Fecir | Konular | Kitaplar

İnanç Özgürlüğü ve Dinde Zorlama.

İnanç Özgürlüğü ve Dinde Zorlama

İnanç Özgürlüğü ve Dinde Zorlama

Din ve vicdan hürriyetinin
temeli, kişinin kendi irâdesiyle istediği kutsala inanması, istediği dini
benimsemesi veya benimsememesidir. İtikat, inanç, iman vb. kelimelerin
kullanıldığı bu eylem serbestçe inanmayı, inancını açıklamaya zorlanmamayı ve
inancından dolayı kınanmamayı gerektirmektedir. Esasında iman etme, bir kutsala
inanma, insanın iç dünyasıyla ilgili bir eylem olup bunun yasaklanması fazla bir
anlam ifâde etmemektedir.
İnanç hürriyeti, insana
insanlık vasfını veren ve en başta gelen bir haktır. İnsanoğlunun elinden inanç
hakkını almak isteyen kişi, aslında insanlık vasfını almaktadır. İnanç duygusu,
insanda bulunan mânevî bir duygu olduğundan, bunların değiştirilmesine
yönelebilecek bütün zorlamalar, aslında o inanç sahibinin gerçek dışı görüntü
arz etmesine sebep olacaktır. Bu ise, hiçbir inanç için benimsenecek bir durum
olmadığı gibi, özellikle İslâm için de söz konusu olamaz. İşte bundan dolayı,
insanlık tarihi boyunca hak dine çağırmak üzere peygamberler ve beraberlerinde
vahiyler gönderilmesine rağmen, insanlar zorlanmamış, dinin benimsenip
benimsenmemesi konusunda özgür irâdeleriyle başbaşa bırakılmışlardır. İndirilen
son vahiyde, yani Kur'an'da da aynı şekilde inanç hürriyeti tanınmaktadır:
"Dinde zorlama yoktur..."
(2/Bakara, 256)
"De ki: Bu gerçek
Rabbinizdendir, artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin..." (18/Kehf, 29)

