok olup gitmeye mahkûmdur. Hak,  üstünlüğünü,
yenilgi kabul etmez güç ve özelliğini, insanların pak fıtratında yer alışından,
ilâhî özelliğe sahip bulunuşundan almaktadır. "Hak Rabbindendir. Şu halde
sakın kuşkuya kapılanlardan olma!" (2/Bakara, 147) "De ki ey insanlar!
Kuşkusuz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa o, ancak kendi
nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır.
Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim." (10/Yûnus, 108)

Kur'an, açıkça, bâtılın hak sayesinde
gündeme geldiğini ve yine haktan yardım alarak var olduğunu beyan buyurmaktadır.
Farazâ, eğer hak ve doğru olmasaydı, bâtıl ve yalan da olmayacaktı. Zira halk
eğer yalan bir şeye inanıyor, bâtıl bir şeyin peşinden gidiyorsa, bu,
hakkın/doğrunun var olduğundandır. Halk doğru ve hak diye bildikleri için bâtıl
ve yalanı kabul ediyor. Eğer hak ve doğru var olmasa ve her şey bâtıl ve
yalandan ibaret olsaydı, insanlar, kesinlikle bâtıl ve yalanın peşinde
gitmezlerdi. Çünkü boş, temelsiz ve gerçek dışı bir şeyin peşinde gitmek, onu
kabul etmek akıl ve ilâhî fıtrata sahip kimselerin yapacağı bir şey değildir.   
  

 

Hak temel, bâtıl ise görecelidir. Bâtıl,
sürekli galip gelemez; sürekliliği olan, hayat ve medeniyeti sürdüren hak
olmuştur ve öyle olacaktır. Bâtıl, önce parıldayan, daha sonra sönen ve

yok olan geçici bir şimşeğe, kısa bir
müddet sonra sönmeye mahkûm ışık gösterisine benzer (2/Bakara, 17-20). İnsan,
bâtılın geçici olarak gelip hakkın üstünü örttüğünü görür. Fakat sürekli olarak
kalabilmeye gücü olmadığından bâtıl yok olur gider. Bâtılın parazit ve bağımlı
bir vücudu vardır, geçicidir. Devamlılığı olan haktır. Eğer bir toplum, tamamen
bâtıla yönelmişse, tarihte helâk olan toplumlar örneğinde olduğu gibi yok olmaya
mahkûm olmuştur. Yani tamamınyala bâtıla yönelmek ve haktan tümüyle kopmak, yok
olmakla aynı şeydir. Bâtıl ölümlü bir şeydir, ölüme mahkûmdur. İçten içe
ölmekte, can çekişmektedir. Zevâle doğru gitmektedir. Bazı ölümlerde görüldüğü
gibi tedrici olarak yok olmaktadır bâtıl.     

Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer
(13/Ra'd, 17). Öyle ki, eğer cahil biri gelip de bu durumu görür ve hadisenin
içyüzünden haberi olmazsa, akmakta olan köpükleri görür; bu köpüklerin altında
olan yağmur sularına dikkat etmez. Halbuki böyle çağlayarak akan sudur, köpük
değil; fakat köpükler suyun yüzünü kapladığı için, meselelere yüzeysel olarak
bakan, olayların içyüzünden haberdar olmayan gözler ancak köpük görür. İşte
bâtıl da böyledir; yani hakkın üstünü örtüyor. Öyle ki eğer biri toplumun dış
görünümüne bakacak olur ve onun derinliklerine dikkat etmezse, başta olan egemen
güçleri, etkili ve yetkili kimseleri görür sadece. Fakat, insan toplumun içine
girdimi, zâhirde göze hemen gözükmeyen fakat gerçekte toplum çarklarını harekete
geçirenleri görür ve onları, doğruluk ve sadakatle beraber hakka uygun olarak
bulur. Toplumun içinde esas dinamiklerin, toplum fertlerinin İslâmî ve insanî
fıtratıdır, haktır ve hakka bağlılıktır toplumu ayakta tutan.  Toplumun
ekseriyetini iyiler, sâlih amellerinin fesadlarına galebe çaldığı insanlar
teşkil ediyor. Onlardaki fesad da, cahillikten, bilmediklerinden, noksanlıktan
ileri geliyor. Tâğutların aksine, böyle kimseleri esas suçlu  saymak,
sapıklardan, bozgunculardan saymak doğru olamaz. Hak ve hak düzeni esastır,
temeli vardır ve su gibi altta faâliyet gösterir ve toplumu ileri götürür. Fakat
bâtıllar onun üzerinde olup, kendilerini göstermek isterler.

