Fecir | Konular | Kitaplar

Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid'ate.

Haremlik

Haremlik-Selâmlık;
İhtiyattan Bid'ate

Kadının sosyal hayatta yer
almasına İslâm izin verir, hatta sadece izin vermekle kalmaz, kadın-erkek
müslümanların görevi kabul ederken haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle
birlikte İslâmî hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle
birlikte birçok konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans'tan adapte edilerek
alınmış bir uygulamadır. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur.
Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması demek olan
haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam tersine; kadının sosyal
hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve
Müslim'de yer almaktadır.

Seyyid Kutub, bu uygulamanın
İslâm'a Osmanlı Türkleri tarafından sokulduğunu söyler. "Bir kuşku daha var: Bu
da İslâm'ın ruhuna tamamen yabancı olduğu halde, sonradan ona bulaştırılmış olan
harem meselesidir. Haremlik ve selâmlık kelimeleri Türkçe olup haremin İslâm'a
ne zaman girdiğini açıkça gösterir... İslâm'ın tebliğcisi Hz. Muhammed'in
gününde kadınlar ibâdethânelere gidiyor, alışveriş için sokaklara çıkıyor,
savaşlara katılıyorlardı. Zulüm ve istibdat çağlarında kadın, ticaret malı
haline getirildi... Kadınları hareme tıkmaları için erkeklere öğüt veren bir
anlayış İslâm'ı temsil edemez. Böyle bir anlayış kadın ve erkeği aynı anda
kurban seçmiş açık bir zulümdür... İslâm, harem ve salonda aynı şekilde ihânete
uğrayan ruhu kurtaracaktır. Kadın, haremde zorbalık ve zulümle kahra
uğratılmıştı, modern salonlarda ise başıboşluk ve sefillikle öldürülmektedir."
(S. Kutub, İslâm-Kapitalizm Çatışması, s. 127, 129). Seyyid Kutub'un
haremlik-selâmlığın Osmanlılar tarafından İslâm'a sokulduğunu iddiâ etmesine
rağmen, Emevî döneminden itibaren başta yöneticilerin saraylarında ve
köşklerinde olmak üzere bunun uygulandığı, Osmanlı yönetiminde ise daha da
yaygınlaşıp kurallaştığı anlaşılmaktadır.
Haremlik-selâmlık konusunun
İslâm'a nasıl mal edildiğini anlamak için, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
hanımlarıyla ilgili olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu
âyete dayanılarak haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum tüm
ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur'an'ın ortaya koyduğu bir kurum
değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil;
aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma
içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki, "mü'min
erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği
emrederler, kötülükten alıkorlar." (9/Tevbe, 71). "Velîler/dostlar" demek,
birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan
insanlar demektir. Kurân-ı Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde
bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak
gören bir zihniyetin, Kur'ân-ı Kerim'in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte
fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş
ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği sözkonusu olmayınca,
toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan
soyutlanması zorunlu olarak câhil kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan
bir annenin çocuğunun da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Haremlik ve selâmlığa delil
olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımlarıyla ilgili olduğu
açıktır. "Peygamber'in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde
arkasından isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların
kalpleri için daha temiz bir yoldur." (33/Ahzâb, 53). Böyle bir yola
başvurulup onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi,
davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek
istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir "ifk" hâdisesinin yol
açtığı fitne, Medine'de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç
savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.
Diğer taraftan bazı kimselerin,
Hz. Peygamber'in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde
ettikleri, bazılarının, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri
görülmektedir. İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere
ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber'in vefatından sonra
hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş (33/Ahzâb, 53-55);
O'nun hanımlarının mü'minlerin anneleri olduğunu belirtmiştir (33/Ahzâb, 6). Şu
halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça
evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla oturup vakitlerini ibâdetle
geçirmeleridir (33/Ahzâb, 32-34).
Ancak, doğrudan Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır.
Zira, Kur'an bu iki cinsin bir arada bulunmasını, ma'rûfu/iyiliği emredip
münkerden/kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerim,
hem mü'min erkeklere hem de mü'min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini îmâ
etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine sahip olmalarını emretmektedir
(24/Nûr, 30-31). Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan
beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir.
Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir.[1]
İslâm'ın tesettür (33/Ahzâb,
59; 24/Nûr, 31) ve gözleri sakınma (24/Nûr, 30) emrinin hikmeti, kadının toplum
hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir
başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona
tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz
olacaktır. Haremlik-selâmlık hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve
görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün
bunlarla birlikte, müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir,
ev sahibi erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından
daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği
olamaz. Ama, bunu İslâm'n emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış
ve dine bir iftiradır, bir bid'attır; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur.
Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri
olan nice müslüman âile, kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte,
ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu
yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü
ve mahrem erkeklerle görüşmede "dişiliğiyle değil; kişiliğiyle" yer almayı
beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada
ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü
oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha
ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi
ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların
kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların "hoş
geldin!" demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet
ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların
birbirleriyle darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki hatta yaşlı
erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı
vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır.

Kadın ile erkek el ele vererek toplumun
meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı
hedef gerçekleşmiş olacaktır: Mü'min erkekler ile mü'min kadınlar birbirlerinin
velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Gerçek bir İslâm
toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman
unutulmamalıdır.


[1]
Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı
Kerim'de Kadın, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 257.