Fecir | Konular | Kitaplar

Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır

Gerçek Eğitim Yuvası Ev

Gerçek Eğitim
Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır


"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için
Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak
yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri
(zaferle) müjdele!' diye vahyettik."
(10/Yûnus, 87)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların
hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer
kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve
hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu
ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin
müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı
hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi
haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip
dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki
mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi,
kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid.
Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve
organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi
gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine
getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle
tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması
gerekmektedir.

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde
müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ
etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve
nebevî bir tavır olmaktadır.

Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü
hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar (29/Ankebût, 45). Bu
namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi,
öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir (11/Hûd, 87).

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle
yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye
başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak
parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle
değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu
çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek
ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar
haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil;
namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin
hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.

"Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah
onları değiştirmez." (13/Ra'd, 11).
Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için samimiyet
testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu
gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani
mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.

Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı
bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini
televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç
benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel
ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi
o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini
ayırdetmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde âile bireylerinin
birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın
başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev
içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz
insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu
gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi,
cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın
rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak,
çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun
göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına
havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim
edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum
hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile
yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki
küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir
insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı
bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha
doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi,
gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.

Âilelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların;
sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip
dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp
İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması âile hayatıdır. Âile, erkek
için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti,
emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı
olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden
vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile.
Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk,
hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan
ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.

Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona,
nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu
güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O
çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına
ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap
kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca
yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir.
Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine
yeterince dikkat etmedikleri takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar
sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi
âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs
etmelerinden veya onların bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine
gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı
kaybedebilirler. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem
ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6)
"Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir/sınavdır." (64/Teğâbün,
15). Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da
örneğimiz Allah Rasûlü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi
meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz
kimselerden) sorumlusunuz." (Buhâri, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi
alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini
kazandığı devre, âile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar
çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan
aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim
ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı,
güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk
düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum
veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu
toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.

Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları
doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı
yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin
dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük
çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz
ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor.
"Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor bilim.

İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına
ezan okuyor. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır" diyor. Çocuk büyüyünce
yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol
takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan
olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan
okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenâze
namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki
yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin
isteyeceklerdir.

"Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı)
üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi
(farklı bir rivâyete göre veya müşrik)
yapar." (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264). Fıtrat,
Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir
kabiliyet üzere yaratmasıdır. "İslâm", yahut en azından "İslâm'a yatkınlık"
anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek
ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki "...sonra ebeveyni onu
yahûdi, hristiyan... yapar" ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman
yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli
olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade,
çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı
bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak
sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında
ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır.
Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ
gösterilmektedir.

Hadiste "ebeveyni müslüman yapar" denilmiyor.
Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm
dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için
çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek,
içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında
getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından
çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir.
Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu
eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.

Tek rabbım Allah'tır deyip insanların da
içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip
olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî
ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda
olan (66/ Tahrim, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na
kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid,
Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da
ilahî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat
kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına
girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa
olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük
bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne
bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve
izâle edilmesi daha kolaydır.

Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar.
Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı
bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta,
sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır.
İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî
saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, ilahî prensip ve İslâmî
rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe
illâllah olsun." (Abdürrezzak,
Musannef IV/ 334) Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma
yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona
kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse âilesi -kendi
eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla
yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a
inanmak ve O'na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar,
kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının
fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten
korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve
onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber
veriyor: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke
Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle
diyecekler: 'Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve
büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi
dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara (bize verdiğin)
azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden
uzaklaştır)." (33/Ahzâb, 66-68)

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya
da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın
suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini
aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla
doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye,
çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3).
Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî
faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve
İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı,
bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın
tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de
âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından
ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak
nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki,
çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en
belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha
önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş
birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak
yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla
mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi
düşüncelerini az-çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların
öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır.
Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah'
cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu
nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük
çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma
duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru
Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu
sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini
ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını
vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla
birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve
emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak
açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi
yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde
kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud,
Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne-babalar olmak üzere
müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki
ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman
zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük
önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve
iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar,
çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi
örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde
uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya
ulaşacaktır.

İslâm'ın âile anlayışında, normal şartlarda
kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak
çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve
yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte,
babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların
müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli
olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu
arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı
oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi
yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu
gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca
yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı
ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline
bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü
o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine
çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin
teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba
seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah
edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz
yummaz.

Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en
kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden
önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah
sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak.
İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda
şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur'an'ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini,
anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her
konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır
lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk
eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl
terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır.

Yüce Peygamberimiz "Hiç bir baba, çocuğuna
güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz" diyor. Eğitim
konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından
direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen
varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak,
yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı,
koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır.
Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan
daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya
hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız
çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki
âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona,
sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına
kurban ediyor çocuklarını.

Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini
düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama
sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister,
fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi
emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek,
kendi görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere
devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini
tutamaz. Herkes istiyor ki, "filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin,
yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek
zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken
başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım."
Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak
görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun
karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir.
Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o
da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu
mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev
kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.

Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa
ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım:
Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla
doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan
arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel
gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur
cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders
kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun
tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının
güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda
kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Halbuki
öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde
okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de
intihar etmiş oluyor.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim
verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli
alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı
olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu,
şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak,
kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.

Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve
Zeyneb'ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları
hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk
hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne
olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu
gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu
büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş
olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi
doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan
kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip
çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu
olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte,
içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve
tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani
çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir
seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da
okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır.
Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce
ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı,
geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini
yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri
olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar
oluşturacaktır.

Kadının en saygın, en mübârek konumu,
anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir.
Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin
babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın,
erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki,
anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu
güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir"
iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına
serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının,
ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte,
çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı
da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense,
ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse
sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba
gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi
sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların
yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve
özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.