Fecir | Konular | Kitaplar

Tıbb-ı Nebevî

Tıbb

Tıbb-ı Nebevî

Peygamberimiz'in tıpla ilgili
bilgilerine, tavsiye ve uygulamalarına İslâmî literatürde ve İslâm tıp tarihi
içinde "Tıbb-ı Nebevî" adı verilmiştir. Peygamberimiz, ciddî şekilde tıbbî
bilgilere sahip olduğu, bizzat tıp ve sağlıkla yakından ilgilendiği, kendisinden
bize ulaşan hadislerinden anlaşılmaktadır. Bu hadislerde tedâvi usulleri
bulunduğu gibi, ilâç olarak tavsiye ettiği birtakım bitkilerin isimleri geçmekte,
bazı hastalık çeşitleri sayılmakta ve bunlar için tedbirler tavsiye
edilmektedir. Bütün bunlar, tıbb-ı nebevînin konusunu teşkil eder.
Peygamberimiz, koruyucu
hekimlikle ilgili tavsiyelerde bulunmuş, hastalık, tedâvi ve ilâçlar hakkında
bilgiler vermiş, mü'minlerin sağlığını korumak için ferdî ve genel sağlığa
dikkat ve itina gösterilmesi konusunda kesin prensipler koymuştur. Temizlikle
(ellerin, vücudun, dişlerin, çevrenin temizliği vb.), beslenme ile
(faydalı/şifâlı ve zararlı/haram gıdalar, yeme ve içme âdâbı, perhiz, az yeme
vb.), sağlığın önemi ve imtihan olduğu, sabredilmesi, perhiz, kan aldırma ve duâ
ile tedâvi, çeşitli ilâçlarla tedâvi, hava değişikliği ile tedâvi vb.), bulaşıcı
hastalıklara karşı tavır, mikrop ve mikroplu ortamlarla ilgili tavsiyeler gibi,
tıbb-ı nebevîyi konulara ayırmak mümkündür.
Bu hadislerde zikredilen tıbbî
esaslar ile o günün tıbbını karşılaştıracak olursak, Rasûl-i Ekrem ile yeni bir
tıp anlayışının başladğını, tıpta devrim niteliğinde atılımlar olduğunu görmemek
mümkün değildir. Meselâ, o günkü Arapların vebâdan korunmak için eşek gibi
anırdıklarını, göz şaşılığını, hastayı dönen değirmen taşına baktırarak tedâviye
çalıştıklarını, üstlerinde bir tavşanın topuk kemiğini bulundurmakla hastalığa
karşı muâfiyet kazanacaklarını zannettiklerini, yılan sokmuş adamı, vücuduna
zehir yayılır diye uyutmadıklarını, bir devenin burnundaki yaranın iyi olması
için başka ve sağlam bir deveyi dağladıklarını hatırlamak yeterli olur. Yine,
bir şeyden korkan kadına yüreği soğumuş diye sıcak su içirdiklerini, çocukların
çürük dişlerini güneşe doğru atıp, böyle yapmakla yeni dişlerin muntazam ve
sağlam çıkacağını zannettiklerini biliyoruz. Tıbb-ı nebevîde ise bütün bu normal
akla ve gerçeğe uymayan tedâvi şekillerinin reddedildiğini, o günün tıbbına
müdâhale edildiği, yerlerine bugünkü modern tıbbın bile tasvip ettiği
prensiplerin getirildiğini görüyoruz. Her hastalık için bir devâ olduğu, bu
devâyı bulabilmek için çeşitli ilâçlar yapıp denenmesi gerektiği, şâyet bu ilâç
hastalığa uygun gelirse, Allah'ın izniyle hastanın iyileşebileceği
zikredilmektedir. O günün tıbbında uygulanan kan almaya (hacamat) izin
verilirken, yarayı dağlama yasaklanmakta, ancak son çare olarak istisnâî şekilde
izin verilmektedir. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in o günün tıbbında uygulanan
âdetleri aynen devam ettirmediğini, onlara müdâhale edip tashih ettiğini, yeni
prensipler koyduğunu göstermektedir.
Hadislerde o günün tıbbının
tesbit edemeyeceği açıklamaları da görmek mümkündür. Meselâ, bulaşıcı hastalık
için karantina sistemi (Buhârî, Tıb 30, 168, 169; Müslim, Selâm 92, 93, 94, 98,
100). Meselâ, mikrop ve sineğin hastalık taşıyan mikroplara sahip olduğu. Bir
hadiste şöyle buyurulur: "Birinizin yemeğine yahut içeceğine sinek düşerse
onu yemeğine yahut içeceğine daldırsın da sonra atsın. Çünkü sinek bir kanadında
hastalık taşıyorsa diğerinde de şifâ taşıyor." (Buhârî, Bed'u'l-Halk 17, Tıb,
58; Ebû Dâvud, Et'ıme 48; İbn Mâce, 31; Ahmed bin Hanbel, II/229, 246; Dârimî,
