Fecir | Konular | Kitaplar

Hırsızlık cezâsını Düşüren Haller

Hırsızlık cezâsını Düşüren Haller



Hırsızlık cezâsını
Düşüren Haller:
                              

1) Malı çalınan kimsenin, hırsızın ikrarını
yalanlanması. "Benim malımı çalmadı" demesi gibi.

2) Malı çalınanın, beyyinesini (delil)
yalanlaması. "Şâhitlerim yalancı şâhittir" demesi gibi.

3) Hırsızın ikrarından dönmesi. Bu durumda had
cezâsı uygulanmaz. Fakat malı tazmîn etmesi gerekir. Çünkü ikrardan dönmek,
hadler konusunda kabul edilir, fakat mâlî konuda kabul edilmez. Bu, ikrarda
şüphe meydana getirir. Had şüphe ile düşer, fakat mal düşmez.

4) Hırsızın, çaldığı malı, mahkemeye
başvurulmazdan önce mâlikine geri vermesi.

5) Hırsızın, çaldığı mala dâvâdan önce hukukî
bir yolla mâlik olması. Mal sahibi çalınan malı, hırsıza hibe etse veya satsa bu
mal hukukî yolla intikal etmiş olur. Artık had cezâsı da uygulanmaz. Hatta Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, dâvâ açılmış olsa bile, mahkeme sonuna kadar,
mal hibe veya satma gibi bir yolla hırsıza geçse had cezâsı düşer. Diğer
çoğunluk hukukçulara göre ise, mahkemeye başvurulduktan sonra artık hibe veya
satışla mülkiyet hırsıza geçse bile had cezâsı düşmez. Çünkü Nebî (s.a.s.)
Savfan'ın paltosunu çalan hırsızın elinin kesilmesini emrettiği zaman, Safvan
şöyle dedi: "Ben bunu istemedim. Palto ona sadaka olsun. Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurdu: "Onu bana getirmezden önce, bunu yapman gerekmez miydi?" (el-Bâcî,
a.g. e., VII, 162; el-Kâsânî, a. g. e., VII, 88 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV,
255 vd.).

Sonuç olarak had cezâlarından maksat, kamu
düzenini sağlamak ve bu suçların toplumda açacağı yaraları sarmak olduğuna göre,
hırsızın, mala sahip olması, özellikle malı çalınan kimsenin dâvâsından
vazgeçmesi halinde, had cezâsının düşmesi amaca daha uygun görünmektedir.

[1]
Suçun ispatı,
dâvânın karara bağlanması prosedürünün önemli bir parçasını teşkil eder. İslâm
hukukunda hırsızlık suçunun tesbitinde, günümüz (câhilî) cezâ hukukundaki her
şeyin delil olabilmesi ve bütün delillerin hâkim tarafından serbestçe
değerlendirilmesi mânâsında olan vicdânî delil sisteminin aksine kanunî deliller
esas alınmış, ağır cezâyı gerektiren had cezâlarının ispatı daha zor şartlara
bağlanmıştır. Doktrinde ve uygulamada kişilerin kural olarak borçsuz ve suçsuz
oluşu esas alındığından (Mecelle, madde 8) suçun işlendiği kesinlikle ispat
edilmedikçe kişinin cezâlandırılmaması ilkesi hâkim olmuştur.
 
İslâm muhâkeme
hukukunda ispat yükü kural olarak dâvâcıya âittir. Nitekim Hz. Peygamber bir
husûsu iddia eden kimsenin beyyine (delil) getirmesi, dâvâlı konumundaki kişinin
de yemin etmesi gerektiğini belirtmiş (Buhârî, Rehin 6; Müslim, Akdıye 1;
Tirmizî, Ahkâm 12; İbn Mâce, Ahkâm 7) ve bu yargılama hukukunda genel bir ilke
olmuştur (Mecelle, madde 76). Bu sebeple klasik doktrinde yerleşik prosedüre
göre hırsızlık suçu ya beyyine/delil, ya da ikrar/itiraf yoluyla
ispatlanabilmektedir.  
 
Gerek hukuk
gerekse cezâ yargılama usûlünde en başta gelen ispat vâsıtası şâhitliktir.
Literatürde "beyyine" tâbiriyle genelde şâhitliğin kastedilmesi de şâhitliğin
her dönem ve toplum için geçerli en yaygın ve tabiî ispat vâsıtası olması
sebebiyledir. Hırsızlık suçunun ispatında beyyine, kural olarak en az iki
şâhidin suçun işlenişiyle ve fâilin kimliğini tespitle ilgili kesin isnat ve
şâhitliğinden ibârettir. Suçun ispatında tereddüde yer bırakmamak için
şâhitlerin akıllı, bülûğa ermiş, erkek ve dürüst olması aranır; kadınların,
doğru sözlülüğünden emin olunamayan, fısk ile tanınan kimselerin ve başkasından
naklen şâhitlikte bulunanların şâhitlikleri hadlerde kabul edilmez. Fâsığın
şâhitliğinin kabul edilmeyişi yalan söyleme ihtimalinin yüksek olmasıyla,
kadınlarınki ise duygusal davranmalarının, etki altında kalmalarının veya
algılama ve anlatım yanlışlığı yapmalarının erkeklere nisbetle daha çok muhtemel
olmasıyla açıklanır. Telâfî edilmesi mümkün olmayan sonuçları bulunduğu için had
ve cinâyet dâvâlarında şüpheli, en azından ilgililerin şüpheyle karşılayacağı
durumların olmamasına özen gösterildiği, suçun ispatında şüphenin bulunması
halinde haddin düşmesi kuralının da bu anlayışın sonucu olduğu söylenebilir.
Ayrıca şâhitlerin cezânın infâzında hazır bulundurulabilmesi ihtimalinden dolayı
kadınlar hem bu ortamdan, hem de bu tür dâvâlarda taraflar arasındaki
çekişmelerden uzak tutularak korunmak istenmiştir. Buna karşılık kadınların aynı
dâvâda hadlerin ispatı dışında kalan hususlarda, meselâ mal hakkında yaptıkları
şâhitlikleri geçerlidir.
 
