Fecir | Konular | Kitaplar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar

Dinde zorlama yoktur. Allah onu
zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde
zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn"
(dinde) ifâdesi, "ikrâh"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil)
haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece
dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan
İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu,
zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır.
Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır.
Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi
bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama
yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama
bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır.
Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı
İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun
dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşrû ve mûteber olmaz.
Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet
bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir."
Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır.
Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek
iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da
öyle, cihad da öyledir...
Bundan başka bir kimsenin,
diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir.
Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan
yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık değil, sebeblik mânâsı
düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için,
dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili
bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey
değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalpten inanmaktır. Bu ise sırf
bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini yapar." (2/Bakara, 253; 22/Hacc,
14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın irâdesiyle iman
ve hatta iman ile sâlih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül
rızâsına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve
teklif edilir.
"Eğer Rabbin dileseydi, yer
yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için
insanları zorluyor musun?" (10/Yûnus, 99).
Şu halde dine girmesi için
kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman,
Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz.
Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu
zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine
kâfirsin." denilemez, kâfir muâmelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe
ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir
irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir
zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman
olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın
(zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya ne hâcet? Zorlama
beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü
doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu
kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihâyet
İlâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman
ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azap ve
felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden
ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de
muhakkak ceza ve azap görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle,
kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını
içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince,
hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azap yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın;
elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı
hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama,
fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle
rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir
hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir
alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama
olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fâsıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış
müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun
gerekli bir sonucu olan cezâ ve azap da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır
ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah
Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de
başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için
sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur."
buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm
yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için
bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm
hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din
hürriyetleriyle yaşayabilirler.
Mesela bir müşrik, dilerse
yahûdi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz,
ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim
olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi
rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra
döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir
zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam
Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecûsi veya
hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahûdi olacak olsa, ben
onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat
Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir."
ifâdesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı
yoktur. Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm
dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse
cezası verilir.
Bundan başka, ibâdet ve diğer
muâmeleler gibi rızâ şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir.
Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı
bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre
cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma
ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile
düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp,
hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna
bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine
riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlûp olduğu takdirde de yine
din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir
intizama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta
değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama
ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin
saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü
haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş,
bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği
bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm yurdunun
dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden
dışarıdadır.
Dâr-ı harp (kâfir yurdu) zaten
zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse
anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin
gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak,
zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani
herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek
kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan
hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalp ve
güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın
egemenliğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini,
peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makamı ile uyumlu olarak çeşitli
milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen,
kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin
hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine
dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan
genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi,
intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlûp etmek ve
zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki,
Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir
zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün
insanlık allak bullak olacaktır.
Fakat bu açıklamadan sonra bir
soru kaldı. Yukarıda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini
oluncaya kadar onlarla savaşın." (2/Bakara,193) âyetinde görüldüğü üzere
Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti
verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri
zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya
ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir?
Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya
tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da
bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama
yoktur." hükmünün tatbiki içindir. Bu münasebetle tefsircilerden birkaç
görüş vardır:
1- Bu "Lâ ikrâhe"
âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle
neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel
olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir."
âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırt edilmesinden sonra olduğunu
göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere
cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu
olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine
göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem
(neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine
aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivâyet önemlidir. Demek oluyor ki
bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti
ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş
olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine
kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.

2- Bu âyet kitap ehli
hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi
"şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi,
iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki
Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını
Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor
kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı
durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini
üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin
dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz
vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve
çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde
biz bunları zorlarız." dediler.
Bu cümleden olarak Salim b. Avf
oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam
tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi
bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü
birlikte Rasûlullah'a mürâcaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da
onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra,
her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır. O halde hükmünün
genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve
geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani
değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm
yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap
ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap
yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet,
mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus
olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Rasûlullah, birisine
'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu
âyet bunun hakkında inmiştir" diye rivâyet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak
olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.
