Fecir | Konular | Kitaplar

Rü'yetin Dünyadaki Cevazı



Rü'yetin Dünyadaki Cevazı:

Bu
hususta daha çok aklî delillerin kullanıldığını biliyoruz. Bunlara göre:
Rü'yetullah aklen caizdir. Akıl, arızî sebeplerden uzak olarak, kendi halinde
bırakılırsa, rü'yetin imkansızlığına değil, imkanına, yani olabileceğine
hükmeder. Çünkü görülme özelliği, var olan şeylerin ortak özelliklerindendir.
İnsan fıtrî olarak da arzu ettiği, hem de iştiyakla arzu ettiği yüce
yaratıcısını görmek ister ve bunun arzusuyla hayatını sürdürür. Öyle ise isbat
zarureti görülebilir iddiası için değil; görülmez iddiası için söz konusu olur.
Öte yandan Yüce Allah'ın görülüp görülmeyeceğinin tartışılması da bir bakıma
O'nun görülmesinin bir başka yönden ispatına esas teşkil etmektedir.

Rü'yetin aklen cevazı ile ilgili olarak "vücûd delili" ismi verilen bir başka
delil vardır ki, bunu şöyle açıklamak mümkündür:

İnsan, kâinattaki varlıkları göz ile görmekte ve aradaki farkları yine göz ile
ayırd etmektedir. Mesela insan ile at, beyaz ile siyah göz ile farkedilmektedir.
Buradan şu noktaya gelinebilir: Rü'yetin sıhhati için ortak bir illet lazımdır
ki; bu da ya vücûd ya hudûs ya da imkan olmalıdır. Bir dördüncü illeti
düşünemeyiz. Bu ortak illet olmadan; cevher, cevher olduğu için, araz da araz
olduğu için görülür diye bir sonuca ulaşamayız. Zira muhtelif illetler ile
rü'yetin sıhhati ortaya konulamaz.
Bu
üç illetten hangisinin ortak illet olabileceğine gelince; İnce hudus illetini
ele alırsak; hudus, öncesinin sonsuz yokluk olmasının kabul edilmesine rağmen
yine de vücûddan ibarettir. Adem, yani yokluk da, illetten bir cüz olamaz. Hem
de hudus, yokluktan varlığa geçiştir, oluştur. Yani varlığa geçişte yine
varlığa, bir başka ifadeyle vücuda muhtaçtır. Dolayısıyla söz konusu ortak
illet, hudûs olamaz.

İmkâna gelince; imkanın varlığa da, yokluğa da şumûlü vardır. Yokluk ise
görülemez. Yokluğa, yani görülmemeye şümulü olan imkanın ise ortak illet olması
düşünülemez. Zira, imkanda yokluğun ve varlığın eşit derecede bulunması söz
konusudur.

Hudûs ve imkânın her ikisinde de yokluğun düşünülmesi söz konusudur. Yokluğun
ise görülemeyeceği açıkça bilindiğine göre, ne hudûs ne de imkan ortak illet
olamaz.

Geriye, vücûd illeti kalmaktadır ki, duyular aleminde görme hadisesinin mümkün
oluşu başka şeyden değil, doğrudan doğruya sadece "var olmak"tan doğmuştur. Yüce
Allah da, var olduğuna ve bunda şüphe söz konusu olmadığına göre, Yüce Allah
görülecektir. O'nun görülmesi mümkündür. Öte yandan var olan şey hakkında onun
görülüp görülmeyeceği tartışması yapılır. Olmayan şey hakkında bu yapılmaz. Eğer
tartışma yapılıyorsa bu bir bakıma o şeyin görülme özelliğine delalet eder.[1]

Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır: Burada esas tartışma konusu olan
husus, Yüce Allah'ın görülebilme imkanıdır. Yani O'nun, görülme özelliğine sahip
olması meselesidir. Yoksa bu dünyada ve dünyevi gözle mutlaka görüleceği iddiası
değildir. Tartışma dünyada caiziyyet konusu üzerinedir; yoksa ahiretteki
vucubiyyet konusu üzerine değildir. Bu noktanın özellikle belirtilmesi ve
bilinmesi gereklidir.