"Rabbin isteseydi,
yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırlardı. O halde sen mi insanları inanmaları
için zorlayacaksın?" (10/Yûnus, 99)
"Öğüt ver, çünkü sen ancak
öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88/Ğâşiye, 21-22)
Kur'an, inanma olgusunu,
insanda bulunan seçme yeteneği ve özgürlüğü üzerine dayandırıyor. Hatta her şeye
kaadir olan Allah tarafından olsa bile, böyle bir imanı elde etme yolunun zor
kullanma ve baskı biçiminde olmasını geçersiz kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki
kalbi imanla mutmain olduğu halde dininden dönmeye zorlanan ve Allah'ı inkâr
eden bir kimsenin bu inkârını, azabı hak eden bir inkâr olarak
değerlendirmemektedir. Çünkü aslolan, kalbin benimsediğidir. Kaldı ki din
konusunda zorlama yapmaya zâten imkân da yoktur. Çünkü din, dudakların
tekrarladığı anlamsız kelimelerden ibâret değildir. Böyle olmasaydı Allah,
"Herhalde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin! Dilesek
onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar
(inanırlar)." (16/Nahl, 106) âyeti gereğince onların iman etmelerini
zorunlu hale getirecek etkenler de yaratırdı. Ama insanın inanmasının
mânevî/ahlâkî değeri, bu inancın, bir zorlamanın değil; serbest ve özgür
irâdenin ürünü olmasına bağlı olduğuna göre "göklerden indirilen" görünür
ya da işitilir bir "alâmet/işâret", karşı durulmaz âşikârlığıyla bu
serbest irâde ya da seçim ögesini ortadan kaldırır ve dolayısıyla insanın mesaja
olan inancını ahlâkî değerinden ve anlamından yoksun bırakırdı. Ayrıca
insanların gönül rızâsıyla ve kendi seçimleriyle kendisine inanmalarını isteyen
doktrinlerin zâten zorlamaya ihtiyaç duymayacağı konusunu da düşünebiliriz.
Çünkü zorlamaya ihtiyaç duymak, ancak nefsinde seçim yapma imkânı olmayan
noktada devreye giren bir konudur. Bu nedenle -belki de- âyet-i kerime yalnızca
"...Tâğûtu inkâr edip Allah'a iman edenlerin, kopmayan sağlam bir kulpa
yapıştıkları..."na değinmekle yetinmiştir. Doğrusunu Allah bilir; belki de
bu durum, isteyerek iman etmenin doğal bir neticesi gibi takdim edilmiştir.
Bunun da ötesinde, İslâm'a dâvet eden kişi, sadece Kur'an'ın belirlediği tebliğ
ve uyarı görevini yerine getirmekten sorumludur. Bunun yanısıra Kur'an,
insanların iman edip etmemelerinden dâvetçiyi sorumlu tutmaz ki başkalarını
İslâm'a girmeye zorlasın.
İşte İslâm'ın öngördüğü bu
inanç özgürlüğünden dolayıdır ki, İslâm'ın himâyesi, diğer dinlerden olup kendi
kanatları altında yaşayanları da kuşatmış, dinlerinin gerektirdiği şekilde
ibâdet etmelerini sağlamış, dinlerinin kurallarını yaşama konusunda idârecilerin
zorlamalarını da yasaklamıştır. Bu meyanda "zimmîlik" tam bir vicdan ve din
özgürlüğü teminat altına alıyor, askerliği kaldırıyor, menkul ve gayr-ı menkul
bütün mallarını elinde tutuyor, adâleti garantiliyor ve hatta çeşitli gayr-i
müslim tebaaya kendi öz kanunlarını tatbik etme imkânı veriyordu. Bunun en güzel
örneğini Hz. Peygamber'in savaşlarda din adamlarına karışılmaması yönündeki
emirlerinde görmekteyiz (Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/300; IV/240; V/358).
Hz. Ömer'in Beyt-i Makdis'e gittiğinde onların kiliselerinde namaz kılmayışının
nedeni de, kendisinden sonra müslümanların bu kiliseyi yıkıp enkazı üzerinde bir
mescid yapabilecekleri endişesiydi. Bu da İslâm'ın diğer din mensuplarına
tanıdığı inanç özgürlüğünü yansıtan başka bir örnektir.
Peki, bu sözünü ettiğimiz inanç
özgürlüğünün alanı sınırsız mıdır? Veya bunun kapsamı nedir?
Herkese tanınan bu inanç
özgürlüğü, her din mensubunun kendi inanç eğitimlerini yapma özgürlüğünü de
beraberinde getirmektedir. Hatta Kur'an'da ve Sünnette, müslüman olmayanların,
müslümanlara kendi inançlarının propagandalarını yapmalarını yasaklayan açık
hiçbir delil de bulunmamaktadır. Sadece soyut anlamdaki inanç için bir özgürlük
tanındığı halde, bunun aynı inancın gerektirdiği bazı davranışlara tanınmaması
hem bir çelişki, hem de anlamsız olacaktır. Buna göre müslüman olmayanların
