Fecir | Konular | Kitaplar

İçki-Kumar Yasağı; Allah'a İman ve Takvâ

İçki

İçki-Kumar Yasağı; Allah'a İman ve Takvâ:

Fakat âyet-i kerime, o büyük
etkisiyle beraber sürüyor: "Allah'a ve peygambere itaat edin. Onlara karşı
gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki,
Peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktadır."
Herşeyin kendisine bağlı olduğu
kaide: Allah'a itaat, peygambere itaat... Yani İslâm... Allah'a ve peygambere
mutlak itaat. Sonra onlara karşı gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir
tehdit: "Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, peygamberimizin
görevi sadece, açıkça duyurmaktır." Gerçekten de peygamber tebliğ etmiş ve
açıklamıştı. Açıkça duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere sorumluluk
yükü biniyordu. Bu üstü kapalı üslup ile ifade edilen ve insanın belini büken bu
tehdit müminlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar, karşı gelip itaat
etmedikleri zaman, kendilerinden başka hiç kimseye zarar veremezler. Peygamber (salât
ve selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini yapmıştır. Onların işlerinden
elini çekmiştir. Artık onlardan sorumlu değildi O. Kendisine itaat etmeyip karşı
geldikleri takdirde, onlardan hiçbir azabı savamaz. Onların işi yüce Allah'a
kalmıştır. Sırtını dönen isyankârları cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette
yetecektir!
İşte ilahî yol, kalplerin
kapısını böyle çalıyor, gönüllerin kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu
gönüllere varan yollar, geçitler buluyor. Bu yasağın kendisiyle ilgili olarak
geldiği içkinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olur. Ebû Dâvud'un İbni
Abbas'tan aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren herşey içkidir ve
sarhoşluk veren herşey haramdır." Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) minberinde ve sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı
konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin indiği sırada içki beş şeyden
yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan ve arpadan. Aslında içki,
akla sarhoşluk veren herşeydir." (Kurtubi Tefsiri)
Her iki rivayete göre de içki,
sarhoşluk meydana getiren, akla zarar veren herşeydir. Herhangi bir türüne
mahsus değildir. Ve sarhoşluk veren herşey haramdır. Sarhoşluk veren herhangi
bir madde ile meydana gelen sarhoşluk halı, İslâm'ın müslüman kalplerin her
zaman Allah'a bağlı olması, her an Allah'ın kontrolü altında olduğunu
duyabilmesi için farz kıldığı, sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın
kalbi, bu uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve yenilenmesinde, hayatın zaaflarında
ve bozukluklardan korunmasında, kendisini, malını ve namusunu korumasında,
müslüman cemaatın güvenliğini, yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan
korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman fert, kendi başına ve
arzuları ile baş başa bırakılmış değildir. Her an sürekli uyanıklık gerektiren
yükümlülükleri vardır. Rabbına karşı yükümlülükleri, kendisine karşı
yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri bütün insanlığa karşı mesajını
iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel yükümlülükleri
bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi için, sürekli olarak
uyanık olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın helâl kıldığı nimetlerden
yararlanırken bile, bu nimetlere karşı uyanık durmasını, şehevî arzuların ve
lezzetlerin kölesi olmamasını istemektedir.
Müslüman gerekli olarak
arzularına hakim olmak zorundadır. İşine hakim olan adamın durumu gibi bu
isteklerin ancak bir kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun verdiği şuursuzluk halı
ise, hiçbir şekilde bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz.
Sonra bu sarhoşluk hali,
aslında belli zaman dilimlerinde hayatın realitelerinden kaçmaktan ve çakır
keyiflik halinin veya aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere dalmaktan başka
bir şey değildir. İslâm ise, insanların bu yola baş vurmalarını hoş karşılamaz.
