Fecir | Konular | Kitaplar

Bir Savaşçı, Bir Komutan Olarak Rasûlullah.

Bir Savaşçı

Bir Savaşçı, Bir
Komutan Olarak Rasûlullah

Barış kelimesiyle aynı kökü
paylaşan ve anlamlarından biri de barış olan "İslâm"da asıl ve doğal olan sulh,
selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının önünde
engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere
zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O'nun
izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel olmak
maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere
rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah'a dâvetin önünde
engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda "savaş peygamberi" (Câmiu's-Sağîr,
1/108) olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun
savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı
insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları
öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek
kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de
rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
saldırgan olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan
çok daha iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan
sayı olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden
görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle
savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve
korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması, savaşı, sakınılması
mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın
dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar
yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir
değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında
kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şayet İslâm, kendisine
karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış
olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak
vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce
güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet,
ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için,
başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka çıkar
yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla
düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin
yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi
kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri
savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan
savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, "kâfirler tâğut
ve bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları" (4/Nisâ, 76) için, "iman
edenler de Allah yolunda savaşmak" (4/Nisâ, 76) zorundadır; çünkü "onlar,
eğer güçleri yeterse, müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı
savaşa devam ederler." (2/Bakara, 217). Saldırganlara karşı
teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine
fırsat vermemek gerekir: "Dininize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle
savaşın." (9/Tevbe, 12). "Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk)
yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla" (2/Bakara, 193) emrolunan
mü'min, iyi bilmelidir ki; "şayet savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden
başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." (2/Bakara, 193). Bu konuda ölçü
bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken savaşa dünyevî ve nefsî
istekler karıştırmak yasaklanmıştır: "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah
yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez."
(2/Bakara, 190).
Bu girişten sonra,
Rasûlullah'ın savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak
Rahmet Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz.
Peygamber'in de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir
savaşçı kişilik arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu zaman Hz. Muhammed
(s.a.s.), üstün yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhi bir
stratejist idi. Başkalarının savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O,
vahyin kılavuzluğu ile bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş
dehâsı da peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli
başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki
imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete yer
veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona
dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik
imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz vermeden
artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için
değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah
uğruna savaşması, düşmanlarının birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç
hazırlamalarını engellemek için savaş öncesi tedbirler alması, diğer
düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip savaşacak düşmanını daima teke
indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi düşmana bırakmayıp kendi belirlediği
alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve devlet başkanı olduğu halde savaş
cephesinin gerisinde değil; cephenin ortasında, hatta zaman zaman en başında
savaşması, ordusunun moralini en üst düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması,
istihbârata ve gizliliğe büyük önem vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat
güçlerini kullanması, gerektiği durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere
ve nereye karşı sefere çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in
savaş kaynağı için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen
peşlerine seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da
savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından
kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir
seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile
nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi
gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin
harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken
saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi
açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile, buna karşılık hazırlık yapabilmesi
için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye ve niçin
gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik yere
geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre
emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı
kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün
yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu: "Batn-ı
Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle durumu gizli
tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye zorlama.
Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam et. Orada
Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!"
Kureyş'in, kendisini ve
sahâbelerini gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba
katar, stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen
gizlerdi. Allah Rasûlü, "savaşın hile olduğunu" belirtir, gizlenme ve
düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel şekilde kullanırdı. Sayılarını ve
örneklerini, dergi sayfalarının imkânıyla sınırlanan bu yazıda
çoğaltamayacağımız daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda
anlatılanlarla birlikte çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve
gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca
bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şayet modern asrın savaş
tekniklerini çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip
tenkide tâbi tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön
bulamayacak, O'nun bu imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru
başka bir yöntem gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve
Peygamber düşmanı veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok
istedikleri halde eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi
bilgi ve tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal
etmez. İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların
cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî
kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir.
Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de
denilen teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle
ilgili olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin
Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma
teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur
müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu
konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği "hendek kazmak" gibi o
dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini uygulamıştır.
Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman Medine'de
bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek kazılmasını
kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve arkadan gelecek
saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud savaşında dağı
arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli okçu
yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: "Bizi arkadan koruyun. Bizi arkadan
sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını ele
geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize
yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman
atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz." Bir dağın
geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan
komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya
benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi
ve aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak
görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir
kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun
sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava
tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı
kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini
anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını
değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi
toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği
yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı
savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat
vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi, kuraklık ve şiddetli sıcaklığın
kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın
nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın mühimmâtını
tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma fırsatına meydan
vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının, baskında bulunanın
aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı bir taktik
zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve
... gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca
askerî dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatâlara
düşmüşler, zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler
de almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî
dehâsıyla mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya
sayıl(a)mayan komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in
büyük askerî özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en
az insan öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan
sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi yasaklaması,
esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî esaslardadır. O,
kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan ceberut, müstekbir
bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine hayatı boyunca bizzat
katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından birinin komutasında
gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz zamanındaki 90 civarındaki
savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır.
(Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın
İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125). En abartılı olarak bu sayıyı âzamî 1000'e
çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde "Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve
üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla
bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve gazvelerde, savaş başına düşen ölü
sayısını düşündüğümüzde "büyük komutan"a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu
durum, O'nun, savaşırken de "rahmet peygamberi" olduğunun hemen göze çarpan
özelliklerindendir. (Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000
civarında ölü ve yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal
olduğu, savaş kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük
oranda gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ
devam eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan
bombaları göz önüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında
çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini
yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak,
kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki emirleri de
(Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3) hayranlık
vericidir.
Bütün bunların yanında
Rasûlullah (s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe
kullanmamıştı. İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz.
Rasûlullah'ın temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet
gibi değerler zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur.
Bununla birlikte, mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini
anlatabilecek diller, yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı,
vahşet ve dehşetten en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş safında
askerleri arasındaydı. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: "Biz, savaş
kızıştığı zaman Rasûlullah (s.a.s.)'la korunurduk. Kendisinden düşmana daha
yakın kimse olmazdı." Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse
yalnız kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar
yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı.
Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en
can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar
düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer
taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı kahramanlık
ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini
düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye
müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, kendisine yardım edecek ve destekçi
olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de de, devlet
başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın tehditleri
etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol maksadıyla
Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri geliyordu? Oysa, o
gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o evinde rahat
uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku O'nu bundan
alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden
komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu
özellikleri O'nun peygamberliğinin isbatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel
sıfatları, Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve
O'nun izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş
dehâsından dolayı, İslâm devletindeki askerliğe "Peygamber ocağı" denilir(di). O
ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına
düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm askerleri,
ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), "Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye"
(Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer "Muhammed", yani
"Mehmetçik" olarak yetişirdi... Evet, İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum
mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur.
Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen,
daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî!
Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor insanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor
Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman
arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin
bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kalemiz,
hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi
fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını yükseltmesi gereken
(Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin bayrağını taşıyor.
Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları
dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap raflarımızı süslerken, senin
düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi,
sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin
işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının
adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan! Senin
komutanlığına giremedi dünyamız, o yüzden kurtulamadı insanımız.[1]


[1]
Ahmed Kalkan, Vuslat, sayı 5 (Kasım 2001), s. 52-55.