Et'ıme 12)
Hadis, sineğin mikrop ve kir
taşıdığını inkâr etmiyor, "kanatlarından birinde mikrop var" diyor. Sinekle
mücâdeleden de menetmiyor. Ancak, şâyet yiyecek ve içeceklere konarsa sineğin
tamamını daldırmamızı, ondan sonra atmamızı, zira bir kanadında mikrop varsa da,
ötekinde de şifâ bulunduğunu söylüyor ki, işte tartışma konusu burasıdır. İlk
bakışta, hastalık taşıyan bu böceğin şifâ taşıması akla aykırı gibi gelir, insan
da bunda şüpheye düşer. Fakat hadis, senet ve mânâ bakımından sahihtir. Hadis
iki anlam taşımaktadır:
a) Sineğin mikrop
taşıdığı ki, bugünkü bilim de bunu isbat etmiştir.
b) Diğer kanadında bu
mikrobun şifâsını taşıdığı. İşte münâkaşa noktası burasıdır. Bilim, uzun
zamandan beri Hz. Peygamber'in çok önceden haber vermiş olduğu sineğin mikrop
taşıdığı gerçeğine ulaşıldığını ve sinekler ile mücâdele edilmesi, onlardan
sakınılması gerektiğini açıklamaktadır. Fakat hadis, her çabaya rağmen şâyet
sinek yine yiyeceklere konarsa, o zaman yiyeceği dökmek yerine, sineğin tamamını
daldırıp sonra atmamızı söyleyerek, onun taşıdığı mikrop ilâcına (panzehire)
işaret etmiştir.
Bu durum karşısında modern
tıbbın görüşüne geçmeden önce birkaç önemli noktayı hatırlatalım:
a) Eskiden beri bazı
zararlı hayvanların zehirlerinde fayda ve devâ olduğu bilinmektedir. Bazen İlâhî
kudret, tek bir hayvanda iki zıddı birleştirmiştir. Meselâ akrebin iğnesindeki
zehirden panzehir de yapılır. Âlim Torbustî diyor ki: "Sineğin bir kanadında
mikrop, diğerinde şifâ ve devâ olması, Cenâb-ı Hakk'ın hârika yaratıklarının bir
alâmetidir." Arı da böyledir. Arı zehrini, romatizma, lumbago, ülser gibi
hastalıkların tedâvisinde kullandıkları gibi trahom tedâvisinde de faydalı
görülmüştür.
b) Tıpta yılan ve
zehirli haşerât zehrinden, yılan ve akrep sokmalarına karşı kullanılan bir serum
yapılmıştır. Bu, yerince hastalığı (seretan) ağrılarında da faydalı olmuştur.
c) Modern tıp, kirli
maddelerden, tedâvi tekniğinde yeni bir çığır açan maddeler bulmuştur. Küften
penisilin, kabir toprağından streptomicin elde edilmiştir. İş böyle olduğuna
göre sinekte de taşıdığı mikropları imhâ edebilecek hayvancıkların bulunması,
yani meydana getirdiği hastalığın devâsını taşımış olması mümkündür.
d) Hastalığı yapan,
mikropların kendisi değil; onların salgıladıkları zehirler (toksinler)dir. Beden
bu toksinlere karşı antitoksin çıkararak kendini korur. Acaba sineğin vücudunda
bu toksinlere karşı antitoksin meydana gelemez mi?
Bu, aklen mümkün olduğu gibi,
tıbben de birtakım deliller ile isbat edilmiştir Ama tıp, felsefe gibi teorik
delil ve kıyas kabul etmez, tecrübeye, deneylere dayanır. Bu hususu tecrübe
eden, inceleyen bilginler çıkmış mıdır ki, hadisin aklen ve ilmen sıhhati
meydana çıksın?
1871'ye Alman profesörü
Brifeild, Almanya halkı ev sineğinin, İmposa Mosouy adını verdiği mantar
cinsinden bir parazite müptelâ olduğunu keşfetti. Bu asalak, devamlı olarak
sineğin vücudunda yaşayıp geçinmektedir. Profesör yaptığı incelemede bu
parazitin, İntomophteraly adında bağlı yahut birleşik yosun mantarları (Sygmomysis)
denilen bir yosun mantarı türüne mensup olduğunu gördü. Bu parazit, su yosunu
mantarı denen (Phycomclspristiti) nin ikinci çeşidindendir. Bu asalak, hayatını,
sineğin vücudunda mevcut, içinde özel bir salgı olan yuvarlak hücreler
şeklindeki yağ tabakasında geçirir. Sonra bu yuvarlak hücreler uzar, meydana
gelen açıklıklardan yahut sineğin karın halkaları mafsallarından dışarıya çıkar
ve sineğin vücudunun dışına çıkmış olur.
Bu çıkış devri, bu mantarın
