Fecir | Konular | Kitaplar

İbâdet, Fıtrattır

İbâdet

İbâdet, Fıtrattır

İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi
kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde
geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya
gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da
yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan
başka ilâh kabul etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve
ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır.
İnsanları, hür irâdeleriyle Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle
olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a
götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı
benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en
önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh
olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul
etmek. Allah'ın bildirdiği ilâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet
etmek ve O'na kul olmak. Allah ve Rasûlünün ahlâkı ile ahlâklanmak.

Allah'ı tek rab bilerek O'na kulluk etmek,
insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip
olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını
dağıtır.

Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç
değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı
temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan ilâhî bir
nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en
sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık
tutar.

Kur'an'a müracaat edilerek incelendiği zaman,
ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece
belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri
düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki
ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibaret de
değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan
bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem
verilen bir konu olmuştur.

İslâm, başlangıçtan nihayete kadar, ibâdeti
hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın siyasî ve iktisadî
nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış
olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur'an'ın gaye olarak tayin
ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları
zaman ulaşabilirler.

Günümüz insanları, ibâdetin, Allah'ın koyduğu
bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a yönelten her hareketi, her işi de
içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a
yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür.
İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş,
hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur.
Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını
ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın
gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah
arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet" ve "ubûdiyet"
esaslarından ibaret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek,
Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka
ilâhınız yok" (A'râf: 7/59) Bütün rasullerin kesinlikle belirttiği gerçek:
"Allah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.

Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü
şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak
yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın
doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'ı; tüm yaratıkların da O'nun kulu
olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların
hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O'nun ilâhlığına ortak
değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun tabii belirtisi olan
takva ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah'a yaklaşmak, hiçbir
insan için mümkün değildir.

Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik
yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk
etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedî
olan Allah'a yönelmededir. İşte, insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah
yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdır. İnsan ise
kuldur. Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan
kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve
isteklerinin kulu durumuna düşerler.

Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi,
günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle
bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o
tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma'budu ve hakiki ibâdeti
unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah'tan başka varlıklara
tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma'bud ve ilâh muâmelesi
yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma'budları hep bu tür
düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki,
bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka varlıklara ve O'nun dininin
dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet
edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır. Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan
başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O'na kul olurlar. Gönüller
Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını
ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi
ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku ma'budları dizilmiştir. İkisi
arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir
ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbı
Allah'tır. O'na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı,
insanın da vazifesidir.

Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve
heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini
görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve
menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine
çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla
ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh
edinmiş..." (Câsiye: 45/23) Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi
ne isterse onu ma'bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü
hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz
bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.

Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, artık
her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve
anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve
ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah'ı
ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi.
Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun
kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir.
Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a yönelterek
hareket eden kişi sâlih kullardan olur.[1]

İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır.
Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet
edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar. Allah'tan başkasını O'na ortak
koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet
etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma'budu da odur.
Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir ilâh olunca her türlü ibâdetin
sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt
olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş,
sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde
kendisini gösteren bir potansiyeldir.

Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli
yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile
Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın yarattıkları ve O'nun âyetleri
hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, oturuşta, rükûda, secdede,
çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve
râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur.

"De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbı Allah içindir."
(En'âm: 6/162)

Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde
sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin
sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet
konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta'zim (büyükleme) belli bir şahsa
veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya,
sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat
sevgi ve ta'zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma
oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken,
Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki:
"Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan
onların kavmine 'bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere
bunların adlarını verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları
bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince
ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği
bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar."[2]

Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor
ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde
değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el
sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede
yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat
dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi
dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Allah'ın kutuplara, abdallara
Allah'ın mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat
ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına
çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi
yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?

Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı:

"Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz."
(Zümer: 39/3)

Yani, biz bunların zatları için değil; fakat
onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer
ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt
bağı kurmak için geldi.

"Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size
icâbet edeyim." (Mü'min: 40/60)

"Kullarım beni sana soracak olursa, işte Ben pek
yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm."
(Bakara: 2/186)

İslâm, dini sadece Allah'a ait kılmak için
geldi.

[3]



[1]
Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız-Dingünü
İbâdet: 126.


[2]
Buhâri.


[3]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.