3- Bilinmektedir ki Arap
müşrikleri hakkındaki muâmele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız
Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (2/Bakara, 193) emrine
dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman
oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu
Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan
ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu
âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra
inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden
"Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında
bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki
bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun
tarih itibarıyla sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarıda görüldü ki,
aksine rivâyet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın
olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak
tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp
ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru
olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile
verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama
olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine
de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir.
O halde, âyetinin bütün
kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur.
Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle
hâriç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır.
Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya
kadar onlarla savaşın." (2/Bakara, 193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır.
Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde
zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne
bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı
(uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan
ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da
caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden
müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne
yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları
karıştıranlar, belâlarını bulurlar."
Bundan dolayı, her kim tâğuta,
azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani
samimi bir kalp ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o
tâğutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve
dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik
ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu
sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena
düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra
akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani,
bâtıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp
gidecek olan tâğutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar
gibi azgın, sahte mâbudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza
kadar dirisi, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz,
göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz,
şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel
her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mâhiyetine erilmez, o
bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsîsi yerleri, gökleri tutmuş,
yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin
yüceliği, şânı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan
Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi
koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsîden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz
sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın
tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç
bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu
iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalpte kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve
dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir,
hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve
aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin
yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
Tâğut: "Tuğyan"
(azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût =
zorbalık" gibi "tağâvût" olup, yer değiştirmekle "tavâğût" yapılarak "vâv",
"elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın
(azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbn Cerîr et-Taberî'nin târif
ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla
kendisine tapınılıp mâbud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek
dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan
veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inat edip büyüklük
taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud
gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebû Hayyan der ki:
"Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tâğut bunların her birine
hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukarıdaki târif, bunların hepsini içine almaktadır.
Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını
da ilâve etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud
tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Hevâ ve hevesini ilâh edinen
kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) âyeti gereğince kendi hevâsına uyup
kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife
dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce, tâğutun
çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi
"şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mâbud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp
inat edenleri" kelimelerinin her biri tâğut kelimesiyle tarife benzer ve uygun
düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş
anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak
kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tâğutun
açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Üçüncü olarak, tuğyan (isyan,
azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tâğutlardır.
Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tâğutlardan bile
sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa
sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu
sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar.
Putlar, aslında erkek veya dişi tâğutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır.
Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu
yönüyle putlar, asıl tâğut değil, tâğutların temsilcileridirler. Böyle "Kim
tâğutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk
iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar
etmek)tir.
Dördüncü olarak, Allah'a karşı
isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber
birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi
büyük insanların kendileri tâğutun tarifinden ve kendilerine tâğut denilenlerden
hariçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını
da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan
bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak
peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok
önemli nükteye işaret edilerek "kim tâğutu inkâr ederse..." buyurulmuş da
diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan
başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak
ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de
ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır.
Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin
olmak için, Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı
da tâğutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tâğutu
inkâr eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur" kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile
iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın
Kürsîsine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve
giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından
anlaşılıyor. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili)
"Dinde zorlama yoktur.
Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Kim Tağut'u, azgınlığı
reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir. Allah müminlerin
dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin
dostları ise Şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak
karanlıklara sokarlar. Onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler." (2/Bakara, 256-257)
Bu dinin ortaya koyduğu şekli
ile inanç meselesi, anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı izlemesi gereken bir ikna
olma meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme, bir dayatma meselesi değildir.
İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiştir; düşünen
akla seslenmiştir... Konuşan bedahete (dolaysız algılama yeteneğine)
seslenmiştir, aldığı uyarılara karşılık veren vicdana seslenmiştir...
