Fecir | Konular | Kitaplar

Hadis-i Şerifler Açısından Müteşâbih.

Hadis



Hadis-i Şerifler Açısından Müteşâbih

 

Hz. Peygamber'den rivâyet edilen hadisler
arasında Kur'an'a uygun olarak Yüce Allah için vech (yüz), ayn (göz), yed (el),
isba' (parmak) ve kadem (ayak)tan bahseden, bununla beraber bu kelimelerin
hakiki veya mecâzî anlamda kullanıldığına dâir en küçük bir işaret taşımayan
haberler oldukça fazladır. Aşağıda belirteceğimiz hadisler bu konudaki bâriz
örneklerdir:

"Fe innallahe kad harrame ale'n-nâri men kaale
lâ ilâhe illâllahu yenbeğî bizâlike vech'allah"  "Allah, 'lâ ilâhe illâllah'
diyen ve bununla Allah'ın vechini (yüzünü) talep eden kimseyi cehenneme haram
kılmıştır." (Buhârî, Salât 46)

"Zükira'ddeccâlu ınde'n-nebî (s.a.s.) fekaale
innallahe lâ yahfâ aleykum innallahe leyse bia'vera ve eşâra biyedihî ilâ aynihî
ve innelmesîha'ddeccâle a'veru ayni'l-yümnâ."  "...Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
yanında Deccâl zikredildiği zaman O, şöyle demiştir: 'Siz bilirsiniz ki,
Allah'ın gözü şaşı değildir (Eliyle gözünü işaret ederek), fakat Mesih Deccal'ın
sağ gözü şaşıdır." (Buhârî, Tevhid
17; Müslim, Fiten 20)

"... halegake'llahu bi-yedihî..."  "Kıyâmet günü
mü'minler toplanırlar. Bulundukları yerde rahat etmeleri için, 'Rabbimizden
şefaat dileyelim' diyerek Âdem'e (a.s.) gelirler ve ona: 'Ey Âdem! Sen
insanların babasısın, Allah seni eliyle yarattı' derler... "
Buhârî, Tevhid 19)

"İnnallahe yakbidu yevme'l-kıyâmeti'l-arza ve
tekûnu's-semâvâtu bi-yemînihî sümme yekuulü ene'l-melikü."  "Allah, kıyâmet günü
arzı tutar, gökler sağ elindedir ve der ki: 'Melik Benim."
(Buhârî, tevhid 19)

"Kaale'llahu azze ve celle yu'zînî ibn âdeme
yekuulü: Yâ haybete'd-dehri fe innî ene'd-dehru ukullibu leylete ve nehâruhû." 
"Yüce Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: 'Dehr/zaman Ben olduğum halde,
Âdemoğlunun dehre sövmesi Bana ezâ verir. (Her) İş Benim elimdedir. Gece ve
gündüzü Ben değiştiririm." (Müslim,
Elfâz 1)

"... Ve tekuulü hel min mezîdin hattâ yasnea
fîhâ rabbu'l-âlemîne kademehû feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın sümme tekuulü kaddun
kaddun."  "...Âlemlerin Rabbi, ayağını üzerine koyuncaya kadar cehennem: 'Daha
başka atılacak yok mu?' diye soracak. Allah ayağını üzerine koyunca, 'yeter,
yeter' der." (Buhârî, Tevhid 19;
Müslim, Cennet 13)

"Peygamber (s.a.s.) Ali bin Ebî Tâlib'in
Yemen'den gönderdiği altın parçasını ashâbından dört kişi arasında taksim ettiği
vakit, diğer bir sahâbi: 'biz buna diğerlerinden daha lâyıktık' deyince
Peygamber (s.a.s.): 'elâ te'menûnî? ve ene emînun men fi's-semâ'..."  "Ben
semâda olan Allah'ın emîni olduğum halde, siz benden emîn değil misiniz? (beni
güvenilir bulmuyor musunuz?)' demiştir."
(Müslim, Zekât 47)

