Fecir | Konular | Kitaplar

HİLAFET - İMAMET..

HİLAFET

HİLAFET - İMAMET

Arapça bir kelime olup, lûgat mânâsı;
"bir kimseden sonra gelip, onun yerine geçmek ve onu temsil etmektir." İslâmî
ıstılâhta: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, ona halef olarak, din ve dünya
işlerinde mü'minlere emir olmak" şeklinde tarif edilmiştir. İslâm ûleması;
"bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine haiz olan ve ahkâmın tatbikini
sağlayan kimseye halife denilir" tarifinde müttefiktir. İbn-i Hümam Müsayere
isimli eserinde: "Millet-i İslâmiyye üzerinde tasarruf-u ammeye istihkaktır"[1]
şeklinde beyan etmiştir. Şimdi hilâfetin dayandığı delilleri gündeme getirelim.

Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman
edenler!.. Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine
(ulû'lemre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu
(ihtilaf konusunu) Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha
güzeldir. Sana indirilen (Kur'ân-ı Kerîm)e de, senden evvel indirilmiş olan
(kitap)lara da, her halde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın
mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâgûtun huzurunda
muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları (bir daha dönemiyecekleri
kadar) uzak bir sapkınlıkla, büsbütün sapıtmak ister." (Nisa: 4/59-60) hükmü
beyan buyurulmuştur!..

Mü'minlerin; "kime, hangi şartlarda ve
nasıl" itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah
olunmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim ulû'lemre itaatten bir el kadar
ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir
hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (ulû'lemr'e) beyatı
olmayarak ölürse, cahiliye ölümü ile ölür."[2]
buyurduğu sabittir. İslâmî eserlerde halife, sultan, ulû'lemr ve imam
kavramları, hep aynı mahiyeti beyan için kullanılmıştır. İbn-i Hümam,
Kitabû'l-Müsayere isimli eserinde: "Mü'minlerin kendi içlerinden imam
seçmelerinin sebebi İslâm'ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir"[3]
diyerek, önemli bir noktaya işaret etmektedir. İmam Ebû Muin en-Nesefi:
"Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı (ulû'lemr'i) görmeden bir günün
geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin hak
olduğunu kabul etmeyen kimse kafir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının
farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum'a namazı, bayram namazı ve yetimleri
evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları
inkâr eden de kâfir olur"[4]
hükmünü zikreder. Bazı kaynaklarda; Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra
sahabenin (Rasûlullah'ı defnetmeden önce) halife seçme hususunda titiz
davrandığı kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu konuyla ilgili olarak şunları zikreder:
"Resûl-i Ekrem (sav) pazartesi günü vefat etmiş, salı günü yahut çarşamba akşamı
veya çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada Ashab-ı Kiram, herşeyden evvel
müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet bugüne
kadar devam ede gelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe
defnedilmez. Halifenin müslüman ve hür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman
üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya
hakkı yoktur. Başkasına nasıl velî olabilir. Sabii ile deli de, köle gibidir.
Kadınlardan da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar.
Onların hâli tesettüre mebnidir. Resûl-i Ekrem (sav) buna işaretle
`Hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur?' buyurmuştur. Halife
muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlûmun hakkını zalimden almağa,
sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vesaireye gücü yeter olmalıdır."[5]

Kafirlerin (tâgûti güçlerin); Allahû
Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere
koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velayet
hakkının bulunmayacağı hususu kat'idir.[6]
Dolayısıyle mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına uğrarlarsa,
kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı
ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihaddan maksad; müslümanların
emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkanına
kavuşmalarıdır'[7]
diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İstilâ altında iken dahi; mü'minlerin
(müstevlilerin liderine itaat etmeyip) kendi işlerinden bir imam seçmeleri
vaciptir. Nitekim İbn-i Abidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: "Fetih'de
bu konuda şöyle denmektedir: Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden
görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde
olduğu gibi) o bölgelerde gayrımüslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma
azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayrımüslimler ise hâkim
durumdadırlar. Kurtuba'da (İspanya'da) bugün olduğu gibi... Bu durumda ne
yapılmalıdır? Gerekli olan müslümanların kendi aralarından birine bu görevi
vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine idareci olarak
seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vûkû bulan hadiselerin
yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda
kendilerine cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain
olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel
edilmelidir. "[8]

İbn-i Abidin'in "İnsanın mutmain
olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş, istikâmetinde
amel edilmelidir" demesinin sebebi; gayrimüslim yöneticilerin (İslâmî hükümlerle
hükmetmek üzere) mü'minler için Kadı (hâkim) tayinini (zarurete binaen) kabul
edenlerin tezlerini zayıf görmesidir. Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve
beyyine ile sabit olan müstevlilerin tayin ettiği kadı ve cum'a imamı kabul
edilemez. Çünkü "velâyet hakkı" kat'i nasslarla sabittir!..

Hilâfet sistemi ile Şia-İmamiye'nin
"masum imam" anlayışı, siyasî rejim açısından farklı modelleri gündeme getirir.
Ancak İslâm fıkhına uygun bir devletin kurulması noktasında, itikadî
farklılaşmayı ortaya çıkarmaz.

[9]



[1] Mehmet
Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971,
MEB Yay. c. I, sh. 815.


[2]
Sahih-i Müslim, İst.1401, Çağrı Yay. c. II, sh.1478 Had. No:1851. Ayrıca,
Sahih-i Buharî, K. Ahkâm c.VIII, sh.105.


[3]
İbn-i Hümam, Kitabû'l
Müsayere, İst.1979, ÇağrıYay., sh.265.


[4]
İmam Ebû Muin en-Nesefi, Bahrû'l Kelâm fi Akaidi'I ehlil İslâm, Konya:1977.


[5]
İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1982 c. II, sh.384.


[6]
İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübtedi, Kahire:1965 c. I,
sh.199.


[7]
İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. X, sh.3.


[8]
İbn-i Abidin, a.g.e., c. XII, sh.145.


[9] Yusuf
Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 180-184.