Fecir | Konular | Kitaplar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar

"Göklerde ne var, yerde ne
varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da
Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azab
eder. Allah her şeye kaadirdir." (2/Bakara, 284)
Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. Mülkte Allah'ın ortağı olmadığı gibi hüküm koymada da ortağı
yoktur. Yalnız göklerin ve yerlerin sahibi olan zâta ibâdet edilir ve
hükümlerine teslimiyet gösterilir. Allah'ın hükümlerine aykırı hükümler koymak
şirkti; bu hükümlere itaat edenler, dünya ve ahiret mutluluğunu elde edemezler.
Nefislerinizde gizlemiş olduğunuz duygu ve düşüncelerinizi açıklasanız da
gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker; eğer bu düşünceleriniz şeytanın
vesvesesi ise ve siz onu hayalinizde kurmuyorsanız veya haram olduğu için Allah
korkusuyla yapmaktan vazgeçiyorsanız bundan dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat
kötü zan, kin, nefret, haset, şahitliği gizleme gibi kalbi günahlardan veya
şeytanın vesvesesi sonucu yapmayı hayal ettiğiniz zina, hırsızlık vb. günahları
işleme imkânı bulamazsanız bile sizi hesaba çeker. Allah şirki asla affetmez.
Şirk dışındaki günahları ise dilediği kul için affedebilir. Şüphesiz Allah'ın
her şeye gücü yeter. Hiç bir şey O'nu aciz bırakamaz. O, herkese yaptıklarının
karşılığını verecektir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
diyor ki: Bu âyetin nüzul sebebinde iki rivâyet vardır: Birisi şâhitliği
ketmetmek ve doğruyu olduğu gibi söylemek hakkında nazil olmuştur, diğeri ise
mü'minlerden kâfirleri dost edinip, onları taklid eyleyenler hakkında nazil
olmuştur. Zira kalbin günahının küfür ile yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde
ve yerde bulunan her şey kayıtsız şartsız Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve
var olan düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun mülküdür. O'nun tasarrufu ve tedbiri
altındadır. Bütün kâinatta Allah'ın ilminden gizli hiçbir şey düşünülemez. O
hepsini bilir. Siz de bunlara dahil olduğunuz için sizin de içinizde ve
dışınızda ne varsa, ne yaparsanız onu da bilir. Ve siz içinizde bulunanı
açıklasanız da, gizli tutsanız da, her iki durumda da sizi onunla Allah hesaba
çeker. Bundan dolayı ne açık, ne de gizli olarak hiçbir fenalık yapmayınız.
"İçinizde ne varsa"
ifadesi mutlak olduğuna göre, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini
kapsamı içine almaktadır. İrade, yöneliş ve duyuş, düşünüş ve hayal ediş ve her
çeşit hatıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, huylar ve melekeler ve bunlarla
ruhsal tepkiler, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip
geçici, iyi ve kötü nefiste (iç dünyada) bulunan her şey buna dahildir. Fakat
her şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün gelişi, şahitliği gizlemek ve
bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait olduğundan, iyi olanlar dış
görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi görünüyor. İkinci bir husus
"içinizde bulunanlar" zarf-ı müstakar olduğundan, içinizde iyice yer etmiş,
karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler için açık bir anlam
taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun
dışında gibi görülüyor. Üçüncü olarak gizli tutmak ve açığa vurmak ihtiyarî
fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan işlere ve
davranışlara, yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait olup,
gayri iradî olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek mutlaka açığa
çıkmaya ve gizli kalmaya ait değildir, çünkü niyetlerinin açığa çıkması da,
gizli kalması da kendi takdirlerine kalmış bir şeydir. Bu ise kesinlikle kasıt
ve niyetle olur. Yani iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba
çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah
Teâlâ'nın isteğine bağlıdır. Lakin kötülük kötülük olduğundan, haddi zatında
azap ve acı sebebidir. Bunun için her ne şekilde olursa olsun onun açığa çıkması
insanlara başka türlü bir azaptır. Hele zarûrîsi zarûrî bir azaptır. Bunda
hesaba çekilmek de felahı, yani ruhsal kurtuluşu sağlamaz. O zaman bunu
sağlayacak olan ancak Allah'ın gizli tutması ve bağışlamasıdır. Bunun için
insanlar Allah'ın mağfiret ve affına muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Hasılı
insanların hiçbir şeyi Allah'tan gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa
vurmaları ve gizli tutmaları bir önem taşımaz, kendi hür irâdeleriyle ve
isteyerek yaptıkları tercihler ve seçimlerle yaptıkları işlerin hepsi hesap
kapsamının içine girer ve hepsinin hesabını Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar
da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, mağfiret eder,
dilediğine de azap eder. İşte bundan dolayıdır ki, O'nun azâbı bile katıksız
adalettir; mağfireti de katıksız ihsan ve inayettir.
