Fecir | Konular | Kitaplar

Tûfân'ın Arkeolojik Delilleri

Tûfân

Tûfân'ın
Arkeolojik Delilleri:


Kuran'da helâk edildiği haber verilen kavimlerin
birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir teSâdüf değildir. Arkeolojik
verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani
olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.

Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması
durumunda -ki bu bir doğal felâket, ani bir göç veya bir savaş sonucu olabilir-
bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları
evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın
altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden
saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli
ipuçları sunmaktadırlar.

İşte Nûh Tûfânıyla ilgili birçok delilin
günümüzde ortaya çıkarılması bu sâyede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında
gerçekleştiği düşünülen Tûfân, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun
yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tûfân'ın açık
delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.

Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tûfân'ı
araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca
dört şehirde büyük bir tûfân sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felâketinin
izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur,
Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ
3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.

Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım:
Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele
geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000'li yıllara kadar
uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri,
tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim
bölgesi olmuştur.

Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan
arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felâketi sonunda
kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana
çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British
Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan
Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından
ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in
yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den
1934 yılına kadar sürdürülmüştür.

Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi
arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey
Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı.
Bu halka dair bilgi elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. ReÂder's Digest
dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:

Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok
önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı.
Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta
birçok efsanevi sanat eserlerine rastlAdılar. Miğferler, kılıçlar, müzik
aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok
daha önemli olan başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir
ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar.
Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı Âdları taşıyan yazılar bulmuş,
hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin Adına
rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı
neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan
daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.

Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley
kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler
çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak
çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire herşey durdu." Woolley
böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun
getirdiği temiz çamur."

Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar
temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler,
tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin insanları
tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına
rastlAdılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı.
Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca
mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok
edecek kadar büyük bir tûfân tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu.
Gılgamış Destanı ile Nûh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda
ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu (Fred Warshofsky, "Ur of the Chaldees",
ReÂders Digest, Aralık 1977).

Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard
Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde
oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felâketinin
sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek
kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tûfân'ın
kalıntıları olarak tanımlAdı (Max Mallowan, Noah's Flood Reconsidered, Iraq:
XXVI-2, 1964, s. 70).

Bu veriler, Tûfân'ın etkilediği yerlerden
birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz
konusu kazının önemini şöyle ifâde etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik
kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada
bir sel olduğunu ispatlamış oldu."
(Werner
Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of
the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 40)

Tûfân'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya
şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş
şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tûfân'dan sonra başa geçen
ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir ("Kiş" maddesi, Ana
Britannica, Cilt 13, s. 361).

Günümüzde Tel El-Fara olarak Adlandırılan Güney
Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tûfân'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu
kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania
Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000
yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda
rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu
bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu
("Şuruppah" maddesi, Ana Britannica, Cilt 20, s. 311).

Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ
3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felâketinin gerçekleştiğinin
anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt
4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu
tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine
yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet
Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı
Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nûh Tûfânı ile
ilişkilendirdi (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge
Ancient History 1-2, Cambridge: 1971, s. 238).

Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da
yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya
çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tûfân'dan
etkilenmişti (Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi, Ankara: 1993, s. 129).

Tûfân'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan
son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka
olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel
tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla
tarihlendirilmektedir (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, 176. dipnot, s. 19).

Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri
Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki
nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla
birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle
anlatılır: "Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını
açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş
bir işe karşı birleşti." (54/Kamer, 11-12); "Gerçek şu ki, su taştığı
zaman, o gemide biz sizi taşıdık." (69/Haakka, 11)

Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan
öğeler tek tek ele alındığında hepsi gâyet doğal olaylardır. Tüm bu olayların
aynı anda olması ve Hz. Nûh'un da kavmini böyle bir felâket için uyarması,
olayın mûcizevî yönünü oluşturur.

Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları
değerlendirildiğinde Tûfân'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak
doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bu tespit de, Tûfân'ın tüm Mezopotamya ovasını kaplAdığını
göstermektedir. Tûfân'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri
dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz.
Öyleyse Tûfân, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li
yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı
olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre
daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen
bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın
açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu
dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.