Fecir | Konular | Kitaplar

Şerrin Ehveni Olur mu?.

Şerrin Ehveni Olur mu

Şerrin Ehveni Olur mu?

Özellikle Hakkın hâkim
olmadığı, şer ve fesâdın devlet ve çevre eliyle mecbûrî istikamet olarak
gösterildiği yerlerde çoğu zaman iki şerden birini kabul etme mecbûriyetinde
kalırız. Bu takdirde yapılacak iş, şerrin ehvenini, yani daha hafifini kabul
etmekten geçer. Burada hayırla şerrin karşılaştırması yapılıyor değil. Elbette
ki hayırla, ehven-i şer karşı karşıya gelince hayır işlenecektir. İki şerden
birinin tercih edilmesinden başka bir seçenek olmadığı durumda ne yapılacağı,
nasıl hareket edileceğiyle ilgili olarak, ehven-i şerrin tercih edilmesi,
zararın en az atlatılması olarak değerlendirilmelidir. Istılâhât-ı Fıkhiyye
Kamusunda bu gerçek, "iki fesad teâruz ettikde (karşı karşıya geldiğinde) ehaffı
(daha hafifi) irtikâb olunur" şeklinde kurallaştırılır ve iki ayrı misalle
açıklanır: "Yangında, yangın yerine yakın evlerin yıkılması, yangının büyümesini
önleyecekse bu yola tereddütsüz gidilir." "Batmaya yüz tutan geminin bir kısım
yükleri denize atılır."
Ehven-i şer için, naklî delil
olarak, "Fitne, katilden daha büyüktür (beterdir)." (2/Bakara, 191, 217)
âyet-i kerîmesi getiriliyor. Yani, fitneye sebep olacakları katletmek, fitneye
yakalanmaktan daha ehven. Mutlak mânâda, adam öldürme elbette arzulanmaz. Ama bu
adamlar fitneye sebep olacaklar ve bu yüzden nice insanların maddî ve mânevî
hayatları tehlikeye girecekse, bu katl olayı ehven kalır. "Hayr-ı kesîr için,
şerr-i kalîl kabul edilir." Yani, çok hayır için, (başka bir yol yoksa) az bir
şer kabul edilir. Büyük bir hayrın gelmesi, az bir kısım şerlere bağlıysa o
şerler, istenmeyerek de olsa, kabul edilecektir. Kangren olmuş ve kesilmesi
gereken bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki, zâhiren şerdir. Parmak
kesilmezse el kesilir; şerr-i kesîr olur." Parmağın kesilmesi elbette şer. Ama
elin kurtulması için bir parmağın fedâ edilmesi gerekiyorsa bunu yapmak gerekir;
aksi halde şer büyür; parmak yerine el kaybedilir.
"Hayır", bir tek hakikat olduğu
halde, sonsuz denecek kadar çok şûbelere ayrıldığı gibi, şer de öyledir. Onun da
nice alt birimleri, yan kolları vardır. Meselâ, sağ el ile yemek sünnet ve
hayır; sol elle yemek ise bunun zıddı, yani şer. Aynı şekilde, namaz kılmak
hayır, bunun terki ise
şer. O halde, ehven-i şer
yoktur diyerek, sol elle yemek yemeyi, namaz kılmamakla eşit tutmak mümkün mü?
Ticarî hayatta da kâr gibi, zararın da nice dereceleri var. Zarar da şerdir,
iflâs da. Ama bunları eşit kabul edemeyiz. "Zararın neresinden dönülürse kârdır"
deriz. Kur'an'da, "mü'minlere en şiddetli düşmanlığı yahûdilerin ve müşriklerin
yaptığı beyan edilir (5/Mâide, 82). Hıristiyanlar ise, bu iki gruba göre daha
ehven sayılır (bkz. 5/Mâide, 82). Kendi halinde, kimseye karışmayan sıradan bir
kâfirle, İslâm'a karşı her imkânıyla savaşan İslâm düşmanı bir harbîyi eşit
kabul edemeyiz.
Üç kişi düşününüz: Birisi
alkolik olsun, diğeri hem alkol alsın, hem de kumarbaz olsun. Üçüncüsü ise, hem
alkolik, hem kumarbaz ve hem de hırsız olsun. Bunların üçünün de yaptıkları şer
ve bunların üçü de şerli kimseler. Ama, birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye
göre ehven. Hepsi kara, ama tonları farklı.
Mü'min, mecbur kaldığında,
ehven-i şerle amel ettiği gibi; onun en büyük düşmanı olan şeytan da tam aksine,
"a'zam-ı şer" (şerrin en büyüğü) ve "ehven-i hayır" (hayrın en hafifi) ile amel
eder ve ettirmeye çalışır. Bunlar, onun vazgeçilmez prensipleridir. Onun en
büyük hedefi insanları şirke bulaştırmaktır. Bir mekruhu veya haramı gözde fazla
büyüterek Allah'tan ümit kestirmek ya da "ölmüş eşek kurttan korkmaz"
dedirterek, "bu yanlışı yaptın, öyleyse şu şirki ve küfrü de işle, nasıl olsa
aynı şey" diye telkinlerde bulunarak insana yaklaşır. Böylece haramlarla şirki
aynı terazide tartan şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zâlim bir müşrik
yapmaya çalışır. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan İslâm
düşmanı bir dâvâ adamına dönüştürmeye gayret eder. Bu onun son hedefidir. Zira
dâvâ sahibi olmayan bir müşrik, şeytanın kölesi ise, şirki dâvâ edinen
savaşçılar onun can yoldaşıdır; Kur'an tâbiriyle "şeytanın askerleri/hizbi."
Bütün bunlar, şeytanın, "a'zam-ı şer" ile amel ettiğine örneklerdir.
Şeytan, bütün oyunlarını boşa
çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen mü'minlerde taktik değiştirir. Onlar
hakkında ehven-i hayırla amel eder. Mü'minin imanına ilişemeyeceğini anladımı,
onun ibâdetiyle uğraşır; ibâdetsiz bir mü'min olmasını arzu eder. Bunu
başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nâfilelere yanaşmamasını ister.
Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibâdetlerle meşgul olmasını,
başkalarına tebliğ etmemesini arzu eder. Ve mü'minlere şu yollu telkinlerde
bulunur: "Her koyun, kendi bacağından asılır!", "Koyunu koyun, keçiyi keçi
ayağından asarlar!" Şeytanın, "ehven-i hayır" ve "a'zam-ı şer" ile amel etmesi