Yapılan
şâhitliğin geçerli olabilmesi için iki şâhidin de olayı bizzat müşâhede etmesi,
kamuoyu tarafından dürüst kimseler olarak bilinmesi, yapacakları şâhitlikte
kendilerine vey yakınlarına menfaat sağlama veya bunları zarardan koruma gibi
bir ithamın objektif olarak fazla muhtemel olmaması ve ifâdeleri arasında
çeşişki bulunmaması büyük önem taşır. Duruşmada hâkim şâhitlerin adâletlerini
re'sen tetkik eder. Suçun ispatı halinde telâfîsi mümkün olmayan bir cezâ
verileceğinden şâhitler tezkiye edilmedikçe, yani dürüst ve doğru sözlü kimseler
olduğu belirlenmedikçe dinlenmezler. Hâkim şâhitlere, iddiâ edilen suçun
işlenişiyle ilgili önemli gördüğü ayrıntıları sorar. Tezkiye ve şâhitlik
esnâsında kaçma ihtimaline karşılık hırsızlıkla itham edilen kişi ihtiyâten
hapsedilebilir.
 
Suçun ispatında
ikinci yol, hırsızın bizzat ikrarda bulunmasıdır. Bu da, hırsızlık yapan
mükellef bir şahsın suçunu kendiliğinden veya yapılan isnat üzerine itiraf
etmesi şeklinde olur. İkrar, hadlerde ikinci sırada bir ispat vâsıtası kabul
edilirken, şahsın kendi aleyhine yalan yerde ikrarda bulunmasının söz konusu
olmayacağı noktasından hareket edilmiştir. Ancak ikrarın sayısı konusunda
doktrinde farklı görüşler vardır. Had cezâsı verilebilmesi için Ebû Hanîfe, İmam
Muhammed, Mâlik ve Şâfiî bir defa ikrarı yeterli görürken Ebû Yusuf ile Ahmed
bin Hanbel, şâhitlerin sayısı iki olduğundan hareketle ancak iki defa ikrarla
had cezâsının verilebileceği görüşündedir. Suçlunun ikrarının tek başına yeterli
olup olmadığı da İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve
Ahmed bin Hanbel, suçlunun ikrarına ilâve olarak suç mağdurunun dâvâcı olmasını
da şart koşarlar. Buna göre gâlip bir şahsın malını çaldığını ikrar eden kişiye
bu ikrar üzerine had cezâsı verilmez. Ancak Ebû Yûsuf, hiç kimsenin kendi
aleyhine ikrarıyla ithamda bulunmayacağından hareketle suçlunun ikrarını tek
başına yeterli görür ve böyle bir ikrara istinâden had cezâsının verileceğini
ileri sürer. İmam Mâlik de hırsızlık ister şâhitlikle ister ikrarla ispatlanmış
olsun, had cezâsının verilebilmesi için suç mağduru şahsın dâvâ açmasını şart
koşmadığından sonuç itibarıyla aynı görüştedir. Hırsızlıkta suçlu ikrar eder,
fakat daha sonra ikrarından vazgeçerse had uygulanmaz. Çünkü ikrardan dönme
ikrarın doğruluğu konusunda şüphenin bulunduğunu gösterir.
 
İkrarın sahih
ve kabule şâyân olabilmesi için ikrar edenin hiçbir dış etki ve baskı altında
kalmaksızın gönül rızâsıyla ikrarda bulunması şarttır. Mecelle'de yer alan,
"ikrarda mukırrın (ikrarcının) rızâsı şarttır. Binâenaleyh, cebir ve ikrâh ile
vâki olan ikrar sahih olmaz" (Madde 1575) kuralının da anlatmak istediği budur.
İslâm hukukçuları zor ve tehditle, maddî ve mânevî işkence ile sanığın ikrarda
bulunması durumunda bu ikrarı yok saymışlardır. Nitekim Hz. Ömer, "İşkence,
tehdit, hapis yoluyla kendi aleyhine ikrarda bulunan kişinin bu itirafına
güvenilmez" demiş, Şam'da hırsızlık ithamı ile yakalanan ve ikrar edinceye kadar
dövülen kişinin durumu Abdullah bin Ömer'e haber verilince İbn Ömer böyle bir
kişiye had tatbik edilemeyeceğini belirtmiştir (Serahsî, IX/184-185). Gerek Hz.
Peygamber'in uygulamasında (Ebû Dâvud, Hudûd 9; İbn Mâce, Hudûd 29), gerekse
fıkıh doktrininde (Serahsî, IX/93, 102); Kâsânî, VII/49), suçunu itiraf eden
sanığa bu itirafından istiyorsa vazgeçebileceği telkinatının yapılması ve suçun
ispatında şüphe olması durumunda haddin düşmesi ilkeleri önemle vurgulanır. Bu
yaklaşım da baskı altında suçunu ikrar ve itiraf eden sanığın bu beyanının kabul
edilmeyeceği ilkesinin bir diğer uzantısıdır.[2]

 

 



[1]
Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 401-404



[2]
Ali Bardakoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 389-390