Fecir | Konular | Kitaplar

Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret

Ölüm




Ölüm;
Gurbetten Vuslata Hicret

 

Ölümü tefekkür ederek yaşamak,
hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını
ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce
kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saata kadar kalacakmış gibi
yaşar ve tercihini ona göre yapar.

"Ama siz, dünya hayatını tercih
ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır."
(A'lâ: 87/16-17)

Aşağı yukarı her insan, bir eşya
satın alırken, önüne konan iki maldan "iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek daha
kalıcısını tercih ettiği halde, Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini
tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor.

"Hayır, siz acele geçiveren şu
dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!"
(Kıyâme(t): 75/20-21).

Hayır, siz yaptığınız işlerin
karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için
karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz.



"Muhakkak sizi biraz korku, biraz
açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder,
deneriz. Sabredenleri müjdele."
(Bakara: 2/155)

"Yoksa içinizden Alah cihad
edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?"
(Âl-i İmran: 3/142)

Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların
ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle
durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir.
Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici
zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum
kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de
daha ağır âhiret azabına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir:



"İnkâr edenler, ateşe sunuldukları
gün, onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız,
onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz' 
denir." (Ahkaf: 46/20)

Kur'an'a baktığımız zaman adeta tüm
azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz.
O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak.

"Hayır, doğrusu onlar âhiretten
korkmuyorlar." (Müddessir:
74/53)

Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı
insanda ilk etapta âhiret endişesi  oluşturmaya çalışır. Bu endişe  belli bir
boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit
oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar
yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince
evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki,
bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne
kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya
malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.

Âhirete imanı, âhiret endişelerini,
cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda
motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de
kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek
otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre
ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün
cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir
iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki;
insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa  bir  süre içinde beni
unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?



Ama düşünün ki "bir varlık" var ve
"bir gün"  var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat
kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık
ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye
ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici.
İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızasını kazanmak idealiyle
yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızasını kazanma" amacıyla iyi
şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz.
Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar,
fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.



İnsanın ve insanlığın kemali,
âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin
âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir
ahlakî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın 
babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın
bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı
olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız
kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı
cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu faziletli bir toplum
çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.

Kur'an ve Sünnette Allah'a iman ile
âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi
bir Allah'a inanıyorsunuz. Yani Allah'ın, kendi varlığınızı ve her şeyi
yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah'ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz.
Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor.
Allah aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah'a inanmakla inanmamak arasında
ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah'ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları
cezalandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zalimin cezasını görmediği,
mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden
sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten
âhiret gününün bir başka adı da "din günü"dür. Din'in sözlük anlamlarından
birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan işlerin
karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.

İki insan düşününüz. Birincisi hep
onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif
çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye
bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş.
İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi
cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem
bilmiş  ve  korumuş.  Birincisi  her  türlü ahlakî kurallardan ve insanî
faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi
Allah'ın kendisi için çizdiği sınırları yine O'nun sevgisi ve korkusuyla
çiğnememiş ve hep ahlakî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları
yaşamış.

Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten
sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi
akla, hangi vicdana ve hangi adalete sığar?[1]

Dünyanın; ekolojik anlamda tabii
dengenin bozulması sınırından; ahlakî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda
da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin,
tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla
yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen  "halifesi" olarak
seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri
için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.

Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı
tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici
çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal
edici gayri ahlakî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın
sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları
ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en
erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.

Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana
üflenen ilahî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa
sunacağı ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret
bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz
çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak
olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak
tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün
her yöresinde her gün her saat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına
varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar
manasına geliyor.

Dünya ve içindekilerin gelip geçici
olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm
insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç
kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve
âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.



Âhiret inancını hayatın tam ortasına
oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her
müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan
çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman
insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması
ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve
eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden
yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz'in karşısına tek tek çıkacağımız,
titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu
mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani
gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için
de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.

Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar
uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah'sız,
âhiretsiz, ed-Din'siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan
şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu
bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin
doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan
batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler
kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan
yaşadığımız toprakların  insanlarını,  inkârın,  şirkin,  sapmanın,  yüz 
çevirmenin,  yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî
değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın,
usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların,
sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı
bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan
Allah'a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin
gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay
değildir.

Yaşadığımız toplumda bir asra yakın
ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar
temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb.
ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu
kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu
şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret
bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci
insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret
bilinci de hayattaki putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı
değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan
faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden
korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu
görürüz.

Eğer insanlar tevhid bilinciyle
yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi
kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa,
işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun
kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya
sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde
tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün
teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi
arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine
rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan
daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur.
Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki
gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde buu gerçeklere inanıyor olmanın
rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı
sevmek daha meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin
bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var
saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa
âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların
yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.

"La ilahe illallah"ın bütün bir
tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da,
yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup
da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir
şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş
gibi davranmanın, hiç bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka
bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız,
şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan,
daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların
hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı
yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları
bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın,
şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret
bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda,
sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da mezar
başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.

Oysa düşmanın açık seçik belli
olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve
gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları
şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş
olarak yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak  yaşamak için çaba
gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici
gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan
dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti
olabiliyorsa, o zaman Allah'ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı
yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur'an-ı Kerim'de sık
sık "Allah'a ve âhiret gününe iman edenler" diyerek, iki ayağın kopmaz
birliğini vurgulamıyor mu?

Her gün ve her gece, namaz
sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyameti, mahşeri,
cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki
kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki
rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada
rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz.
Peygamber'e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım
şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz'den şu cevabı alırlar:

"Nasıl refah ve nimetin tadını
bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuz (sur)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş
ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor."[2]



Kabirlere, hele gece karanlığında
gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet
râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak
müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde
düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur,
içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın,
benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyametin kopmasını
bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyametin koptu. İşte bu
kıyamete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman
gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin,
yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın
üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin
huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve
hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm
uzakta değil; çok yakınımızdadır. 

Âhirete iman etmiş olmak, âhiret
bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri
arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü
âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan
hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve
dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara suresi 4. âyette Kur'an'ın doğru yola
kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken "âhirete inananlar" değil; 
"âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler." denilir. O
yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli
olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan
hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının
muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî
zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz;
âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan,
içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah'ın istediği vasatın dışında-
uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı
Allah'ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak
muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine
ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını
unutmamak zorundadırlar.

Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır
basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan
itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu,
ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk
kurabilen,  ölümün   koynunda   ömür  tüketebilen  Allah  erlerine! "
Rabbinizin  mağfiretine (bağışına) ve takva sahipleri için hazırlanmış olup
genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" (Al-i İmran: 3/133).
Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama
müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete
koşabilmektir.[3]
            

 

 





[1] M.
İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288.





[2]
Tirmizî.





[3] Bu
konu, Hüseyin Özhazar ve Hasan Eker'in Âhiret Bilinci adlı eserlerinden
büyük ölçüde yararlanılıp yer yer özetlenerek oluşturulmuştur. Ahmet Kalkan,
Kur'an Kavram Tefsiri.