Gerçi burada önce mağfiretten
söz edilip, azabın önüne alınmıştır. Fakat bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine)
ait işlemler ve hükümler olduğundan mağfiretin kime, adaletin kime nasip
olacağını yine Allah'tan başka kimse bilmez. Bu gerçek karşısında insan olanlar
kısmetlerine adalet çıktığında, haklarına düşen şeyin azab olmaması için, açıkta
ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp, kâmil imanla hayır hasenata sarılmalı,
iyilikleri ve faziletleri alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı,
kendilerinde çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk olarak değil, hal olarak dahi
bulunmamalı, kendi içindeki her fenalığı söküp atmaya çalışmalıdır. Bunlar nasıl
gerçekleşir, demeyiniz. Allah her şeye kaadir, hem de pek ziyâde kaadirdir.
İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve yeri yaratan, bilerek vücuda
getiren Allah, hepsini bir anda yok etmeye ve öldürmeye kaadir olduğu gibi,
ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık geçmişin hesabını sormaya, iyilere
iyi, kötülere kötü karşılık ve mükâfat vermeye, azabı hak etmiş olanları
bağışlamaya da kaadirdir.
Allah, kendi zât ve
sıfatlarına, enfüsü (insanların iç dünyaları) ve bütün dış dünyayı, bütün
âlemleri şahit getirip ve böylece hükmettirdikten ve herşeyi bildiğini ilân
ettikten sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." cümlesiyle
"âyetelkürsî"ye yeniden bir göz atma anlamına gelen bu âyet-i kerime, kalbin
günahı olan şahitliği ketm etme işinin ne kadar ağır cezayı gerektireceğini
isbat sadedinde ve dolayısıyla yukarıdan beri sûrenin içine aldığı âyet ve
delillerin, mükellefiyet (sorumluluk) ve hükümlerin genel bir icmâlini (özetini)
ve toptan bir muhasebesini yaparak, esas açıklamanın hedefi olan iman
ilkelerinden özellikle âhirete iman meselesine getirerek, bunu da dinin temeli
olan Allah'ı tanıma meselesine ve bilhassa İlâhî sıfatlardan ilim, irade ve
kudret sıfatlarına bağladığı sırada tekrar sağlam ve edebî bir "tercî-i bend"
neş'e (neşve)si veren "Allah her şeye kaadirdir." fâsılası ile sûrenin
sonunu ta başındaki genel bir hitap olan "Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinize
ibâdet ediniz!" (2/Bakara, 21) âyetinin öncesine bağlayan ve böylece bu
kadar çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların tamamını başı ve sonu aynı
hizada olan bir genel hitapta birleştiren estetik ve beyan dokusu
oluşturmaktadır. Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel hitaptan
önce olan giriş kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor ki, bu sonuç
da üç âyetten ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi sûreti'l-Bakara" denilir. Bu
üç âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında yer alan ve kâfirlerle münafıklar
hakkında olan on beş âyete (âyet 6-20) dönüktür. Bunu izleyen son iki âyet ise,
hem bu âyetin bazı izaha muhtaç yönlerini açıklamakta, hem de sûrenin en
başındaki mü'min ve muttakîlerle ilgili kısımla uyum sağlamaktadır. Bu uyumu
göstermek ve bütünüyle gözler önüne sermek için orada iman ve daha başka
özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden tasvirler burada o mümin ve
muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit etmektedir. Şöyle ki: "Bu kitabın
müttakîler için hidâyet olduğunda hiç şüphe yoktur... ve işte onlar kurtuluşa
erenlerin tâ kendileridir." (2/Bakara, 2-5) âyetlerinin içeriğine göre,
hidâyet ve İlâhî tebliğin nasıl bir feyiz kaynağı olduğu ve onun nasıl bir sonuç
verdiği, buna bağlı olarak o imanın gerçeğe, o gaybın görünüre nasıl dönüştüğünü
belgelere dayalı olarak anlatmak ve nihâyet Fâtiha sûresindeki "Ey Rabbimiz!