Rü'yetin dünyadaki cevazı ile ilgili olarak delil getirilen el-A'râf suresindeki
ayeti ele alalım: Bu âyet, Hz. Musa'nın Yüce Allah'tan rüyet talebinde bulunması
hususunu ifade etmektedir ki, ayetin metni şöyledir:

"Mûsâ, tayin ettiğimiz zaman için gelip de, Rabbı onunla konuştuğu zaman, dedi
ki; "Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım". Allah, (ona şöyle) dedi; "Beni
göremezsin, fakat (şu) dağa bak; eğer yerinde durursa beni göreceksin." Rabbi
dağa tecelli edince, onu un ufak etti. Mûsâ da baygın düştü. Kendine geldiği
zaman şöyle dedi; "Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tövbe ederim; ben
mü'minlerin ilkiyim" (A'râf: 7/143)
Bu
âyet, rü'yetin ispatı ve nefyi yani mümkün olup olmayacağı açısından iki yönde
ele alınmaktadır.

Birinci Yön: Hz. Musa'nın, rü'yet
isteğinde bulunması ve bu konudaki tartışmaları kapsamaktadır. Hz. Musa'nın Yüce
Allah'tan, O'nu görmeyi istemesi, O'nun görülebileceğine delildir. Zira açıkça
"Rabbim bana kendini göster. Sana bakayım" demiştir. Eğer, rüyet mümkün
olmasaydı, Hz. Musa, mümkün olmayan ve Allah üzerine caiz bulunmayan bir şeyi
istemek durumuna düşmüş olurdu ki, Allah için mümkün olmayan bir şeyi istemek,
bir peygamber için doğru olmayan bir harekettir.

Burada Hz. Musa'nın bu isteğini aynı zamanda iki ihtimal dahilinde düşünmek
mümkündür;

1. İhtimal: Hz. Musa'nın, Yüce Allah'ın
görülmesinin imkansız olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olması
ihtimalidir ki, bu ihtimal, Hz. Musa'nın bir peygamber olması ve tevhid
konusunda cahil olmasının imkansız bulunması hasebiyle son derece zayıf bir
ihtimaldir.

2. İhtimal: Hz. Musa'nın, rü'yetin mümkün
olup olmadığını bilerek böyle bir istekte bulunmuş olmasıdır. Bu da iki şekilde
mümkün olabilir:

a) Hz. Musa, rü'yetin mümkün olmadığını
bildiği halde böyle bir istekte bulunmuştur, denilebilir ki; bunu söylemek biraz
önce sözü edildiği gibi bir peygamber için düşünülemez. Öte yandan Kur'ân'da
Allah'ın kanunlarına aykırı isteklerde bulunan bazı peygamberlerin Allah
tarafından nasıl serzenişe maruz bırakıldıklarını gösteren ayetler vardır.
Mesela, Hz. Nuh'un tufana kapılan oğlunu kurtarmak istemesi ile, Hz. Adem ile
Havva'nın yasak ağacın meyvelerini yemek istemeleri üzerine Yüce Allah'ın onlara
ikazda bulunup dikkatlerini çekmesi ve serzenişte bulunması bu hususa örnek
teşkil eder. Burada yani Hz. Musa'nın isteğinde ise, böyle bir durum söz konusu
değildir. Zira, Hz. Musa'nın rüyet isteği karşısında, Yüce Allah, Hz. Musa'ya
itab etmemiş, Hz. Nuh'a dediği gibi "Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt
veriyorum, Cahillerden olma" dememiştir.

b) Hz. Musa rü'yetin mümkün olduğunu
bilerek böyle bir istekte bulunmuştur. Zira biraz evvel sözü geçtiği üzere, Yüce
Allah Hz. Musa'ya Hz. Nuh ve Hz. Adem'e olduğu şekilde cevaplandırmayıp onlara
olduğu gibi bir itabla karşılık vermemiştir. Bu da bize Hz. Musa'nın rü'yetin
mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olduğu kanaatını oluşturur
ki; bu taleb, rü'yetin imkanı ile ilgili önemli bir delildir.

