Fecir | Konular | Kitaplar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar



Tefsirlerden İktibaslar

 

Elmalılı diyor ki: Hakka ve iyiliğe sevgi
duymanın derecesi, bâtıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle
orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü
yetenlerden sâdır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey,
hüküm giymiş ve sâbit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı
gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü
yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur.
Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur.
Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün ilkelerine hâkim, hayır ve hidâyeti rahmetiyle
himaye eden, kötülük ve hıyâneti de izzet ve intikamıyla gideren, izâle eden bir
hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himâyecisi, her hayırlı
ümidin mercii olan bir hak ma'buddur. Binâenaleyh ma'budları zelil olanların
kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler
bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı
intikama kaadir olan tanrı istemeyiz" diye hakkı inkâr ve bâtıla ilân-ı aşk
ederler de kendi ma'budlarını âciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecâvüz
olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri
önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre
sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir
ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler.
Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların
Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenâb-ı
Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı Âdemoğullarını, ataları Âdem'den
kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet
oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu fedâ edip
kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine
tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip
göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış;
kendisini ve oğlunu feda etmeye râzı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar
karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu
ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş
durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır.

Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fânî,
aynı zamanda bâkî; âciz, aynı zamanda kaadir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç,
fakat aynı zamanda bir ma'bûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç ögeden mürekkep
üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selâmete ermek için
aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı
yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar
ma'bûd ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen
zâhir ve bâhir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her
şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir
zarûret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o
günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya
cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felâketi gerektiriyormuş olduğunu
itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezâdan ve felâketten kurtulmak için yegâne çare
olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine
sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve
böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya doya günah
işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya
yükletmek demektir.

İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilâh)
inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani
hak ma'bûd olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya
birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammâsıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah
hakkında böyle bir inanca dâvet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun
peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mûcizeler
göstermesi, akılları ve teknikleri âciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri
diriltip, hastalara şifâ vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz
yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk
hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimâtına uyulacak ve Allah'ın birliği
inancı üzere yürünecek yerde, bir müddet sonra bu mûcizeler ve bu hârikalar
şüphelerle dolu esrârengiz ve içinden çıkılmaz bir muammâ haline sokularak ve
İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen "eb" (baba) eşanlamlı ve müteşâbih
isminin "vâlid" (gerçek baba) mânâsına te'vil edilip bunun arkasına düşülerek ve
bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilâve olunarak, İsa'nın
insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber
fânî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binâenaleyh yoklukta
birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek
gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması,
Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif
olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercümelerindeki
tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani
teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir,
müteşâbihata uymak sûretiyle ictihâda bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir
batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem
vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her
zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihâtıyla
oynarlar.

İncil'de Cenâb-ı Allah'a "baba" denildiği
bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dâhil olmak üzere bütün semâvî
(ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir
husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye
muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır.
Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan
girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme
ve sudûr yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme
nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir
nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı âdi illetler için geçerli olabilirse de,
gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de
Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "vâlid"
(baba) demek olamayacağı için "hâlik ve mükevvin" (yaratan ve var eden) demek
olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten
uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve
sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin
kullanılmasına müsâade buyurulması onun hakkında Allah'ın bir rahmeti ve özel
bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın "babam" dediği zaman
"rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh
Hıristiyan babaların, müteşabihâta uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına
rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da
yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.

İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında
aklen ve naklen sâbit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme
kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetleyerek bir belge
halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan bâtıl görüşleri ayıklamak ve bu
arada hıristiyanların böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı revâ gördükleri
tecâvüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla
reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek
sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezâhet ve vakarıyla bağdaşmayacağını
anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de
ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini
özetle göstererek "Lehum azâbun şedîdun. Vallahu azîzun zu'ntikam"
şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.

Ma'bûd, kelimesinin anlamını çirkin ve
yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkemâtı inkâr eylemek, ilk günahı
bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene
bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa
erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin
hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan "Vallahu azîzun zu'ntikam"
furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye
uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki,
hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidâyet veren ve mutlak anlamda
güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca,
çirkin, câhilâne, hâince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir
intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir
kudretin ve irâdenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehâletle ilişkisi
bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, Azim Y. c. 2, s. 299-301)

Seyyid Kutub diyor ki: Hıristiyanların sapık
düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilâhın
üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve
annesi Meryem'i Allah'ın dışında iki ilâh olarak benimsediklerini, keşişleri ve
râhiplerini de kendilerine Rab'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.

T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu
düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından
yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar
sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı. Bunun
üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını
sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla birtakım
çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete bağlamayı
tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar
bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta
dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de
yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya
savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini
söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin
arasını bulmaya ve daha sonra da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya
çalıştı.

Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik)
toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan,
değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir.
Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek
mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhâfaza
ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi
sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub
el-Barazii'ye tâbi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini
savunurlar -er-Râid, s. 1634-) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar
Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları
kendisinde toplamıştır; hem İlâhî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat
bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı
bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak
kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla,
özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler
arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in
benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer
yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri
sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilâhî ve beşerî kuvvetleri
kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu
şahsın içinde tek bir irâde olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de,
barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının âkıbetine uğramaktan
kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı
gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf
olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."

Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan
Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hristiyanlarının durumunu şöyle
ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve
meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından
yapılan tercüme sayfa 52-53). Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara gelince;
Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara taptıklarını
bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak değerlendirilebilecek
sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye
ibadet ediyoruz."

İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve
sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve
kesin bir biçimde ortaya koymuştur: "...O, kendinden başka bir ilâh
bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır." İşte bu, hem
düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol
ayrımıdır. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek
hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta
durup O'nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir
insan düşünün. Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat
düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle
bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren ulûhiyet hakkında
hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması
gerekmektedir.

Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında
Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve
ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye
ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret
hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden
saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan
düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve
ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve
ne de durulabilecek bir yerden söz edilebilir. Bu düzenlerde ne helâl ve
haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden
alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin
yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde
her şey netleşir ve âhenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla
karşılaşıyoruz: "O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve
yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil,
İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel
ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu
net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri
olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk
düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid,
anlam kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat
düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık
tarihi boyunca beşerî hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin,
kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:

"...Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan
hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için
Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da
aynı amaçla indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri ağır bir azap
beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün irâdeli ve intikam alıcıdır."
Bu âyetin birinci bölümü, İslâm inancının
temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in
peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri reddeden ehl-i
kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri içeriyor.

Peygamberlere gönderilen kitapların tek bir
kaynaktan gönderildiği bildirilen âyet-i kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce
de Mûsâ'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilâh olmayan,
hayatın ve kudretin yegâne kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı indiren."
O halde ulûhiyet ve ubûdiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı bedende
birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı kimselere
kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden Allah'ın
kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın
kullarıdırlar.

Âyet-i kerime, Allah katından indirilen
kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana
daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi." Bu
kitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu
göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a
Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap,
aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların hevâ ve
heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle bu
kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran
"Furkan"dır.

Âyet-i kerimede kapalı bir üslûpla ehl-i kitabın
yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir yanı olmadığı
belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki Risâletlerin metoduna
bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar gibi Hakk ile
indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir elçiye indiği
gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni Risâletin
kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta; diğer
kitapların kanat gerdiği Hakkı bu kitap da koruma altına almaktadır. Üstelik bu
yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah indirmiştir. İşte bu
kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk,
eğitim ve yasalarını belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda
temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.

Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini
inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini, üstünlüğünü,
azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın ayetlerini kabul
etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir. Daha önce kendilerine
indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu hareketlerinin sonucu olarak,
Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu yeni kitabı da yalanlama yoluna
sapan ehl-i kitab, burada küfürle nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici
azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin
başında yer almaktadırlar. Bu azap ve intikam tehdidinin hemen ardından da
kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip kaçırılamadığı
Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır: "Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne
gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir." Burada, Allah'ın hiçbir şeyin
kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla vasıflandırılması, sûrenin
başında yer alan ulûhiyet ve otorite birliği kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi
bir önceki âyette dile getirilen korkunç tehditle de âhenk içindedir. "Ne yerde
ne de gökte" tüm genişliğine ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın
bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün
olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz
cezasından, her şeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin
bilgisinden kaçma imkânı yoktur.

Ne yerde, ne de gökte hiçbir şeyin kendisine
gizli kalmadığı, her şeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar bilinen
kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve engin bir
şekilde temas edilmekte; gayb âleminin bilinmezliği ve ana rahminin karanlığında
insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti bilinmeyen yaratılışa
değinilmektedir: "Size döl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan
başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir." Böyle
"şekillendiriyor sizi". Allah insanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle beşerî
vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka ilâh
yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir; Hakim'dir;
yarattığı ve şekil verdiği mahlûkatının işlerini kendi hikmetiyle hiçbir
yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.

Bu noktaya temas edilmekle hıristiyanların, Hz.
İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları şüpheler
aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren Allah'tır. Yoksa
Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul ya da beşerî ve ilahî
nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan biri değildir. Aynı zamanda
O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan
saptırılmış ve gizemli bir nitelik kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi
anlaşılması zor bir şahıs da değildir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an)