Fecir | Konular | Kitaplar

Fakirlik Kaygısı ve İğrenç Fiiller

Fakirlik Kaygısı ve İğrenç Fiiller

Fakirlik Kaygısı ve
İğrenç Fiiller:


Câhiliyye döneminde bazı
kimseler fakirlik ve yoksulluk korkusundan kız çocuklarını öldürüyorlardı.
Önceki âyette yüce Allah'ın rızkı dilediğine bol şekilde verdiği, dilediğinin
rızkını da kıstığı vurgulandıktan sonra surenin seyri içindeki en uygun yerde
fakirlik korkusuyla çocukları öldürme yasağı geliyor. Madem ki, rızık Allah'ın
elindedir, öyleyse çocukların çokluğu veya bu çocukların kız ya da erkek oluşu
ile fakirliğin hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda yetkinin tamamı Allah'ın
elindedir. İnsanların düşüncesinde fakirlik ile nüfus artışı arasındaki ilgi
reddedildikten sonra ve bu açıdan inançları düzeltildikten sonra canlıların
fıtratına ve hayatın yasasına aykırı olan bu barbarca geleneğin etkenleri de
ortadan kaldırılmış olmaktadır.

"Yoksulluk kaygısıyla
evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları
öldürmek ağır bir suçtur."
(17/İsrâ, 31). İnanç sisteminde başgösteren bozukluk, toplumun pratik hayatında
da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç bozukluğu ve ibadet
niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların sağlıklı biçimde işlemesi
ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da düzelip sağlıklı biçimde
işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin doğruluğundan kaynaklanır.
Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği insanın sosyal hayatı ve
pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnek
gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi mümkün değildir. İnancın da
hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.

Şimdi de biz burada
Kur'ân-ı Kerim'in hayret verici ifade inceliklerini dile getiren bir örnek
üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Burada çocukların rızkı babalarının rızkından
önce gelmektedir. "Onların da sizin de rızkını veren Biziz." En'am
suresinde ise babaların rızkı çocukların rızkından önce gelmekteydi. "Sizinde
onların da rızkını veren Biziz." (6/En'âm, 151). Bu surede çocuklar
fakirliğe sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı âyette
öne alınmıştır. En'am suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil
fakir olmaları nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır.
Dolayısıyla rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin
anlamlarına göre uygun yere yerleştirilmiştir.

Mevdûdi diyor ki: "…Asmalı ve asmasız
bahçeleri…" Arapça 'Cennat (ün) ma'şurat' kelimeleri kemerli, yerden
yükselip sırt yaparak yeniden yere dökülen bitki bahçeleri olup, bağlar olarak
çevrilebilir; ve ğayru ma'şurat ise yerde yatmayan bitki bahçeleri anlamına
gelip yüksek ağaçlardan oluşan bahçeler şeklinde çevrilebilir.

"…Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden
yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır…"
(6/Enâm, 142). Bu âyetin bulunduğu bölümden Allah'ın üç şeyi vurguladığı ortaya
çıkmaktadır:

1) "Bahçeler, tarlalar ve sahip olduğumuz
hayvanların hepsi Allah vergisidir ve kimsenin bu nimetlerde payı yoktur,
dolayısıyle, Allah'tan başka kimseye bunlar için şükredilmez."

2) "Bu nimetlerde kimsenin payı olmadığından,
bunlar Allah'ın Kanunu doğrultusunda kullanılmalı ve kimseye bu kullanıma sınır
koyma hakkı tanınmamalıdır. Bu nedenle, Allah'tan başkasının koyduğu tapınma
biçimlerine uyan herhangi bir kişi Allah'ın çizdiği sınırları aşmış ve Şeytan'ın
yollarına girmiş olur."