İkinci Yön: Rü'yetin, dağın istikrarına
taalluk edilmesi hususu ve bununla ilgili tartışmaları içine almaktadır. Yüce
Allah biraz önce sözü geçtiği üzere, Hz. Nuh hadisesinde olduğu gibi Hz. Musa'yı
bu isteğinden dolayı suçlamamış ve "Beni göremeyeceksin fakat şu dağa bak. Eğer
yerinde durursa beni görürsün" demiştir. İşte bu ifade tarzı bir diğer yönden
rü'yet için delil teşkil eder.

Şimdi bu ifade üzerinde durursak; Cenab-ı Hakk'ın verdiği cevap dikkat
çekicidir. Şöyle ki; eğer Allah Teâlâ'nın görülmesi muhal olsaydı, Arap lugatine
göre, "Seni göreyim" isteğine karşılık verilmesi gereken cevap, kısaca, "Ben
görünmem" olurdu. Veya da "Benim görünmem caiz ve mümkün değildir", "Benim için
caiz olmayan şeyi nasıl taleb ediyorsun?", ya da, görünmeyen bir şeyin haberi
için kullanıldığı üzere "Ben görünücü değilim" cevabı verilebilirdi. O halde,
buradan anlaşılmıştır ki, buradaki nefy, işin bizzat kendisinde değil, bilakis
talebin ve bu işi isteyenin halindeki noksanlıktadır. İsteyenin halinin nefyi
söz konusudur.[2]
Nitekim, Yüce Allah, dağa tecelli ettiği zaman dağ bile o haliyle tahammül
edememiş ve paramparça olmuştur.

Rü'yet, genel anlamda nefyedilmiş olsaydı, böyle cevap verilmezdi. Zira, elinde
bir taş tutan kimseye, birisi, "Şu taşı ver de yiyeyim" dese, buna verilecek
cevap, "Bu taş yenmez"dir. Yoksa, burada dağın istikrarına taalluk edildiği
gibi, "bu taşı filan kimse yerse, sen de yersin" veya "bu taşı yeme" olmazdı.
Çünkü, taş zaten yenilmez.

Rü'yetin dağın istikrarına taalluk edilmesi de, bir başka yönden rü'yetin ispatı
için bir delil olmaktadır. Şöyle ki; dağın yerinde durması, mümkün olan bir
iştir ve nitekim dağa tecelli edilmeden önce de dağ yerinde duruyordu. Dağın
yerinde durması da durmaması da mümkündür. Bu konuda bir mantık kuralı vardır
ki, o da "Olması mümkün ve caiz olan şeye taalluk edilen her iş her şey
mümkündür". İşte burada da mümkün olan bir işe taalluk söz konusudur. Böyle
olmayıp da mümkün olmayan bir işe, mesela, "Balık kavağa çıkarsa bu iş olur"
gibi veya Kur'ân'da bir başka yerde geçtiği üzere. "Deve iğnenin deliğinden
geçerse bu iş olur" gibi (A'râf: 7/40) bir taalluk olmuş olsaydı, o zaman
durum farklı olabilirdi. Burada ise, mümkün ve caiz olan bir şeye taalluk
edilmiştir. O halde bu iş, yani rü'yet mümkün ve caizdir.

Burada sayılan ve benzeri açıklamalarla, rü'yetin dünyada câiz olabileceği
kanaatına varılmıştır. Burada unutulmaması gereken önemli nokta rü'yet ile
ilgili tartışmanın caiziyyet noktasında olduğu, yani işin mümkün olup olmaması
meselesidir. Yoksa bu halimizle mutlak surette görüleceği iddiası değildir.
Böyle bir iddiada bulunabilmek için çok kuvvetli kesin deliller olması gerekir
ki; yukarıda görüleceği üzere, ileri sürülen ayetlerle ilgili istidlal farklı
izahlara dayanmakta olup, aynı ayet her iki farklı görüşte olanlar tarafından
kullanılmaktadır. Ulaşılan netice farklı izahlara göre şekil kazanmaktadır.

[3]


[1]
Bu delilin geniş tartışması için bkz. Sırrı Paşa, Nakdul-Kelam fî Akaidil-İslam,
İstanbul 1324, s. 147 vd.

[2]
Cevheretü't-Tevhid, s. 186; Ruhul-Beyân, III,
232-33.

[3]
Abdurrahim Güzel, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/292-293.