Dengeli-istikrarlı fıtrata seslenmiştir... İnsan varlığının bütününe
seslenmiştir... İnsan idrakinin bütün yönlerine seslenmiştir... Fakat
seslenirken baskıya başvurmamıştır, hatta somut harikaların, olağanüstülüklerin
manevi baskısını bile kullanmaktan kaçınmıştır. Olağanüstü olaylar, görenleri
refleksif bir edilgenlikle inanmaya sürükleyebilir, fakat insan onları bilinci
ile inceleyemez, aklı ile idrak edemez; çünkü bu tür olayların düzeyi bilincin
ve aklın üzerinde olur.
Bu din, insan mantığının
karşısına inanmaya mecbur edici olağanüstü olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına
göre onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan, muhataplarına açıklama
yapmaksızın, onları inandırmaksızın, ikna olmalarını sağlamaksızın tehdit, baskı
ve zorlama yolu ile kendini kabul ettirmekten elbette kaçınacaktır.
Oysa İslâm'dan bir önceki din
olan Hıristiyanlık kendini süngü ile, ateşle, işkence ve tepeleme yolu ile kabul
ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü, imparator Konstantin'in hıristiyan
olmasından sonraki Roma İmparatorluğu olmuştu Oysa Roma İmparatorluğu aynı
işkenceleri, daha önce, ikna olarak ve isteyerek hıristiyanlığı kabul etmiş olan
çok az sayıdaki vatandaşına uygulamakta tereddüt etmemişti. Üstelik Roma
İmparatorluğu'nun hıristiyanlık uğruna uygulamış olduğu baskıların ve toplu
kıyımların kurbanları sadece hıristiyanlığı kabul etmeyenler olmamıştı; devletin
mezhebine girmeyen, bu mezhebin Hz. İsa'nın konumuna ilişkin bazı doğmalarını
benimsemeyen değişik mezhep yanlısı hıristiyanlar da bu amansız vahşetten
paylarını almışlardı!
İşte bütün bunlardan sonra
gelen İslâm, ilk açıklamaları arasında şu önemli ve büyük ilkeye yer verdi:
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Bu ilkede yüce Allah'ın insanı
onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine ve duygularına saygı gösterdiği, inanç
alanında hidayete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde onu vicdanı ile başbaşa
bıraktığı, bunların yanısıra davranışlarının sonuçlarını ve nefsi ile hesaplaşma
görevini omuzlarına yüklediği açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün en
karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki, yirminci yüzyılın zorba
ideolojileri ve insan onurunu hiçe sayan sosyal düzenleri onu insanlara çok
görüyor. Bu baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın inanç seçme
serbestliği tanıyarak onurlandırdığı insan adlı bu varlığa hayat düşüncesini ve
düzenini serbest iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu devletin çeşitli
propaganda araçları, yoğun yönlendirme önlemleri, bunların yeterli olmadığı
zaman da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile dayattığı, dikte
ettiği düşünceyi ve düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan ya evrene egemen olan
Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu inkâr ederek sözünü ettiğimiz devlet
ideolojisini kabul edecek ya da her an nasıl ve nereden geleceği belirsiz ölüm
tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!
İnanç özgürlüğü, insanı "insan"
yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda sağlayan ilk "insan hakkı"dır. İnsanın
elinden inanç özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini
elinden almış demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancı
yayma ve tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını
oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte hiçbir anlam taşımayan kuru bir
laftan ibaret kalır.
Hiç kuşkusuz varlık bütününe ve
hayata ilişkin en gelişmiş düşünce sistemi, insan toplumu için en tutarlı sistem
olan İslâm, herkesten önce ve herkesinkinden gür bir sesle "Dinde zorlama
yoktur" diye sesleniyor. Bu din, kendi dışındakilerden önce öz taraftarlarına,
insanlara bu dini benimsetmek amacı ile zor kullanmalarının yasak olduğunu
açıklıyor. Durum böyleyken kendilerini devlet otoritesinin acımasız baskısı ile
ayakta tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan zorba ve yetersiz yeryüzü
kaynaklı ideolojilerin ve sosyal düzenlerin yaptıklarına ne demeli?
