Fecir | Konular | Kitaplar

Hikmet Taşıyan Kalpler

Hikmet Taşıyan Kalpler

Hikmet
Taşıyan Kalpler:


Her kıymetli şey gibi, hikmetin de
tecellî etmesi ve kendini göstermesi için, iyi bitkilerin münbit/verimli arazide
yetişmesi gibi, o mânâya uygun ve elverişli kalpler, kafalar lâzımdır. Her
şeyden önce, Gazâli'nin dediği gibi, "Şeytanın oyuncağı ve şeytan
mezbelesi/çöplüğü olan gönüllerde hikmet cevherine rastlanmaz." (İhyâ, 4/177).
Çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz şeytanları, imansız olan kimselere dost yaptık"
(7/A'râf, 27) buyuruyor. Dolayısıyla, şeytanın dostlarının kalplerinde iman
bulunmadığı için, hikmete rastlanmaması da pek tabiîdir.

Hikmetin tahakkuku için ilk şart
imandır. Ayrıca kalbin; ilim, hikmet ve tefekkür gibi kuvvetleri vardır. Bunlar,
yüreği besleyen kan dolu damarlar gibi; esas kalbi/gönlü, insanın mânâ merkezini
besleyen ana maddelerdir. Besleyici damarları dumûra uğrayan kalp nasıl
faâliyetten durursa, ilim ve hikmetle beslenmeyen gönül de ya ölüdür, ya da
ölüme gitmektedir. Mânâ âlemimize can veren, rûhî hayatımızı diri tutan, her
şeyimizi anlamlı kılan, öncelikle imandır; sonra da ona bağlı ilim, hikmet ve
tefekkür gibi cevherlerdir. Bunlardan mahrum olan insanın hayatında,
tavırlarında ve sözlerinde bir "mânâ" kırıntısına, yani hikmet parçacıklarına
rastlamak pek mümkün olmaz.

Sözü hikmet olmayan adamın konuşması,
çoğunlukla lağv/boş sözdür. Peygamber Efendimiz: "Allah'a ve âhiret gününe
iman eden ya hayır söylesin, ya da sussun" buyurarak, hayırlı/anlamlı bir
sözü olmayan kimselere, hiç değilse sükût ederek "lağv"a dalmaktan ve sonunda
pişmanlık doğuracak durumlara düşmekten kurtulmanın yolunu göstermiştir. Hem o
zaman, o sükût da hikmet olur. Çünkü hiç olmazsa, dışarıdan bakan, onda bir
kemâl hali görür.

İnsanda hikmetin varlığına ve
gelişmesine engel olan, pratikte bazı sebepler vardır. Meselâ, "çok besili"
olmak, böylece semirip gelişmek, eğlenceye dalmak, çok gülmek; insanda bu tür
mâneviyatın doğmasına engel en önemli sebeplerden kabul edilmiştir. Lokman
Hakîm'in: "Oğlum, mide iyice dolunca fikir uyur, hikmet ölür ve âzâlar durur"
şeklindeki sözü de bu hakikati ifade ediyor.

"El-Hakîm", Allah Teâlâ'nın güzel
isimlerinden biridir. Buyrukları ve bütün işleri hikmetli demektir. Bu noktada
kula gereken ise, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız" hadisi gereğince,
"hikmet sahibi" olmaya çalışmaktır. Hikmet ki, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden ve
vasıflarından biridir, bu özellikten insanda da bulunması en büyük nasiplerden
biridir.

Kula gereken ikinci husus ise,
Allah'ın her emrinde ve her işinde, hatta bütün mahlûkatında bir hikmet olduğunu
görerek, bu tefekkürü ve ilmi bir ibâdet haline getirmektir. Nazargâh-ı İlâhî
olan kalpler, böylece bir mânâ ve hikmet yurdu haline getirilebilir.[1]

Hikmet, sözde ve eylemde tam ve
eksiksiz isâbettir. Bir konuya ilişkin öne sürülen görüş veya söz, kapsamında
olan gerçeğe tam bir uygunluk gösteriyorsa, bu söz hikmetli söz olur. Ancak, bu
sözün eylem (amel) ile de doğrulanması gerekir. Çünkü teorik ile pratik birebir
uygunluk sağlamadıkça hikmetin elde edilmesi veya ortaya çıkması mümkün olmaz.
Bu yüzden hikmet, ahlâkla da doğrudan ilişkilidir. Buna dayanan İslâm
bilginleri, "hikmetin öncesinde gerçeklik bilgisi, sonucunda da hayırlı amel
vardır" diye bu bütünlüğe dikkat çekmişlerdir. Ahlâkın meşrû temeli, doğru ve
kesin bilgi olduğuna göre, bilgi ve eyleme birlikte sahip olmayana hikmet sahibi
(hakîm) denemez.