Onların gerçekleri görmelerini, gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin
içinde yaşamalarını, hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde yönlendirmelerini
ister. Bu hayatlarını bir takım hayaller ve kuruntuların temeline
dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle yüzyüze gelmek, azim ve iradenin
harekete geçmesini sağlar. Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere dalmak ve
kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından, iradenin erimesinden
başka bir şey değildir. İslâm sürekli olarak irade eğitimine önem vermekle
iradeyi, köklü alışkanlıkların, tiryakiliklerin bağlarından kurtarmaya çalışır.
Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden içkiyi ve diğer uyuşturucu
maddeleri haram kıldığını görmemize yeterli olacaktır. Zira bunlar, şeytan işi
iğrençliklerdir... insan hayatının düzenini bozmaktır.
Bazı fıkıh bilginleri, içkinin,
diğer pislikler gibi hem içilmesinin haram hem de kendisinin pis olduğunu
söylerken diğer bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu
söylemişlerdir. Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır. Rabia,
Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve daha sonraki bazı Bağdatlı fıkıhçılara
göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde meseleye bu kadar
değinmemiz yeterlidir.
Bu âyetlerin indirilmesi,
burada içkinin haram kılındığının bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden
olmakla nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir, nedenleri ve
hedefleri ayrı olan iki sesin yükselmesine neden oldu.
Bu açıklamayı olduğu gibi kabul
eden fakat, işin içinden çıkamayan bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat eden
kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan önce Uhut'ta karınlarında içki
olduğu halde şehit edilen arkadaşlarımızın durumu nedir?" dediler. Şaşkınlık ve
kargaşalık peşinde birtakım fırsatçılar da bu veya buna benzer birşeyler
söylediler. Bununla, gönüllerde yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni
sarsmayı veya içkinin haram kılınmadığı sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi
iğrençliklerden biri olan içki ile karınları dolu olduğu halde vefat
ettiklerinden dolayı, imanlarının boşa gittiği imajını yaymayı hedef
alıyorlardı. İşte tam bu sırada aşağıdaki ayet indi: "İman edip iyi ameller
işleyenler, -Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup
müminliklerini devam ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve
içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları
sever."
Bu âyet-i kerime, herşeyden
önce, haram kılınmadan önce hiçbir şeyin haram olmayacağını, haram kılınmanın
ayetten önce değil, ayet ile birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret
ile ilgili meselelerde ayetin kendisinden önceki halleri kapsamayacağını
bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan ayettir. Öldüklerinde, o sırada haram
kılınmamış olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından herhangi bir
sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda, haram kılınmış bir iş yapmış ve bir
günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor, iyilik yapıyor, her şeyde
Allah'ın kendilerini gözettiği bilinciyle hareket ediyorlardı. Niyetlerinin ve
eylemlerinin Allah tarafından görüldüğünü biliyorlardı. Bu hal üzere bulunan
birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah işlemez.
Biz burada Mu'tezile'nin,
içkinin pisliği hakkındaki hükmüne bağlı olarak körüklediği tartışmaya girmek
istemiyoruz. Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin haramlığına
ait hükmünden mi, yoksa içkinin kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi
olduğunu araştırır. Haram kılınan şeylerin, bu haramlıklarının kendilerinden
ayrılmayan bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram kılınmasından mı
kaynaklandığını tartışır. Bizim anlayışımıza göre, bu tür konulardaki
tartışmalar boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa tamamen yabancıdır!.. Yüce
Allah bir şeyi haram kıldığında, onu neden haram kıldığını bilir. İster haram
kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark etmez. ister haram kılmak; haram
kılınan şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu kullananın bizzat
kendisine veya içinde yaşadığı cemaata zarar veren bir sebepten olsun, değişen
birşey olmaz. Herşeyi bütünü ile bilen yüce Allah'tır. Ve O'nun emrine itaat
etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan
kaynaklanamaz. Halbuki gerçekçilik, bu ilahî yolun vazgeçilmez özelliğidir. Buna
bağlı olarak hiç kimse, "Madem ki haram kılınma, haram kılınan nesnedeki bir
niteliğe bağlıdır, öyleyse haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?"
dememelidir! Yüce Allah'ın belirli bir süre haram kılmadan bırakmış olmasının,
bir hikmeti olmalıdır. Çünkü her şeyin dizgini, Allah'ın elindedir. Zaten ilah
oluşunun gereği de budur.