Sen bizi doğru yola ilet." (1/Fâtiha, 6) duâsının nasıl kabul olunup ne gibi
gelişmelere yol açtığını gözler örüne serer." (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'an Dili, Azim Yayınları, II/154-163)
Mevdûdi diyor ki:
"Sûrenin son bölümünde, başlangıçta olduğu gibi
İslâm'ın temel iman konularından bahsedilmektedir. Bu nedenle 284-285. ayetlerle
1-4 ayetleri karşılaştırmakta fayda vardır. Bu, imanın ilk temel maddesidir.
Allah'ı göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hâkimi olarak kabul etmek,
insan için O'na boyun eğmekten başka alternatif bırakmamaktadır.
Bu
âyette imanın diğer iki temel maddesinden bahsedilmektedir. Birincisi, her insan
yaptığı işlerden Allah'a karşı bizzat sorumludur. İkincisi, insanın kendisine
sorumlu olduğu tek Hâkim olan Allah, gizli açık her şeyi bilir, o kadar ki
insanın kalbinde gizli kalan niyet ve düşünceleri bile bilir.
Bu,
Allah'ın mutlak Hâkim olduğu anlamına gelmektedir. O'nun güçleri kendisini
sınırlayan kurallara tâbi değildir. O, tek Mâbud'dur ve herhangi bir kimseyi
cezalandırma veya dilerse bağışlama yetkisine sahiptir.
"Gönderilen peygamber, Rabbi
tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan
her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.
(Biz de onun için) "mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır' dediler."
(2/Bakara, 285)
Rasul Muhammed (s.a.s.) ve
mü'minlerden her biri, Rabblerinden kendilerine indirilen şeylere iman etti ve
imanın gereklerine uydu. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasullerine
Allah'ın istediği ve razı olduğu şekilde iman ettiler. "Rasullerinden hiçbirinin
arasını ayırmayız, bizim için hepsi birdir. Göndermiş olduğun nebî ve rasuller
vasıtasıyla emirlerini işittik ve itaat ettik, gereğince amel etmeye
çalışıyoruz. Ey Rabbimiz! Senden dileğimiz günahlarımızı bağışlamandır. Sen bizi
affetmezsen helâk oluruz. Çünkü biz senin emrine ne kadar itaat edersek edelim
yine de istemeyerek, bilmeyerek, nefsimize uyarak, kasten veya unutarak Sana
karşı gelebiliriz. Bu yüzden Senin affını diliyoruz. Bizler, işlediğimiz salih
amellerden dolayı değil, ancak senin rahmetinle Cennete girebiliriz. Rabbimiz,
kesin olarak inanıyoruz ki dönüşümüz yalnız Sanadır. Bunun bilincinde olarak
hazırlık yapıyoruz. O günde utananlardan olmamak için gücümüz nisbetinde
emirlerine uyuyor, yasaklarından da kaçıyoruz." dediler.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
diyor ki: "Nüzûl Sebebi: Rivâyet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa
vursanız da, gizleseniz de" (2/Bakara, 284) âyeti nâzil olunca, bu, ashâba
pek ağır geldi, toplanıp Rasûlullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey
Allah'ın Rasûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle
mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz
yetmeyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki,
dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın
elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler.