Felsefe kavramının karşılığı olarak
hikmet kelimesinin kullanıldığı görülür. Bu kullanım, doğru değildir. İslâm
düşüncesinde hikmet ve hikmet sahibi (hakîm) terimleri, Batı'daki karşılığı olan
felsefe ve filozof terimlerinden hem kaynak, hem muhtevâ ve hem de amaç
bakımlarından farklıdır. Gerek Kur'an'da, gerek Hz. Peygamber'in hadislerinde ve
gerekse İslâm düşünce geleneğinde hikmet ve hikmet sahibi olmak, hayatın hemen
bütün alanlarıyla ilişkili bir anlama kavuşturularak yüceltilmiştir. Çünkü Allah
hikmet sahibidir; insanlara gönderdiği bilgiler de başlı başına birer hikmettir
ve her müslümanın hikmeti kavraması ve bizzat hikmet sahibi olması, varoluşunun
da bir gereğidir. Onun için hikmetin kaynağı veya temeli/başı "Allah korkusu"
şeklinde tanımlandığı gibi, kendisine hikmet verilen kimseye çok
hayırlar/iyilikler verildiği de belirtilmiştir (2/Bakara, 69).

Hikmet, müslümanın kaybolmuş malı
denilirken, onun elde edilmesi de önemle teşvik edilerek vurgulanmış ve ayrıca
ahlâkî kişiliğin oluşmasında hikmet sahibi olmak, yani İlâhî ahlâkı örnek almak
öğütlenmiştir. Kısacası, insanın maddî-mânevî kişiliğinin gelişiminde eşya ve
dünyayla kurması gereken ilişki ve bunu sağlayan bilginin kazanılması, hikmetin
kapsamı içinde bulunmaktadır.[2]

Hikmet, evrenin sırlarını çözmek,
ibâdetlerin sırlarını kavramak, eşyanın hakikatini anlamak, baktığı yerde
Allah'ın âyetlerini, tecellîlerini, cilvelerini görmek, bütün bu cilvelerden
geçip, âyetleri aşıp Allah'a ulaşmak, bunun yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru
yürümek, kâinat kitabıyla Kur'an kitabının ve bunların özü olan insan kitabının
aynı kaynaktan geldiğini temelde aynı olduğunu kavrayıp "yürüyen kitap"
olmaktır.

Rasullere hem kitap, hem de hikmet
verilmiştir; yani, onlar "hikmet"le "yürüyen, konuşan, yiyip içen, uyuyan,
savaşan, namaz kılıp zekât veren... kitap" olmuşlardır. Rasullerin dışında
Lokman gibi bazı kullara da hikmet verilmiş ve onlar da bu hikmetle, Rasullerin
getirdiği kitabın yine "cisimleşmiş şekli" haline gelmişlerdir. Ve,
"kendisine hikmet verilene bol hayır verilmiştir." (2/Bakara, 269)

Rasûlullah (s.a.s.), insanlara Kitabı
öğrettiği gibi, hikmeti de öğretir; ama, herkes aynı ölçüde hikmeti alamaz, kabı
ölçüsünde doldurup alır. Kitap, hikmet ve bunların tabiî sonucu olan mülk,
İbrâhim âilesine verilmiştir ve onlar kanalıyla diğer insanlara ulaşmıştır.
Allah'ın yoluna yine güzel öğüt ve hikmetle çağırmak; yani, bu yolun
niteliklerini kavramak, bu yolda dümdüz yürümek ve bu yolu bütün güzellikleriyle
anlatabilecek halde olmak gerekir (16/Nahl, 125).[3]

Hikmet, hakkı hak bilip ona uymak,
bâtılı bâtıl bilip ondan sakınmaktır. "Hikmetin evveli, varlık âlemini tefekkür,
ortası din ve itaat, sonu ebedî saâdettir." Yani, kâinat sayfalarını, arz ve
semâ yapraklarını ibretle tefekkür eden insan, eserden müessire, sanattan
sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebepler âleminden o sebepleri yaratana zihnen ve
fikren intikal eder. İşte bu noktada karşısına din çıkar, Yaratan'a karşı olan
vazifesini öğrenir ve tatbik eder. Bu üstün tefekkür ve tatbikat (amel), onu
ebedî saâdete ulaştırır.



[1]
Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 205-213



[2]
Ali Bulaç, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, c. 2, s. 167-168


[3]
Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 170-171