üreme devresidir. Bu devrede mantarın tohumları hücrenin içinde toplanır.
Hücrenin iç basıncı artar. Nihayet bu iç basınç o dereceye ulaşır ki hücre
cidarları buna tahammül edemeyerek patlar ve içteki tohumlar itme kuvvetiyle
hücrenin 2 cm. dışına fırlar. Cam içerisine bırakılmış ölü bir sineğe bakarsak
iki şey görürüz:
1- Sineğin etrafında
mantar tohumlarının dolanma alanı,
2- Sineğin son kısmı
olan üçüncü kısımdan sineğin karnına ve sırtına doğru içinden tohumların
fırladığı, uzun hücrelerin başları meydana çıkmış birtakım patlak hücreler.
Modern bilginlerin keşifleri,
Brifeild'in teorisini kuvvetlendirecek şekilde gelişmiştir:
a) 1945'de mantar
bilgisinde en büyük üstad olan Profesör Langiron devamlı olarak sineğin karnında
yuvarlak hücreler şeklinde yaşayan bir mantarda Anzim denen ayrışma gücü yüksek
bir salgı bulunduğunu açıkladı.
b)1947-1950 yılları arasında
iki Alman bilgini Arnstaine, Cook ve İsviçreli bilgin Rolius, javaein dedikleri
bir madde buldular. Bu maddeyi, sinekte yaşayan mantar türünden elde ettiler. Bu
maddenin hayatiyete zıt olduğunu (antibiotive) tifo ve dizanteri gibi birçok
mikropları öldürdüğünü anladılar.
c) 1948'de Berlin
Courtes, Heming, Geferies ve Mackjohan, Clotinsine dedikleri hayatiyete zıt bir
madde buldular. Bunu yine sinekte yaşayan aynı tür mantardan elde etmişlerdi.
Tifo, dizanteri vs. mikroplara karşı etkiliydi.
d) 1949'da iki Alman
bilgini Omcy ve Farmer ve İsviçre'den German, Roth, Athlenger ve Blathner,
iniatin adını verdikleri tek hücrelilerin yaşamasına zıt bir madde elde ettiler.
Bunu da sinekte yaşayan mantar türüne mensup bir mantardan elde etmişlerdi. Bu
maddenin dizanteri, tifo ve kolera gibi hastalık mikroplarına karşı etkili
olduğunu gördüler.
e) 1947'de Moftiş, sinek
ve vücudunda yaşayan mantarlara mahsus bir kültürden tek hücreli canlılara zıt
maddeler elde etti. Bunların dizanteri, tifo ve benzeri mikroplara karşı
kuvvetle etkili olduğunu gördü. Yine bunlar, hummalı/ateşli hastalıklara sebep
olan mikroplara karşı da tesirleri kuvvetli idi. Bu maddenin bir gramı, mezkûr
mikroplarla pislenmiş yüz litre sütü koruyacak güçte idi.
Yiyecek ve içeceklere düşen
sineği bu maddelere daldırma hareketi, sineğin vücudunda bulunan mantar
hücresine basınç yapar, içindeki tohumları ve sıvıyı sıkıştırır, bu sıkışma
neticesinde hücre patlar ve hücrenin içinden mikropları öldüren anzimler çıkar.
Bunlar sineğin taşıdığı mikroplara saldırıp onları öldürür. Bu sûretle yiyecek
ve içecekler, hastalık yapan mikroplardan temizlenmiş olur.
Modern ilim, zehirli mikropları
şiddetle imhâ eden bir parazitin bulunduğunu, bu maddenin ancak sineğin düştüğü
maddeye daldırılması sûretiyle meydana gelen basınç etkisiyle hücresinden
çıkabileceğini isbat etmiştir. İşte hadiste ifâde edilen de budur.[1]

Netice olarak diyebiliriz ki;
vahyin kontrolü ve irşâdı altında olan Hz. Peygamber (s.a.s.) yalnız şeriatı
öğretmek için gönderilmiş olmayıp, dünyevî konularda, dolayısıyla tıp konusunda
da en güzel örnektir. O, Arapların uyguladıkları tıbbı aynen almayıp, tashih
ederek, ferdî ve genel sağlığa dikkat edilmesi hususunda kesin prensipler koyup
yeni bir tıbbı başlatmış, birçok konuda bugünün tıbbının da dikkatini çekmiştir.
Kendisi tedâvi olmuş, tedâvi şekillerini ve tecrübeyle faydası tesbit edilen
bazı ilâçları tavsiye etmiştir. Ashâb da diğer dünyevî konularda olduğu gibi,
tıbbî konularda da Onu örnek edinmiştir.[2]



[1]
Sadettin Raslan, Terc. Süleyman Ateş, Hakses Mecmuası, Mayıs 1966, sayı 17,
s. 4.

[2]
Mahmud Denizkuşları, Peygamberimiz ve Tıb, s. 37.