Peygamber (s.a.s.) onlara: "Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve
karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufrânını
dileriz, dönüş ancak Sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya
başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman "Âmene'r-Rasûlü..."
(2/Bakara, 285) âyeti nâzil oldu (Kurtubî, III/427). Böylece Allah'a tazarrû
ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından
dolayı bir süre sonra arkasından "Lâ yükellifullahu..." (2/Bakara, 286)
âyeti nâzil oldu ve güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba
çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashâb-ı
Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi
hesaba çeker." Nazm-ı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini
dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve
duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin
insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması
gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak
bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat,
istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde
kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve
Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul
ettiler. Allah Teâlâ da evvelâ bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini
ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbenâ, Rabbenâ" diye
yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor.
Onları medh ü sena ederek bu şekilde duâ etmeye devam etmelerini teşvik ediyor
ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup,
"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta
bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına
sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte
itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi
yok eder. Hasan ve Mücâhid ile İbn Sirin'den, bir rivâyette de İbn Abbas'dan
naklen anlatıldığına göre, "Âmene'r-Rasûlü...den itibâren bu son iki
âyet, Cibrîl vâsıtasıyla nâzil olmamış, Rasûlullah bunları Mirac gecesinde
vâsıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nâzil
olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesnâ olarak daha önce nâzil olmuş
demektir.
Bununla beraber bir başka
rivâyette İbn Abbas, İbn Cübeyr, Dahhâk ve Atâ: "Bunlar da Medine'de Cibrîl ile
nâzil oldu" demişlerdir. Gelelim mânâsına: O Peygamber, yani bu indirilmiş
kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel muhâtap, yukarıda "kulumuz"
(2/Bakara, 23), "Muhakkak ki sen peygamberlerdensin", (2/Bakara, 252),
"Peygamberlerin bazısını yüksek derecelere erdirmiştir." (2/Bakara, 253)
özellikleriyle bilinen o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden
kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil,
bu iman ve bu yakîn ile yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun
ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi,
Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine,
onlar da Allah'ın peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler.
"Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz"
(2/Bakara, 136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç
birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir
diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine
göre peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir
kısmına üstün kıldık." (2/Bakara, 253 âyetine bakınız). İşte böyle iman
ettiler ve bu iman ile dediler ki: Dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak
verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve
seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne
kadar itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan
duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak
sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, âhiret,
yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp
Sana varılacak, Sana hesap verilecek, Sen de dilediğine mağfiret ihsan edip,
dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden Sana sığınıyoruz ve Senin
bağışlamanı diliyoruz." (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
Azim Yayınları, II/154-163)
Mevdûdi diyor ki:
"Bu âyette imanın temel maddeleri tekrar kısaca ele
alınmaktadır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayatın
sonunda O'na verilecek hesab'a inanmak, imanın temel şartlarındandır. Bunları
kabul ettikten sonra bir müslümanın tutumu, Allah'ın her emrine itaat etmek
olmalıdır. Aynı zamanda iyi amelleriyle övünmemeli ve Allah'tan bağışlanma ve af
dilemelidir.
"Allah her şahsa, ancak gücü
yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya
aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya
düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği
işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü
Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize
yardım et." (2/Bakara, 286)
Allah, hiç kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemez. Allah'ın emrettiği şeyler insanların
kaldırabileceği şeylerdir. Çünkü Allah'ın, insanlara kaldıramayacakları şeyleri
yüklemesi İlâhî hikmete zıttır. İnsanın işlediği her hayır kendi menfaatine,
işlediği her şer yine kendi zararınadır. Bu sebeple kendisini seven ve kendisini
Allah'ın can yakıcı azabından kurtarmak isteyen kimse hayrın her çeşidini
işlesin, şerrin her türünden de uzak dursun. Çünkü sonuçta zarar ve menfaat
kendisine dönecektir. Mü'minler Allah'a şöyle dua ederler: "Rabbimiz, ihmal ve
önemsemezlik sebebiyle unutur veya yanılırsak bu yüzden bizi sorumlu tutma!