Bu âyetin ilk cümlesi mutlak
olumsuzluk ifade ediyor; "Dinde zorlama yoktur". Dil bilimcilerinin
(Nahivcilerin) deyimi ile "Nefy-i cins" öntakılı bir cümlecik. Yani zorlamanın
her türlüsünü olumsuzlayan, reddeden bir ifade karşısındayız. Zorlamanın varlığı
kökünden olumsuzlanıyor, reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik baskı
sadece yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve olaylar dünyasından
tamamen kovuluyor. Cümlede olumsuz bir üslupla kullanılan -her şeyi içine alan
bir şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir yasaklama biçimidir.
Âyetin devamında insan
vicdanını okşamaktan, onu hidayete teşvik etmekten, doğru yola iletmekten ve
artık apaçık hale geldiği ilân edilen imanın mahiyetini belirtmekten başka
birşey yapılmıyor: "Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır." Yani
iman, insanın sahip olması ve titizlikle koruması gereken bir olgunluk (rüşd),
buna karşılık küfür, insanın kaçınması ve üzerine bulaşmasından çekinmesi
gereken bir azgınlık, taşkınlıktır.
Durum gerçekten de böyledir.
İman, insana verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. O, insan idrakine katışıksız ve
belirgin bir düşünce bağışlar, insan kalbine huzur ve barış sunar, insan
vicdanına yüce amaçlar ve temiz duygular kazandırır, insanlık için sağlıklı,
dengeli, hayatı gelişmeye ve ilerlemeye doğru itici bir düzen gerçekleştirir.
İnsan, iman nimetini bu şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı demek
olduğunu kavramakta gecikmez. Bu gerçeği kabul etmeyecek olanlar, sadece
olgunluğu bırakıp azgınlığı alan, hidayeti bırakıp sapıklığa koşan; kavram
kargaşasını, kuşkuyu ve haysiyetsizliği huzura, güvene ve onurluluğa tercih eden
budalalardır.
Âyetin devamında imanın
mâhiyeti daha belirgin, sınırları çizilmiş ve daha açık hale getiriliyor.
Okuyoruz: "Kim tağutu azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu
olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır." Küfür, hakettiği, lâyık olduğu
bir kaynağa dayandırılmalıdır ki, bu da "tağut"tur. İman da lâyık olduğu,
yakıştığı bir mercie yöneltilmelidir ki, o da "Allah"tır.
"Tâğut", "tuğyân (azgınlık)"
kökünün anlamdaşı (sinonimi)dır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen,
Allah'ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına
gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu
şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah'ın
direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah'ın buyruklarından
kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu
kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim, hangi biçimde karşısına
çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır ve ilham
kaynağı olarak sadece Allah'ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir. Ayette bu
kurtuluş "kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmak" durumu ile
somutlaştırılmıştır.
Burada soyut, manevi bir
gerçeğe ilişkin somut bir tablo ile karşı karşıyayız. Allah'a inanmak, asla
kopmayacak olan sağlam bir kulptur, bu kulpa yapışan kimse kurtuluşa götüren
yolu kaybetmez. Çünkü bu kulp, yok oluşun ve kurtuluşun sahibine bağlıdır.
Gerçek anlamı ile iman. Şu varlık alemindeki tüm gerçeklerin dayandığı ilk
gerçeğe, Allah gerçeğine ermek, Allah'ın şu varlık alemi için koyduğu ve varlık
alemini ayakta tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği kanunlar sisteminin özünü
kavramaktır. Kim O'nun kulpuna yapışırsa O'nun kılavuzluğu altında O'na doğru
ilerler. Ne tökezler, ne geri kalır, ne aldatıcı başka yollarla karşılaşır ne
pusulayı kaybeder ve ne de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz: "Allah her şeyi
işitir, her şeyi bilir." Dillerden dökülen sözleri işitir, kalplerdeki saklı
duyguları bilir. O halde O'nunla ilişki halinde olan mümin, başkalarını
dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye haksızlık etmez.