ne kadar desîse/entrika gereği ise; bizim de onun tam tersine, "a'zam-ı hayır"
ve "ehven-i şer" ile amel etmemiz o kadar hikmetli olacaktır. (10) Tabii ki,
hayrın ve hakkın olduğu veya uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar
edilmez.
Bazı müslümanlar, "şerrin
ehveni olmaz!" derler. Bu söz, hiçbir günahın küçük görülmemesi mânâsına
söyleniyorsa, takvâ kasdıyla ifade ediliyorsa, dinin temel esaslarından tâviz
verilmemesi gerektiği dillendiriliyorsa, doğrudur. Ama, baş ağrısını kanserle
bir tutma kabilinden, mekruhu haramla, veya günahı şirk ve küfürle aynı görmek
sözkonusu ise, bu söze katılmak mümkün değildir. Edille-i şer'iyye dediğimiz
dinin emir ve yasakları konusunda, "yapılması gerekenler" ve "yasaklar" gibi iki
liste yoktur. Bu tür hikmetlerden dolayı, farzdan, vâcibe, sünnete, müstahaba ve
mubaha varan bir merdiven vardır. Haramlar için de aynı durum sözkonusudur:
Şirk/küfür, haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh gibi dereceler. Örneğin, bir
müstahabı veya sünneti yerine getireceğim diye bir haramın işlenmesi hiçbir
şekilde, naklen ve aklen uygun görülmez.
Bu konuda unutulmaması gereken
husus, "hayır" ve "şer" tanımları ve hayrın/hakkın tercih edilmesi için bütün
yolların tıkalı olmasıdır. "Hayrın çok olması", mutlak hayır olması ve âhiretten
bağımsız olmayan hayır anlamında ele alınmalıdır. "Şerrin az olması" da, şerrin
izâfî/göreceli olması, dinin temel yasaklarını içermemesi demektir. Yani bu
konuda ölçü, dinin tâviz verilemeyecek esaslarından olmayan bir şer ile dünyâ ve
âhiret hayrının kast edilmesidir. Meselâ, "âhiret karşılığında dünya hayatını
satın almak" (2/Bakara, 86), "Allah'ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî
çıkar) ile satmak" (2/Bakara, 41), "hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı
gizlemek" (2/Bakara, 42) gibi konular hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ehven bir
şer kabul edilemez. Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında
hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, "ehven-i şer ve tâviz"
tanımları açısından önemlidir. Bu konu, şeytanın tâviz için insana
yaklaşabileceği bir alan olması hasebiyle, çok dikkatli olunmasını gerektiren,
hassâsiyet, ehliyet ve samimiyetle değerlendirilmesi zorunlu bir husustur.
Hayır ve şerrin ölçüsü
bellidir: Allah'ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın
tümü elinde olan Allah (3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20) sadece hayırlı
şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O'nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı
her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu
haram olan şeyler de hayır değildir. Mü'minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O,
duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah'ın kuludur. Hoşlandığı ve
hoşlanmadığı her konuda Rabbına itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve
duygularını da selim kılacak, onları da Rabbına teslim edecek, o zaman nefis de
mutmain olacak, Rabbının emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır.
O anda, Allah'ın emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.
Hayır sanılan şeyler, ancak
Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan
para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun,
Allah'ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek
hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı
kılmış olabilir (2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19). Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın
yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur'an bunun şartlarını açıklar (3/Âl-i
İmrân, 110). Müslüman, Allah'ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı,
kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra
teşvik etmeli, Allah'ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da
uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
"Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır
dilerse, O'nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını
kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(10/Yûnus, 107)
"De ki: Mülkün gerçek sahibi
olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın.
Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü
hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin."(3/Âl-i
İmrân, 26)

1- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın
Temel Kavramları, s. 623-624
2- Süleyman Ateş, Kur'an
Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30
3- A.g.e. c. 19, s. 308-309
4- Muhiddin Bağçesi, Şâmil
İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. S. 28
5- Ali Ünal, Kur'an'da Temel
Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
6- Lütfullah Cebeci, Kur'an'da
Şer Problemi, s. 307-311
7- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.
259-262
8- Mustafa Çağrıcı, T.D.V.
İslâm Ansiklopedisi, 17/46
9- A.g.e. s. 45
10- Alâaddin Başar, Nur'dan
Kelimeler, c. 2, s. 104-108