Rabbimiz, bizden önceki topluluklara günahları sebebiyle yüklediğin ağır
yükümlülüklerin benzerini bize yükleme! Rabbimiz, günahlarımızdan dolayı
gücümüzün yetmeyeceği ve kaldıramıyacağı bir cezayı bize verme! Bize kolay
şeyler emret! Bizim günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Senin
dinini istediğin şekilde yaşamamız için bize yardım et ve bizi muvaffak kıl Sen
bizim mevlâmızsın, Senden başka dostumuz yoktur, Senin dinini inkâr eden
kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et, bizi muzaffer kıl!.."
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
diyor ki: "Bu mü'minler Allah'ın emirlerini ve kendilerine yüklediği görevlerini
böyle güzel bir itaat ile kabul edip âhirete yakînen iman ve bu iman ile
Allah'dan gufran talep eylediklerinden dolayı, İlâhî rahmetten şu iltifat ile
cevaba nâil oldular: Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez,
yükleyemez değil, yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk,
kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları
zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat
ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek
şekilde yapabilirler. Nitekim "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..."
(2/Bakara, 185) buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle
olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından
değildir, sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın
kullarına bahşettiği güç ve takat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu
sayede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve
maişet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet
işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan kalabilecektir. Nitekim kullar farzları
yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Mesela günde beş vakit namazdan
başka daha ne işler görebilirler. Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet
yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten
dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o
yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve
kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı
olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla
olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir.
Meselâ, malı olmayan zekâtla
mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekâtları da bir ölçü çerçevesinde
değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de
aynı nisbet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus
başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun
gibi, ümmete toptan yönelik olan farz-ı kifâyenin fertlere ilişkisi de böyledir.
Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman
dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve
külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani
daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhasıl bu âyet,
hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade etmiştir. Sorumluluk onu
yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır. "Lehâ mâ kesebet ve aleyhâ
ma'ktesebet" Herkesin kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına),
iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesb ve iktisâb lügatte,
Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı olarak da kullanılmıştır.
Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib, iktisab, tekâsüb, rızık
aramaktır; yani faydalanacak, haz alacak bir şey istemek ve aramaktır ki, bulmak
ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek
demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp ile iktisabın farkı
olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi alanlarından
kaynaklanabilir. Bu açıdan "mâ kesebet" kelimesindeki "mâ" ile
"ma'ktesebet" kelimesindeki "mâ"nın anlamları birbirinden ayrılarak
birincisi Allah'ın teklif ettiği hayır, ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile
tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb, isâbet demektir; yani hedefini vurdurup,
istediğini elde etmektir ki, Türkçe "kazanmak" anlamına gelir. İktisâb ise gerek
isâbet etsin, gerek etmesin mutlak anlamda tasarruf ve gayret göstermek, yani
çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı bir bakıma kesibden daha genel, bir bakıma
da daha özel bir anlam taşır. İşte bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine
kullanılabilir. Üçüncü olarak, "kesb" kazandırmak mânâsına gelir.
Şu halde iktisap bu mânâya
karşılık olduğu zaman, dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının
kazandırmasıyla kazanmak demek olur. Bu mânâya esas olmak üzere Râğıb İsfehanî
şunu da beyan eder ki: "Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp aldığına,
iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine denilir. Bundan dolayı her kesib
iktisab değildir, fakat her iktisab kesibdir." Bunun için iktisab şehvet ile,
kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte bu mânâların her biri bakımından değişik
anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden olmak üzere:
1- Her nefsin istediği,
yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi yararınadır. Sonunda da
sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı kötülük, yüklendiği vebal de
yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta o yaptığının azabı kendisine
aittir.