Daha sonraki âyette hidâyet ile
sapıklık, hidâyetin ve sapıklığın mâhiyeti canlı, hareketli ve somut bir tabloda
canlandırılıyor. Bu tablo müminlerin dostu ve yardımcısı olan Allah'ın nasıl
onların elinden tutarak karanlıktan aydınlığa çıkardığını, buna karşılık
kâfirlerin dostları ve elebaşları olan tağutların ise onları nasıl ellerinden
tutarak aydınlıktan çıkarıp karanlıklara soktuklarını tasvir ediyor.
Bu manzara hayran bırakıcı,
canlı ve duygulandırıcıdır. İnsan hayatı onu da ötekisini de izliyor. Şuradan
gelip oraya giden insan yığınları gözümüzün önünden akıyor sanki. Bir bu canlı
tabloyu, bir de insan hayalini kımıldatmayan, duygulara dokunmayan, vicdanı
harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı ile sadece zihne seslenen soyut
ve kuru bir ifadeyi düşününüz.
Eğer Kur'an'ın tasvir üslubunun
üstünlüğünü daha iyi kavramak istiyorsak bu canlı tablonun yerine herhangi bir
soyut ifadeyi zihnimizde canlandıralım. Meselâ şöyle diyelim; "Allah, müminlerin
dostu, kayırıcısıdır. Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları, ele başları ise
tâğutlardır; onları kâfirliğe, inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün önünde
ölüyor; tüm sıcaklığını, hareketini, iz bırakıcılığını yitiriyor.
Bu ifâdenin tasvir ediciliği
canlılığı, uyarıcılığı yanında gerçeği ne kadar duyarlı ve titiz bir şekilde
dile getirdiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Tekrar okuyalım: "Allah
müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardân aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları ise, tağut ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan
çıkararak karanlıklara sokarlar." Yani iman aydınlıktır, özünde ve yapısında
tek bir aydınlık. Oysa küfür "karanlık"tır; çok sayıda ve değişik nitelikte
karanlıklar. Ama hepsi aslında "karanlık"tırlar. Hiçbir gerçek, imanı aydınlığa,
küfrü de karanlığa benzetmek kadar doğru ve hassas olamaz.
Gerçekten iman, müminin
vicdanına akar akmaz bütün varlığını aydınlatır. Müminin ruhu iman sayesinde
parlar, şeffaflaşır, arınır ve çevresine aydınlık, parlaklık ve belirginlik
ışıkları saçar. iman nesnelerin mahiyetini, değerlerin mahiyetini ve
düşüncelerin içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı
sayesinde mümin, bunları algı yanılgısına meydan vermeyen bir belirginlikle;
karışıklığa meydan vermeyen bir açıklıkla ve titreşimsiz bir netlikle görebilir
ve bunlar içinden soğukkanlılıkla, gönül huzuru ile, güven içinde ve titreşimsiz
bir kararlılıkla alacağını alır, bırakacağım bırakır. İman, evrensel kanunlar
sistemine giden yolu meydana çıkaran bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde
mümin kendi hareketini, çevresindeki ve özündeki evrensel kanunlar sisteminin
akışı ile ahenkleştirir; Allah'a ulaştıran ya da yavaş yavaş yumuşak adımlarla,
gerginlikten uzak bir rahatlıkla, öteye-beriye çarpmadan, orada-burada
tökezlemeden ilerler. Çünkü gittiği yol fıtratının bilmediği, yabancısı, acemisi
olduğu bir yol değildir.
İman, tek yola ileten tek bir
aydınlıktır. Küfrün sapıklığı ise çok sayıda ve değişik karanlıkları içerir.