İslâm'a ve müslümanlara hakaret etmemeleri, onları küçük düşürücü söz ve
eylemlerden sakınmaları şartıyla kendi inançlarını yaşamaları, hatta
inançlarının propagandasını yapmaları da İslâm'ın tanımış olduğu inanç özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmelidir. Belki ilk bakışta böyle bir özgürlüğün
tanınması anormal karşılanabilir. Ancak İslâm, kâfirlerin güç kullanmadan ve
İslâm'ı küçük düşürmeden kendilerini ifâde etmelerinden ve kendi inançlarının
propagandalarını yapmalarından etkilenmeyecek kadar mükemmelliğe sahip bir
dindir ve müntesiplerinin de aynı mükemmelliğe sahip olmaları ve inançlarını
belirlenen ölçüler çerçevesinde yaşayıp yaymaya çalışmaları durumunda diğer din
mensuplarının propagandalarından etkilenmeyeceğini öngörür. Hatta müslümanların
kendi dinlerine olan bağlılıkları ve samimiyetleri, dolayısıyla İslâm'a olan
güvenleri, başka din mensuplarının tebliğ/misyonerlik faâliyetlerinden rahatsız
olmamalarını gerektirir. Dolayısıyla müslüman olmayanların faâliyetlerinden
rahatsızlık duymanın, bazen müslümanlarda bir inanç sorununun ve İslâm'ın
istediği görevleri yeterince yerine getirmemenin bir belirtisi olarak ortaya
çıktığını düşünüyoruz. Diğer bir ifâdeyle, müslümanların kendilerine
yabancılaşmalarına paralel olarak dinlerine olan güvenlerinin sarsılması, diğer
din mensuplarının faâliyetlerinden rahatsızlık duymalarına, buna bağlı olarak da
sadece söylem olarak sahip oldukları inançlarının rencide edilmiş olacağı
endişesine kapılmalarına neden olmaktadır. Aslında İslâm'ın yaşandığı bir
toplumda başka dinlerin rağbet görmesi de söz konusu olamaz.
İnanç, ibâdet, ahlâk ve sosyal
hayatla ilgili hükümleri ihtivâ eden Kur'an, muhâliflerinden, Kur'an'ın bir
benzerini getirmeleri için meydan okumaktadır (Bkz. 2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38;
11/Hûd, 13; 21/Enbiyâ, 24; 17/İsrâ, 88; 27/Neml, 64). Kur'an'la ilgili bu meydan
okumaya karşılık, birileri, bu alanların birinde veya hepsinde Kur'an'dan daha
üstün görüş ve hükümlere sahip olduğunu ileri sürecek olsa, din adına, bu
kimsenin, görüşlerini anlatmasına engel olmamız mümkün değildir. Aksi takdirde,
meydan okumanın hiçbir anlamı kalmaz. Aslında muhâlif görüşlerin
seslendirilmesine fırsat vermeyenler, kendi inanç ve görüşleri konusunda
endişesi olanlardır. Müslümanların ise böyle bir endişeleri yoktur. (M. Sait
Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 265-267).
Hz. Peygamber de, kendisine
gelen hıristiyanların, kendi ibâdetlerini yapmaları için mescidini
kullanmalarına müsâade etmiş, hatta mescidde onlarla tartışmış, hıristiyanların,
Kur'an'a aykırı olan görüşlerini özgür bir şekilde dile getirmelerine fırsat
tanımıştır (Bkz. İbn Kesir, Tefsir, I/348).
O halde, her din mensubu, sahip
olduğu inancını başkalarına zorla benimsetmeye girişmediği veya bu inancını
başkalarına hakaret etme aracı olarak kullanmadığı sürece inanç özgürlüğü
kapsamındadır. Aksi takdirde inanç özgürlüğünden söz edilemez.
Bakara sûresinin 256. âyeti,
hiç kimseyi dinini bırakmaya zorlayamayacağımızı ifâde ettiği gibi, aynı zamanda
bizi dinimizden uzaklaşmaya kimsenin zorlayamayacağı anlamındadır. Çünkü bu
özgürlüğün garantisi, hiç kimsenin kimseye saldırmamasına bağlıdır. Düşünceleri
hafife alanlar, dinlerle alay edenler, kendi konumlarını koruyup hayatlarına
devam ederlerken "inanç hürriyetine saygı göstermek gerekir" denmesi de doğru
değildir.
İslâm Dini, bu anlamda düşünce
özgürlüğünü garanti altına almıştır. Ancak bu özgürlük salt düşünce sınırları
içinde geçerlidir. Ayrıca insanların birbirleriyle diyaloga girmeleri,
tartışmaları, birbirlerini inandırmaları veya düşüncelerinin doğruluğuna iknâ
etmeleri amacıyla böyle bir inanç ve düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Yoksa,
insanların hayatlarına ve fikirlerine anarşinin egemen olmasına sebep olacak
mutlak ve kayıtsız-şartsız bir özgürlük söz konusu değildir.