"Kim bir iyilik yaparsa
kendi lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir." (41/Fussilet,
46).
Yani herkesin yaptığı iyilik
kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği görevler de iki
kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde yapılmasını emrettiği
şeylerdir. Bunlar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir. İkincisi de yapılmamasını
emrettiği, yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da şer, kötülük cinsinden
olan şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk etmek zararlıdır.
Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp terketmek faydalıdır. Bunların yararları ve
zararları da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan dolayı ilâhî
teklifler kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka, her
mükellefin sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis
ettirmek gibi bir özel faydayı, bir İlâhî rahmet ve merhameti de içine
almaktadır. Bunun için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte
bulunmasa acaba daha büyük bir rahmet olmaz mıydı, gibi bir vesvese hatıra
gelmesin. İlâhî rahmet ve inâyet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara
sürüklenmekten nehyetmeye ve ebedî menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef
tutmamaya elverişli olmaz. O'nun rahmeti kullarını başıboşluğa terketmeye müsait
olmaz. Zararlar ve faydalar karşılıklı olarak dengelidir. Zarar söz konusu
olmasa idi, fayda da söz konusu olmazdı. Allah'ın kulları mükellef kılması
onlara zarar vermek için değildir, zararlardan korumak içindir, faydalı olana
yönlendirmek içindir.
Külfet nimete göredir. İşte bu
hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde yük yükletmez.
Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet yükletmiş olur.
Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın adaleti ve
rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir cezası olarak tayin buyurmuştur.
Bundan dolayıdır ki, "aleyhâ ma'ktesebet" buyurulmuştur. Bu cihetle İlâhî
emirle yükletilen görevlere tamamen "Semi'nâ ve eta'nâ (duyduk ve uyduk)"
demeyen ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar sonuçta böyle
bir cezalandırmaya uğrarlar. Nitekim ahirette "Cehennemin kapılarından haydi
girin bakalım!" (39/Zümer, 72) emri, böylelerine tâkatlarının üstünde
yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu kanunlar ile amel
etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır. Bundan sonraki
duaların öğretim tarzı da bu hikmetle ilgilidir.
Allah Teâlâ kullarının daha
işin başında böyle zararlara uğramalarına râzı olmadığından onları mükellef
tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile yaratmış ve adâleti sâyesinde nimetle
külfeti karşılıklı olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu böyledir, o halde
insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın mükellef kıldığı
görevlerden artan gücü ve tâkati boş yere harcamayarak, nâfile ibâdetlere hayır
ve hasenât işlerine sarfedip nimet ve menfaati arttırmaya çalışmak yaraşır.
Böylece "Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de aleyhinedir." formülü,
hem emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu kabullenip yapmaya sevketmiş,
hem de farz olan görevlerden başka hayırlara ve nâfilelere de teşviki kapsamı
içine almış olur ki, buna "nedb" tabir olunur.
2- "Her nefsin
kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına, aksine veya körü
körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır." Bundan dolayı kapasiteye göre
teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin hikmete
dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan âtıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye
göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi
de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve
nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş
olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara
sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Tâkattan
fazla teklif yapsa ona tâkat yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi.
Her iki halde de Allah kullarının hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu
ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın merhametine aykırıdır. Bu mânâya göre,
kesb ve iktisabın kapsamına giren konularda esasen "şer" hiçbir şekilde
sözkonusu olmayabilir. Her iki "mâ" da hayırdan ibâret olabilir ki, biri
ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna
ve usûlüne uygun olarak hayır kazanmak bütünüyle faydadır. Şer öyle dursun hayır
kazanacağım diye körü körüne çabalamak, boğuşup durmak bile zarardan başka bir
şey değildir. Çünkü sonuç boşa çıkarsa emek heder olur gider ve ihtimaldir ki,
daha büyük tehlikelere ve şerre kadar gidilir. Bilgisizlik bunun için
zararlıdır. İşte kapasiteye göre olan İlâhî teklif hayrın yolunu göstermekle o
menfaati temin etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek bu zarardan korumuştur.