Şahsi arzu ve ihtiras karanlığı, kılavuzsuzluk ve yolu şaşırma karanlığı,
kendini beğenmişlik ve azgınlık karanlığı, zayıflık ve aşağılık kompleksi
karanlığı, gösteriş ve münafıklık karanlığı, açgözlülük ve kıskançlık karanlığı,
kuşku ve endişe karanlığı ve hadde-hesaba gelmeyen daha bir çok karanlık
türleri... Bu karanlıkların tümü, Allah'ın yolundan sapmakta, Allah'tan başka
bir kaynaktan ilham almakta ve Allah'ın sisteminden başka bir sistemin
hakemliğine başvurmakta toplanır. İnsan, yüce Allah'ın bir ikincisi bulunmayan
aydınlığından, karışıklığa meydan vermeyen biricik gerçeğin aydınlığından
ayrılır-ayrılmaz, kesinlikle değişik, türlü ve farklı nitelikli karanlıkların
içine düşer. Bunların türleri değişik ve nitelikleri farklı olmakla birlikte
hepsi de birer karanlıktır. Bu yanlış tercihin âkıbeti, karanlıkların
taraftarlarına, yardakçılarına yakışacak cinstendir: "Onlar, orada ebedi
olarak kalmak üzere Cehennemliktirler."
Madem ki, aydınlıktan
yararlanarak doğru yola girmek istemediler, o halde süresiz olarak ateşte
kalsınlar. Hak, (Allah'ın bildirdiği mutlak gerçek) tektir, birden fazla olmaz.
Sapıklığın ise çeşitli renkleri ve çeşitli biçimleri vardır.
"Haktan sonra, sapıklıktan
başka ne var ki?" (10/Yûnus, 32)
Bu âyetler demetini
noktalamadan önce dinimizde cihadın farz olduğu gerçeği ve tarih boyunca
İslâm'ın taraf olduğu savaşların niteliği ile daha önce incelediğimiz
"Fitnenin (bozgunculuğun, kargaşanın) kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız." (2/Bakara, 193) âyetini
birlikte göz önünde bulunduran bir perspektifle "Dinde zorlama yoktur." ilkesi
hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
İslâm'ın bazı kötü maksatlı
düşmanları onun "Dinde zorlama yoktur" ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini
kılıç yolu ile kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla
suçlarlar. Diğer bazı düşmanları da İslâm'ı bu töhmet karşısında savunur
görünerek müslümanların ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâm'ın
ortaya çıkmasında ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayati rolün önemini
küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da
yarın bu araca başvurmanın gerekli olmadığı ve olmayacağı mesajını vermek
istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet
karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de
İslâm'ın sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını müslümanların zihninde
dumura uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede İslâm'a karşı savaşan Batılı
şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor.·(Bu kişilerin basında Sir
T.W. Arnold adlı oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi tarafından
"Ed-Da'vetü'l- İslâmiyye" adı altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.)
Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın diye oynuyorlar. O cihad
ruhu ki, savaş alanında onun karşısında bir kere bile tutunamamışlardır! Yine o
cihad ruhu ki, ancak onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire
vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her yanında başına öldürücü ve vahşice
darbeler indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir.
Bunların yanısıra emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı
gerektirecek birer inanç savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve
stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre cihadı gündeme
getirmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını müslümanların
beyinlerine işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını daha da
perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi
boyunca kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu
kılıçlar hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için değil, cihadı gerektiren
birtakım amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak için çekilmiştir. Bu
hedeflerin başlıcaları şunlardır.
1- İslâm, her şeyden
önce, müslümanlara yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak, bunlara
karşı koymak, bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada
girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki ayetlerinden birinde
incelediğimiz "Fitne, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur" (2/Bakara,
217) prensibini ortaya koydu. Böylece inanca yönelik saldırıyı, müminlere
inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları dinlerinden ayırmaya çalışmayı insan
hayatına yönelik saldırıdan daha büyük bir insanlık suçu saydı. O halde bu
kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha önemli, daha değerlidir. Eğer mümin
canını ve malını savunmak için savaşmaya izinli ise inancını ve dinini savunmak
için savaşmaya hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca,
dünyanın çeşitli yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme
girişimlerine, eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden en önemli
varlıklarına yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı. Çünkü bu
baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm
diyarı olan Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden koparılma
amacına yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu
zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı direnen diğer hıristiyan mezheplerinin
bağlılarına karşı da uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün İspanya'sında İslâm'ın
gölgesine, hatta öbür hıristiyan mezheplerin gölgelerine bile rastlayamazsınız.