3) "Bütün bu şeyler insanlığın yiyeceği ve daha
başka kullanım yerleri için Allah tarafından yaratılmış olup kimsenin bunları
'ilimsiz haram kılma hakkı yoktur. Bu yüzden, bâtıl inançlar ve zanlar sonucu
bunlara getirilen sınırlamaları Allah kesinlikle onaylamaz." (Tefhîmu'l-Kur'an,
6/En'âm, 141. âyetin tefsir)

Yine Mevdûdi diyor ki: "Ey Ademoğulları, her
mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin.
Çünkü O, israf edenleri sevmez. De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı
ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?' De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında
iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.' Bilen bir topluluk
için âyetleri böyle birer birer açıklarız." (7/A'râf, 30-32)

"Ey Ademoğulları, her mescid yanında
ziynetlerinizi takının." (7/A'râf,
30). Burada "ziynet" kelimesi, bütün ve uygun bir elbiseyi ifade eder. Âyet,
ibadete başlayacakları zaman insanları, tam olarak örtülü olmaya teşvik ediyor.
Bu maksat için, sadece İslam'ın mahrem yerler ve bunlara ilaveten toplumdan
gizlenmesini istediği kısımların kapanması yeterli değildir. Bundan dolayı kişi
imkânları nisbetinde, her iki gayeye de uyacak şekilde münasip ve temizce
giyinmelidir. Bu emir, o devirde cahil kimselerin benimsedikleri ve o zamandan
beri uygulayageldikleri yanlış tutumu çürütme anlamınadır. Bu kimseler, insanın
Allah'a tam veya yarıçıplak halde ibadet etmesi ve O'nun huzurunda saçı-başı
dağınık, perişan bir görünümde bulunması gerekmektedir diye düşündüler. Tam
aksine Allah, sadece çıplaklığı yasaklamakla kalmaz, aynı zamanda insanın ibadet
sırasında tam, düzgün ve temiz bir elbise giyinmiş olmasını emreder.

"Çünkü O, israf edenleri sevmez."
Yani, "Helâlı haram, haramı helâl kılmak yoluyla, tayin edilen sınırları aşan
kimseleri Allah sevmez. Bundan dolayı O, umursamaz bir tavır takınan,
kendilerini açlık rejimine tabi tutan veya Allah'ı memnun edeceği zannıyla,
temiz ve helâl olanları kendilerine haram kılmak gibi ahmakça inanç
sahiplerinden hiç hoşlanmaz. O, kendisine ibadet etmenin icaplarından olarak
böyle bir şey istememektedir, hayır, aksine kişinin güzel-temiz bir elbise
giymesinden ve lütfettiği temiz şeyleri kullanmasından memnun olur. Onun
şeriatına göre asıl günah olan şey, helâlı haram veya haramı helâl kılmakla
O'nun koyduğu sınırları aşmaktır.

"De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti
ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
Bu soru şeklinin, Kur'ân-ı Kerim'in bâtıl yol ve
dinleri çürütmek için kullandığı tipik bir usul olduğuna dikkat edilmelidir.
Soruda ima edilen tema şudur: Allah tüm temiz, iyi ve güzel olan şeyleri kulları
için yarattığından, bunların kullarına haram kılınması Allah'ın iradesi ile
olamaz. Binaenaleyh, eğer dinî, ahlâkî toplumsal bir sistem, bunları haram veya
mekruh kılar veya bunları ruhî yücelme ve ilerlemeye engel olarak düşünürse,
işte bu özelliği, o sistemin Allah'tan gelmediğini daha başında gösteren açık
bir delildir.

De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler
içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır."
Yani, "aslına bakılırsa, hayatın iyi ve hoş olan
bütün yönlerinin müminler için olması istenir. Çünkü hakiki mülk sahibine tam
olarak inanan ve inanç sahibi olmanın mükâfatına layık olan kullar da onlardır.
Fakat bu dünyada, hayatın nimetleri kâfirlere de verilir, çünkü burası
insanoğlunun imtihan yeridir. Bundan dolayıdır ki kâfir, müminden daha büyük bir
pay alabilir. Fakat, iyi ve güzel şeylerin iman temeline göre dağıtılacağı
ahirette ise, bütün bu güzel ve temiz şeyler sadece müminlerin istifadesine
sunulacaktır. Diğer tarafta, Allah'a karşı isyan tavrını benimsemiş olan
inançsız kimseler, bu dünyada O'nun nimetleriyle yaşamalarına rağmen, âhirette
bu ikramlardan hiçbir şey alamayacaklardır." (Tefhim, 7/A'râf, 30-32. âyetin
tefsiri)