Âyetteki su-köpük örneğinden yararlanılan
diğer bir nokta da şudur: Bâtıl, hakkın asalağı olarak meydana gelir ve hakkın
gücü ile hareket eder; yani güç kendine ait değildir, aslında güç hakka aittir,
bâtıl ise hakkın gücü ile hareket eder. Suyun üzerinde bulunan köpük de,
kendinde var olan bir güç ile hareket etmez. Köpüğü harekete sokan, onu götüren
suyun gücüdür. Bâtıl, hakkı hakkın kendi kılıcı ile vuruyor, öyleyse bâtıl,
hakkı kendi hizmeti altına sokmuştur, bâtılın yararlandığı aslında hakkın kendi 
gücüdür.  İnsanın  bedeninden,  kanından  geçinen  bir  mikrop gibi ne kadar
fazla gıdalanırsa, o kadar fazla şişmanlar ve güçlenir. Fakat karşılığında
insan, her geçen gün daha da zayıflar, gözleri sararır ve güçsüz bir duruma
düşer.

Kur'an'ın bu örneğinden anlıyoruz ki,
sular, sel olup akmaya başladığı zaman, aslında hareket eden, güçlü olan ve
karşısına gelen her şeyi sürükleyip götüren sudur. Fakat ilk bakışta hareket
edenin köpük olduğu görülür. Eğer su olmasaydı, köpük asla hareket edemezdi.
Suyun hareket edişinden ve sudan yararlanarak hareket edebilmekte ve
ilerleyebilmektedir. Dünyada her zaman bâtıl, hakkın gücünden yararlanır. Meselâ
doğruluk hak; yalancılık bâtıldır. Eğer âlemde doğruluk bulunmasa yalan
bulunamaz, yani eğer dünyada doğru söyleyen bir kimse bile bulunmaz ve bütün
insanlar yalan söylerse yalan kendi işini yapamaz, çünkü kimse inanmaz. Bugün
yalandan niçin yararlanılıyor?

Çünkü dünyada doğru söyleyen fazladır;
başkasının kendisine yalan söylemesini kimse istemediğinden o da başkasına yalan
söylememeye çalışıyor. Eğer kişi yalan söyleyecek olursa, karşı taraf doğru
olduğunu sanır ve aldanır. Yalanın/bâtılın kabul edilmesi, kendisinden değil;
onun doğru/hak kabul edilmesindendir. Yalan, kabul edilme gücünü, kendini doğru
diye takdim etmesinden alır. Şayet doğruluk olmasaydı, hiç kimse yalanın
peşinden gitmezdi. Yalanın peşinde gidenler, onu doğru sandıkları için,
aldandıklarından gitmektedir.

Zulüm de buna benzer. Eğer dünyada adalet
bulunmazsa zulmün olmasının da imkânı yoktur. Eğer insanlar arasında itimat ve
güven diye bir şey bulunmazsa, herkes birbirlerinden bir şey  çalmak,  hırsızlık
yapmak isterse, o zaman insanların en zâlim olanı dahi bir şey çalamaz. Çünkü o
da, halkın birbirlerine karşı olan şeref, vicdan, güven ve itimatlarından,
birbirlerine karşı insaf, kardeşlik ve eşitlik ilkelerini gözetmelerinden çıkar
elde ediyor, çünkü toplumun esasını koruyanlar bunlardır. Zâlim ise bunların
kenarında hırsızlığını yapabilir. Zâlimler, diktatör tâğutlar, fakir halkın
sırtından geçinmek istediklerini, onların mallarını çalıp talan etmek niyetinde
olduklarını söylemezler. En zâlim rejimler, açıkça zulmü savunmazlar. Tam
aksine, devamlı dünya barışından, hürriyetten, insan haklarından dem vurur,
bunların savunucusu olduklarını iddia ederler. Halbuki onların çoğu, belki de
hepsi bu konularda yalan söylüyorlardır. Onlar, bu kavramların gölgesinde
yaşamak, işlerini yürütmek istiyorlar.

Hürriyet adı altında hürriyetleri yok
etmeğe, barış adı altında savaşın en alçakçasını sürdürmeğe, insan hakları
diyerek mazlumların haklarını çiğnemeğe çalışıyorlar. "Ey özgürlük! Senin adına
dünyada ne cinayetler işlendi, ne kadar insan köleleştirildi!" Bütün bunlara
bâtılın haktan beslenmesi denir. (4)                      

"(Müşrikler,)Sana vahyettiğimizden başka
bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden
saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni
sebatkâr kılmamış olsaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin
(tâviz vercektin). O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını
kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."
(17/İsrâ, 73-75)   

İslâm nazarında insan, yaratılış itibariyle
hakka meyilli olarak dünyaya gelmiştir ki buna fıtrat veya İslâm fıtratı denir.
İslâm'a göre, insanın bâtıla yönelmesi, yaratılışı ve yapısıyla çelişen bir
durumdur.