3- "Her nefsin hem
kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf kendi lehinedir. Asıl
kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halükârda sahibinindir.
Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve yenik düşerek 'ben, ben' diye
yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır." Zira o tek başına yaşayamaz.
Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan dolayı Allah'ın teklifi,
bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda bencillikle
diğergâmlığın güzel bir ayırımı vardır.
4- "İnsanın kazandırdığı
sırf kendi lehinedir. Ona hak ve menfaat sağlar. Fakat başkasının kazancıyla
yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir." Görev borç sayılır,
fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden
hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında mükellefi, el
açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun
için Yüce Allah, hayır yollarına infâkı, alışverişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı
teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.
Çoğunlukla tefsir âlimleri, bu
dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar. Diğerlerinin her birini birer yönden
ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl tefsirdir. Zira İlâhî teklifin
bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok açıktır.
Şimdi Cenâb-ı Allah
"işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufrânını dileriz, dönüş yalnızca Sanadır"
diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına karşılık olmak üzere işte bu cevabı
verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili olan bu açıklamasıyla onların
telaşlarını giderdi. Bu suretle Allah kelâmı yalnızca Rasûlü ile değil,
yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona iman eden ümmeti ile de bir
konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup özellikle Fatiha
sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinleyen müminlerin ara sıra
kendilerini bizzat Cenâb-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları gibi büyük bir
nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlâsla ve itaat duygusuyla
kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhâtap olmak şerefine
ermekle kalmayacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için kendilerine izin
verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine de erecekler. İşte
bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı Allah, yeni baştan
bir cevap demek olan bu kelâmını bir fâsıla ile ayırmakla beraber, bir taraftan
da yine onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş gibi bir üslûpta ifade
buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk" diyen o müminler,
aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu rahmeti öncelikle ve hemen kabul edip
ikrar eyleyecekler ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas içeriği de kendi
düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların sözleri gibi olacaktır. Bu
nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikâye ediliyormuş veya onların duaları
arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş gibi bir tarz-ı müteşâbih olarak
sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin inceliğini açıklayan bu cevap
kendilerine güçlerinin üstünde yük yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre
kolaylığın murad edilmiş olduğunu müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek
bir mükellefiyetin haddizatında mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir ve
bununla beraber kesbin, yani çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete göre
olduğunu anlatarak, mükellefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz
kılınmamış olan hayırlı işlere harcanmasını teşvik ederek "Mü'min kulum Bana
nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır" (Ahmed bin Hanbel, VI/256) kudsî
hadisin içeriğini de anlatmış olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi
altında tekrar ve yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile, duâ ve yakarmaya
yol açmakla bu cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına uygun olarak gayet
önemli ve maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle deyiniz
diye emir verilmeksizin bu da önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde
öğretilmiştir. Yani, ey müminler şu halde duadan ayrılmayınız da şöyle deyiniz;
Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma. Yani, kapasitemiz
ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda etmeye, hatta gücümüz
yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni baştan bir itaat ve
iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden birini beşeriyet
icabı unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla haram kıldığın,
yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek, bu da hayrı
terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab olabilecektir.
"Ve aleyhâ ma'ktesebet" ise, mutlak olduğundan bunlardan sorguya çekilmek
ihtimal dâhilindedir. İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne
bizi unutma ve hataya sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle
iktisab etme durumunda olduğumuz hayrın terkinden veya şer fiilinin
işlenmesinden biz Muhammed ümmetine dünyada ve âhirette cezâ verme, azâb eyleme.