Fecir | Konular | Kitaplar

İmâmetin Önemi

İmâmetin Önemi

İmâmetin Önemi

İmamsız ümmet, başsız beden
gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız
toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına
gelenlerle doğru orantılıdır. Kur'an'da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle
yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim (a.s.)'i insanlara imam yapmıştır.[1]
O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir.[2]
Dolayısıyla Hz. İbrâhim'in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme
gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama
bey'at ederek bağlı olan mü'minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet
teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
"Gerçek şu ki sizin bu
ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk
edin." (Enbiyâ: 21/92)
Mü'minler olarak hepimiz
Allah'ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda
hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek
kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın
varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de
olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm'da tek ümmet
ve tek imam esastır.[3]
İmâmet; "din ve dünya işlerinde
Rasûlullah'a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği" diye
tanımlanmıştır. "Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda,
ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah'ın halîfeliğini
yapmak" diye de ifade edilmiştir.[4]
Mâverdî de şöyle diyor: "İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında
peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir."[5]
İbn Hümam; "Mü'minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi, İslâm'ın
hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir"[6]
diyerek önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî de bu konuda
şöyle der: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün
geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak
olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının
farz olması, ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve
yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş
olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur."[7]

Siyerle ilgili kaynaklarda
Rasûl-i Ekrem'in vefatından sonra sahâbenin, daha Rasûlullah'ı defnetmeden önce
imam/halife seçme hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla
ilgili şunları zikreder: "Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefat etmiş,
çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her şeyden evvel
müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet, bugüne
kadar devam edegelmiştir. Bir imam vefat ettimi, onun yerine başkası
seçilmedikçe defnedilmez. İmamın, müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira
kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine
velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî ve köle de
deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlumun hakkını
zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vs. gücü yeter
olmalıdır."[8]

Kâfirlerin (tâğutî güçlerin);
Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek
üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde
velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kesindir.[9]
Dolayısıyla mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline
uğrarlarsa, zor gücüyle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı
cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; "Cihaddan maksat;
müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme
imkânına kavuşmalarıdır"[10]
diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü'minlerin
(müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam seçmeleri
vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: "Eğer görev
verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki
bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı
müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya
müslümanlar mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da
(İspanya'da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde) olduğu gibi. Bu durumda ne
yapılmalıdır? Gerekli (vâcip) olan, müslümanların kendi aralarından birine bu
görevi (imâmeti) vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vâciptir. Onu
kendilerine imam/idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi
aralarında vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması
sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam
nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa
gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir.[11]
Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sâbit olan işgalcilerin tâyin
ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü velâyet hakkı, kat'i nasslarla sâbittir.[12]

"İçinizden hayra çağıran ve
ma'rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte
bunlardır." (Âl-i İmrân: 3/104)
Bu âyeti tefsir ederken
Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: "Ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını
toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde "imam"
bulunur. Cemaat ile namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü
ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi'l-ma'ruf,
nehy-i ani'l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili, müslümanların imandan
sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm açısından yapılması mecburî olan,
farz, Allah'ın emri demektir.) Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin
açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler."[13]

Devletsiz toplum, toplumsuz
birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı "Allah'a kulluk"tur. Bu
gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi
korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun
hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına göre, devlete
bir başkan gereklidir. İslâm'da bu başkana, halîfe ve emîru'l-mü'minîn
sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i şerif, müslümanlara,
İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını, ona bey'at ve itaat
etmelerini; bey'at "şartlı" itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam,
şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona itaat
etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.

Her sosyal hareket gibi, İslâmî
hareketin de rehberlere ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket,
İslâmî olunca, İslâm'ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince
rehberlerin de İslâm âlimi, İslâm'ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler
olması zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini
belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp "tesbih" yapan şeyin adına "imâme"
denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette
mümkün değildir.
"İpi kopan tesbihim,
Dağılmış tane tane;
Acı ama, tesbihim
Hani nerde imâme?"[14]



[1]
Bakara: 2/124.

[2]
Nahl: 16/120.

[3]
Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42.

[4]
Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122.

[5]
İmam Mâverdi, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 5.

[6]
Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyera, s. 265

[7]
İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü'l Kelâm fî Akaidi'l-ehli'l-İslâm

[8]
İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar al'd-Dürri'l-Muhtar, c. 2, s. 384

[9]
Nisâ: 4/141.

[10]
İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3

[11]
İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145


[12]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 182-183

[13]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407

[14]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.