İnsanların herhangi bir nesneyi
güzel görmesi, ya da çirkin bulması bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve
haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o hükmün gerçek sebebi
olmayabilir. Allah'a karşı edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve
uygulamayı gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister bilinmesin fark
etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Allah'ın yasasını uygulamanın
herşeyden önce, kulluk temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı, kulluğunu
ortaya koymak ve O'na itaat etmek temeline dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin
anlamı, İslâm'da budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü yettiği
ölçüde Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeylerin hikmetini araştırması doğru
olabilir. Hikmeti araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini, Allah'ın
açıklayıp açıklamaması fark etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp kavramaması
da birşeyi değiştirmez. Herhangi bir şeyde, Allah'ın yasasını güzel görecek olan
yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir işte emrini veya yasağını
bildirdikten sonra tartışma biter, emir veya yasak kesinleşmiş olur. İyi veya
kötü görme olgusunun, insanın aklına bırakılması, Allah'ın yasasında son merciin
insan olduğu anlamına gelir. Öyleyse, ilahlığın konumunu ve insan aklının
konumunu gerçekten iyi tesbit etmek gerekmektedir!
Buradan âyet-i kerimenin ifâde
tarzına ve ifade tarzının taşıdığı anlama geçeceğiz: "İman edip iyi ameller
işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup
müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik
yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı
sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever. "
Kur'an-ı Kerim'in bu ifade
tarzı, takvanın bir kere iman ve ameli salih ile, bir kere yalnız imanla, bir
kere de yalnız ihsanla birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin
görüşleri içinde içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık. Fi Zılâl'in
birinci baskısında da, bu tekrarlar hakkında doyurucu bir açıklama yapmamıştık.
Duygularımı tam ifade edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel yaklaşım
İbni Cerir Taberi'nin yaklaşımı oldu. "Birinci takva: Allah'ın emirlerini kabul
etmek, onları tasdik etmek, onlara boyun eğmek ve uygulamaktır. İkinci takva: Bu
tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takva: İhsan'dır. Nafilerle Allah'a
yaklaşmaktır.
Birinci baskıda bu konuda
yaptığım yorum şöyleydi: "Bu ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra
detaylara inmekle pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde takvayı, imanı ve
amel-i salihi özet olarak vermiştir. İkincisinde takvayı iman ile birlikte,
üçüncüsünde amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu
pekiştirmenin amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek, amellerin
değerlendirilmesinde değişmez yasayı oluşturan iç bilinci Allah'ın herşeyi
kontrol ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak... Her an O'nunla
ilişki içinde olduğunu idrak etmek bilincini... Allah'a iman etmeyi, O'nun emir
ve yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde yeralan akidenin apaçık tercümanı olan
amel-i salihi, gizli olan akide ile, bunun ifadesi olan amel arasındaki ilişkiyi
ortaya çıkarmayı hedef almaktadır. İşte hükmün illeti, nedeni budur, yoksa dış
görünüş ve dış şekiller değildir... Bu ana kaide ise, tabii olarak pekiştirmeyi
tekrarı ve açıklamayı gerektirir."
Artık bu yaklaşımı, biçimi
rahatlatıcı olarak göremiyorum. Fakat şu âna kadar içime bir başka yaklaşım
doğmuş değil... fakat yardım Allah'tandır. (Fi Zılâli'l Kur'an, 5/Mâide, 90-93.
âyetlerin tefsiri)
"Ey Muhammed! Sana şarap
içmeyi ve kumar oynamayı, şarabı ve kumarı soruyorlar..." (2/Bakara, 219).
Bunu soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile birlikte sahâbeden birtakım kişilerdi. "Ya
Rasûlallah, şarap hakkında bize bir fetvâ ver, çünkü aklı gideriyor" dediler ve
bu âyet indi.