Mevdûdi, yine şöyle der:
"Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti
beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara
yumuşak söz söyle…"
Bu üç madde (17/İsrâ,
28-30. âyetlerde ifâde edilen), üç-beş kişinin kazanç ve servetini sadece
kendisine harcaması için ayırmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kendi
ihtiyaçlarını normal bir şekilde karşılamak ve akrabalarının, komşularının ve
diğer muhtaç insanların haklarını vermek için elinden geleni yapmalıdır. Bu tür
davranışlar, İslâm'ın toplumsal hayatında birlik, sevgi, ve adalet ruhunun
doğmasına yardımcı olacaktır. Böylece her akraba diğeriyle birlik olacak, her
zengin yakınındaki fakirlere yardım edecek ve her yolcu kendisini cömert ev
sahipleri arasında şerefli bir misafir olarak bulabilecektir. Hak kavramı o
denli geniş kapsamlıdır ki, her birey tüm diğer insanların kendisi ve serveti
üzerinde hakları olduğunu kabul etmeli ve onlara iyilik yapmadığı, bilakis
haklarını verdiği gibi bir duygu içinde yardım etmelidir. Bu durumda eğer bir
kimse yardım edebilecek durumda değilse karşısındakinden özür dileyecek ve
Allah'a, O'nun kullarına yardım edebilmesini sağlayacak, servet vermesi için duâ
edecektir.

"Elini boynunda
bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret
(pişmanlık) içinde kalakalırsın."
(17/İsrâ, 29) "Elini boynuna bağlı olarak asma" diye kelimesi kelimesine
tercüme edilen cümle "cimri olma" anlamına gelir. "Onu büsbütün de açıp
saçma" ise, "Savurgan ve müsrif olma" anlamına gelir. Eğer 27 ve 29. âyetler
birlikte okunursa Kur'an'ın insanlardan orta yolu takip etmelerini, yani ne
servetin dönüşümünü ve dağılımını engelleyecek denli cimri, ne de kendi ekonomik
durumlarını çökertecek denli savurgan olmamalarını istediği anlışılır. Bunun
aksine onlar dengeli bir biçimde davranmayı öğrenmeli; parayı harcaması gereken
yere harcamalı ve kendilerini felakete sürükleyecek savurganlıktan
sakınmalıdırlar. Gerçekte parayı insanın gerçek ihtiyaçlarından olmayan,
faydasız yerlere, yani gösteriş, lüks, günah fiiller ve buna benzer yerlere
harcamak, Allah'ın verdiği nimete karşı nankörlük etmektir. Bu nedenle bu tür
yerlere para harcayanlar şeytanın kardeşleridir.

Bu iki cümle de sadece
bireye yapılan ahlâkî tavsiye ve emirden ibaret değildir. Bu emirler, İslâm
toplumunu ahlâkî eğitim, sosyal baskı ve hukukî sınırlamalarla savurganlıktan
korumaya yöneliktir. Buna uygun bir şekilde Medine İslâm Devleti'nde toplumu
savurganlıktan korumak için bazı önlemler alınmıştı. Birincisi, savurganlık ve
lüksün bir çok çeşidi kanunen yasaktır; yani haramdı. İkincisi bunlara karşı
hukukî önlemler alınmıştı. Üçüncüsü, israfı içeren gelenekleri ortadan kaldırıcı
sosyal düzenlemeler yapılmıştı. Devletin, bireylerin açıktan yaptıkları israfı
engelleme hakkı vardır. Her şeyin ötesinde zekat ve sadaka, pintiliği ve para
biriktirme arzusunu ortadan kaldırmaya yardımcı oluyordu. Bu önlemlerin yanı
sıra insanların savurganlıkla cimriliği, cömertlikle hasisliği birbirinden
ayırmasını sağlayan genel bir toplumsal sağduyu yaratılmıştı. Öyle ki cimri
insanlar aşağı görülüyor, cömert insanlar şerefli kabul ediliyordu. Bu zihni ve
ahlâkî tavır İslâm toplumunun bir parçası olmuştu. Bugün de İslâm toplumunda
cimri ve savurgan insanlar aşağı görülmekte, cömert insanlara ise her yerde
saygı gösterilmektedir.