Yine bir zamanlar Beytülmukaddes (Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı
saldırılarına hedef olmuştu. Bu saldırıların tek amacı İslâm inancının kökünü
kazımaktı. Fakat bu bölgede de müslümanlar inanç sancağı altında silâha
sarılarak düşmanlarına karşı göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere
ulaşarak bu kutsal İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan
kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin,
siyonistlerin ve hıristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli
yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte ve inançları
uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar, eğer gerçek müslümanlar
iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme yükümlülüğü ile
karşı karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm,
inanç özgürlülüğünü gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve duyurma
özgürlüğünü de sağlamak amacı ile cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince
İslâm, evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı
geliştirecek en ileri düzeni getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek, gene
bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu açıklama,
anlatma ve ilandan sonra isteyen mümin, isteyen de kâfir olsun, "Dinde zorlama
yoktur." Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm insanlar için
gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu üzerindeki engeller
kaldırılmalıdır, insanların bu ilâhi mesajı işitmelerini ve doğruluğuna
inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidayet kervanına, katılmalarım önleyen
engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri,
toplumların ve milletlerin başında insanların bu ilâhî mesajı işitmelerine izin
vermeyen, bunun yanında İslâm'a girenlere baskı uygulayan zorba rejimlerin
bulunmasıdır. İslâm, bu tağutî, bu zorba rejimleri yıkarak yerlerine adalete
bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma
özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için didinenlerin güvenliğini sağlamayı
amaçlamıştır. Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer
gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için bugün de cihad etme yükümlülüğü
ile karşı karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç
olarak İslâm yeryüzünde kendi düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için
cihad etti. İslâm, insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren
tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan Allah'a yöneltilmesi
gereken tek kulluğun, tek bir tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek
bütün biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar.
Buna göre ortada insanlar için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile
insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren hiçbir ferde, hiçbir sosyal
sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah
vardır, bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler koyma yetkisi
sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı
imanı ve ibadeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf
Allah'ın şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme yetkisi için toplumdan
vekillik almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki
görevlinin, temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma
yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun insan hayatına
yansıyan bir göstergesidir. o halde hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul
olduğu, başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak
kendisi için ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara karşı ilahlık makamı işgal
etmeye yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği
ilâhi düzenin temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine tertemiz bir ahlâk
düzeni oturur. Bu düzende her insanın özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm
inancını benimsememiş olanların özgürlüğü bile. Bu düzende herkesin
dokunulmazlıkları titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul etmemiş
olanların dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında yaşayan her
yurttaşın hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun. Bu düzende hiç
kimse zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı
uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce
düzeni kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İnsanın insana kulluğu
esasına dayanan, kulların hiçbir hakları olmadığı halde Allah'a ait yetkiyi
kullanmaya yeltendikleri, kendilerini Allah yerine koymaya kalkıştıkları zorba
düzenleri devirmek İslâm'ın görevi idi. Bunun yanı sıra bu azgın rejimlerin
dünyanın her yerinde İslâm'a karşı direnmeleri, onu düşman bilmeleri
kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de kaçınılmaz oluyordu.
Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân edebilecek, arkasından bu rejimin
egemenliği altında herkesi kendi özel inancında özgür bırakabilecekti. Onlardan
sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası hukuk normlarına uymalarını
isteyecekti. Bunlar dışında vicdanlarındaki inançlarında, özel yaşantılarında
özgür olacaklar, bu alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm,
bu düzenin sınırları içinde onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını
koruyacak, haklarını teminat altında bulunduracak, dokunulmazlıklarına el
değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni
kurmayı amaçlayan sözkonusu cihad görevi, "Fitnenin kökü kazınarak Allah'ın
dini kesinlikle egemen oluncaya kadar" yeryüzünde kulların, ilâhlık
taslamalarına ve Allah'ın dini dışındaki bütün sahte dinlerin egemenliklerine
son verinceye kadar, sürekli biçimde müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara
kendi inanç sistemini zorla benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı
düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü anlamda kılıçla yayılmış bir din de
değildir. O sadece her inançtan insanların himayesi altında güven
duyabilecekleri, sınırları içinde inancını paylaşmasalar bile egemenliğini kabul
ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir rejim kurmak için cihad
etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması,
bağlılarının inanç sistemlerine güven duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin
güven içinde bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin kurulması ve
düşmanlarına karsı korunması için bu dinin güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad,
tarihteki önemi küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının
sinsi mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâm'ın
bugününde ve geleceğinde zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal
düzeni, bir rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü
olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması gerekir. Bu onun
ayrılmaz özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm ne yaşayabilir ve ne
de başkalarına önderlik edebilir. "Dinde zorlama yoktur'', evet ama
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün
düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli
düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri
hazırlayınız." (8/Enfâl, 60) âyeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin aslı
budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve
dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi
davranmamâlı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Tersine her
zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü kaynaklı
rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı ideolojilere tepeden bakan insanların
alnı açık tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak dinlerini, bağlılarının
güvenliğini sağlama, saldırgan batilin burnunu kırma ve getirmiş olduğu nimetten
bütün insanları yararlandırma amacını taşıyan cihaddan soyutlamak isteyen,
kendilerine bu zehiri şırınga ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi davranan
sinsi düşmanlarının aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad ki,insanlığı ondan
yoksun bırakanlar, insanlık ile onun arasına girenler, insanlığa karşı hiç
kimsenin işleyemeyeceği cinayeti işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın en koyu
düşmanlarıdır, eğer insanlık olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa bunları
kovalaması, yakalarını bırakmaması gerekir. İnsanlık bu olgunluğa ereceği ve
aklını harekete geçireceği güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını, yüce
Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile onurlandırdığı müminlerin kovalaması
gerekir. Bu, onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir.
Yüce Allah'ın önünde bu görevi yerine getirmekle yükümlüdürler. (Seyyid Kutub,
Fi Zılâli'l- Kur'an)
"Dinde zorlama (ve baskı)
yoktur." Arapça "din" kelimesi hem inancı, hem de bu inanç üzerine kurulan
hayat tarzını ifade eder. Burada, önceki ayetlerde ortaya konulan inanç ifade
edilmektedir. Bu ayete göre İslâm, iman ve onun hayat tarzı hiç kimseye zorla
kabul ettirilemez demektir.
"...Artık kim tağutu
tanımayıp..." Arapça "tâğut" kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes
için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının
hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse
için kullanır.
Allah'a isyan üç derecede
olabilir:
1) Eğer bir kimse
Alah'ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O'nun emirlerinin aksini
yaparsa buna fâsık denir.
2) Bir kimse Allah ile
irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur.
3) Eğer bir kimse
Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman
tağut'tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir
devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağut'u reddetmedikçe Allah'a inanmış
sayılamaz.
Allah'ı inkâr eden kimse,
sadece bir tek değil binlerce tağut'un kölesi olur. Bunlardan birisi kişiyi
sürekli yanlış yapmaya teşvik eden ve ayağını kaydıran şeytandır. Diğeri ise
kişiyi kendi arzu ve şehvetlerinin kölesi yapan ve sapık yollara yönelten
nefsidir. Daha sonra başkaları, karısı, çocukları, akrabaları, kabilesi, ailesi,
arkadaşları, milleti, politik ve dinî liderleri ve hükümeti gelir. Bütün bunlar
o kimse için tağut'tur ve onu kendi istek ve arzularının esiri yapmak isterler.
Bütün bu efendilerin kölesi olan kimse, bütün hayatını imkânsız olan bir şey
için, yani tüm bu efendilerin hepsini de teker teker hoşnut etmek uğruna harcar.
(Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an)