"Şüphesiz senin Rabbin,
rızkı dilediğine -genişletir- yarar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi
olandır, görendir."
(17/İsrâ, 30). Yani, "İnsan, insanlar arasında servet bakımından var olan
eşitsizliğin hikmetini anlayamaz." Bu nedenle suni araçlarla doğal servet
dağılımını değiştirmeye çalışmamalıdır. Doğal eşitsizliği ortadan kaldırmak veya
onu adaletsiz bir hale sokmak için suni araçlar kullanmak doğru değildir. Her
iki aşırı uç da yanlıştır. En iyi ekonomik sistem, servetin ilâhî kanuna uygun
bir şekilde dağıtılmasına dayanan sistemdir.

Ekonomik eşitsizliğin
hikmetini anladıktan sonra, bu farklılığı kendiliğinden kötü saymak ve sınıfsız
bir toplum yaratmaya çalışmak gibi problemler söz konusu olmaz. Böyle bir
problemin doğmamasının yanı sıra, insan doğasına daha yakın olan ve bu ilâhî
kurallar üzerine kurulan Medine toplumunda ekonomik farklılıklara suni araçlarla
müdahale edilmiyordu. Fakat ahlâkî ve hukuki düzenlemelerle bunlar, adaletsizlik
yerine bir çok ahlâkî, ruhi ve kültürel fayda ve güzelliğin doğmasında rol
oynamışlardır. Böylece evrenin yaratıcısı tarafından yaratılan ekonomik
farklılıkların hikmeti Medine'de gözler önüne serilmiştir.

"Yoksulluk endişesiyle
çocuklarınızı öldürmeyin; onlara da, size de biz rızık veririz. Şüphe yok,
onları öldürmek büyük bir hata (suç ve günah)dır."
(17/İsrâ, 31). Bu âyet, eski çağlardan
günümüze dek süregelen doğum kontrolü hareketini kökten yasaklamaktadır.
İnsanları, çocuklarını öldürmeye veya düşük yaparak yok etmeye yönelten dürtü
açlık korkusuydu. Çağımızda buna yeni bir metot daha eklenmiştir: Kürtaj, İslâmî
tebliğin bu maddesi insanların suni metotlarla çoğalmayı engellemesini
yasaklamakta ve Allah tarafından emredilen doğal metotlarla üremeyi, çoğaltmaya
teşvik etmektedir.

Bu maddeye göre, açlık ve kaynakların azlığına
doğum oranını kontrol etmek gibi bir çözümü öne sürmeleri, insanların en büyük
hatasıdır. Bu nedenle bu âyette insana şöyle bir uyarı yapılmaktadır: "Ey insan,
yiyeceklerle ilgili düzenlemeleri yapan sen değilsin, fakat seni yeryüzüne
yerleştiren, sana nimetler veren ve senden sonra geleceklere de nimetler verecek
olan Allah'tır." Tarih bize, bir bölgenin nüfusu ile beslenme kaynaklarının aynı
oranda arttığını hatta besin kaynaklarının daha da hızla arttığını
söylemektedir. Bu nedenle insanın Allah'ın işine ve düzenlemesine karışması
aptallıktır.

Bu öğretinin bir sonucu olarak Kur'an'ın
indirilişinden bu yana müslümanlar arasında ne bir doğum kontrol hareketi
başlamış, ne de çocuk öldürmeye doğru bir eğilim ortaya çıkmıştır. (Tefhîmu'l-Kur'an,
17/İsrâ, 26-31. âyetlerin tefsiri)