Uzunca bir hadiste Peygamber (s.a.s.) ile bir
câriye arasında şu konuşma geçmektedir: "...Fe kaale lehâ 'eyne'llah? Kaalet:
Fi'ssemâ'. Kaale: Men ene? Kaalet: ente Rasûlullah. Kaale: A'tıkhâ, feinnehâ
mü'minetun"  "Hz. Peygamber ona şöyle sordu: 'Allah nerededir?' Câriye, şöyle
cevap verdi: 'Allah göktedir.' Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) ona tekrar şöyle
sordu: 'Ben kimim?' Câriye bu soruya: 'Sen Allah'ın Rasûlüsün' diye cevap
verince Nebî (s.a.s.) onun için şöyle dedi: 'Bu câriyeyi âzâd edin, çünkü o bir
mü'minedir." (Müslim, Mesâcid 7)

Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivâyet edilen bir
hadis-i şerife göre Allah'ın Rasûlü, yaptığı bir duâsına şöyle başlamıştır: "Rabbunallahi'llezî
fi's-semâi..."  "Göklerde olan Rabbimiz!..." (Ebû Dâvud, Tıb 19)

"Yenzilu rabbunâ tebârake ve teâlâ külle
leyletin ile's-semâi'd-dünyâ..."  "Allah her gece en yakın semâya iner..."
(Buhârî, Teheccüd 14; Müslim,
Salâtu'l-Musâfirîn 24)

Metin ve meallerini yazdığımız bu hadisleri
incelediğimiz zaman onların ifâdeleri arasında müteşâbih olarak sayabileceğimiz
şu kelimeleri görürüz: "Allah'ın yüzü, Allah'ın eli, Allah'ın ayağı." Ayrıca, bu
hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın gökte olduğunu söyleyen bir câriyenin bu şekilde
konuşmasına Hz. Peygamber'in herhangi bir itirazda bulunmadığı, üstelik onun bir
mü'mine olduğuna şâhitlik ettiğini görmekteyiz. Tabiatıyla bütün bu kelimeler
müteşâbih birer ifâdedirler. Bunlar tıpkı Kur'ân-ı Kerim'in bu meyandaki
ifâdelerinin birer tekrarı gibidirler. Bu gerçek de Kur'an ile hadisin ifâde
bakımından bir paralellik arzettiğinin açık göstergesidir. Hatta müteşâbih
ifâdelerden bazılarını Arap dilindeki kullanıma da bağlayabiliriz. Tıpkı
yukarıda sözünü ettiğimiz câriyenin, "Allah'ın göklerde" olduğunu söylemesi
örneğinde olduğu gibi. Biz Allah'ın mekândan münezzeh olduğunu biliriz ve böyle
inanırız. Ancak O Yüce bir varlık olduğu için, câriye ve onunla aynı düşünce
yapısına sahip olanlar göklere tanıdıkları kutsallığı ve erişilmezliği Cenâb-ı
Hak için bir saygı unsuru olarak kabul etmiş olabilirler. Tabii ki, bu
düşüncemiz sadece câriyenin bu ifâdeyi niçin kullanmış olması açısından bir
yorum olabilir.       

Selef Allah'ı kendisi için mümtenî olan bu gibi
zâhir şeylerden tenzih eder ve gayb âleminde, Allah'ın onları zikrettiği gibi
inanır, hakikatlerinin ilmini O'na havâle eder. Sonraki alimler ise, İslamiyet'i
ifsat etmek isteyen kimselerin müteşâbih âyetleri gelişi güzel tefsir etmeleri
üzerine halef âlimleri devreye girmişler istivâ'ya, istikrar, istevlâ, suûd,
i'tidâl; Allah'ın gelişini, Allah'ın emrinin gelişi; Allah'ın fevkiyyetinin
yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi
zâtıdır, Aynı inâyetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi mânâlar
vermişlerdir (Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyûtî-El-İtkan, 2/6-7; Subhi
es-Sâlih-Mebâhis, 226). Bu âlimlere göre müteşâbih âyetlerin te'vil edilmesi
câiz görülmezse de, Kur'an'da işaret buyrulduğu vecihle, câiz görülmeyen te'vil,
gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla
yapmak istedikleri te'villerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhâkemeye, dinin
esaslarına uygun olarak yapılan te'viller makbul ve lâzımdır. Çünkü ilk
devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma'kul bir
şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132).

Muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek
mânâ anladığı kelâmdır. Bu anlama da mu'teber  olan ise ilk Arab nesillerinin
anlamasıdır, yoksa zamanımızın tetkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş
tedkik, şifâsı pek müşkil öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşâbih, ma'lumu da
meçhul yapar.

Müteşâbih ise, zamirin iki mercide dönmesi
ihtimalinden dolayı iki mânâya ihtimali olan kelâmdır.  Bir şahıs: "Dikkat edin!
Emîr bana filan kimseye lânet etmemi emretti. Allah ona lânet etsin" dediği
zaman bu  sözde olduğu gibi (Lâneti emîre mi, diğer kimseye mi diliyor, belli
değil).

Yahut da müteşâbihlik, bir kelimenin iki mânâda
müşterek olmasından ileri gelir. 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6 âyetindeki
"lâmestümü'n-nisâ' (kadınlara dokunma)" ifâdesinde olduğu gibi. Bu tâbir,
hem kadınla cinsi münâsebet, hem de kadına el ile dokunma mânâsında müşterektir.
Yahut da müteşâbihlik, atfın yakına ve uzağa ihtimali olmasından ileri gelir:
5/Mâide, 6, abdest alma âyetinde "ercül" kelimesinin uzağa ve yakına atfedilmek
sûretiyle hem üstünlü, hem esreli (ercüleküm, ercüliküm şeklinde) okunmasında
olduğu gibi.

Müteşâbihlik, atıf ve isti'naf, yani bir evvelki
üzerine atfedilmek yahut yeniden başlatılan bir cümle olmak ihtimalinden ileri
gelir: 3/Âl-i İmran, 7. âyetinde geçen "râsihûne"nin başındaki "vav" ın
bu ikiye ihtimali bulunması gibi.

Kinâye, hükümlerden bir hükmün sâbit olmasıdır,
bununla hükmün kendisinin sâbit olması kast olunmaz, fakat maksud muhâtabın
zihninin onu âdi yahut aklî bir lüzumla lâzım gelen şeye intikalidir. "Azîmu'r
ramad = külü büyük" tâbirinde olduğu gibi. Çünkü bu sözün mânâsı ziyâfet 
çokluğudur.

5/Mâide, 64. âyetinden anlaşılan da kerem ve
cömertlik mânâsıdır. Murad edilen mânânın hissedilen bir sûrette tasvir edilmesi
de bu kabildendir. Bu, Arap şiirlerinde ve Arapların hutbelerinde geniş bir
babdır. Kur'an-ı Azıym ve Peygamberimizin sünneti de bununla doludur.

"Onların içinden gücünün yettiğini sesinle
yerinden oynat. Onlara karşı süvârilerinle, piyâdelerinle yaygara çıkar.
Mallarına, evlâtlarına ortak ol.
Onlara vaad
et. Şeytan bu! Onlara bir aldatıştan başka ne vaad
eder o." (17/İsrâ,
64).
Şeytan burada, arkadaşlarına nidâ edip: ‘Bu cihetten gelin! Ve bu yönden girin!'
diye bağıran hırsızlar başkanına benzetilmiştir.

"Biz hem önlerinden bir set, hem arkalarından
bir set çektik, böylece onları her taraflarından sarıp kuşatıverdik, artık
görmezler." (36/Yâsin, 9).
Burada onların âyetleri iyice düşünmekten yüz çevirmeleri, iki eli boynuna
kelepçelenmiş yahut her cihetten bütün etrafına bir set bina edilmiş de artık
asla görmeğe muktedir olamayan kimseye benzetilmiştir.

"Korkudan
(kanat
gibi açılan)
ellerini kendine kavuştur. (Korkma)
Yani hatırını, zihnini
dağınıklıktan
topla." Bunun örfteki nazîri/benzeri
şudur: Onlar bir kimsenin yiğitliğini takrir ettikleri zaman, kılıçla, o şöyle
vurur diye işaret ederler, yahut onu hiç kimse kast edemez, derler.

Dehrden bir kere eline kılıç almış olmasa da
onun ufuklar ahalisine galebesi ancak yiğitlik sıfatıyla olur. Şöyle demeleri de
böyledir: Filan kimse; ben yeryüzünde bana karşı çıkacak hiç kimse görmüyorum,
der. Yahut falan kimse şöyle yapar, derler ve bu şahıs o fiili yapmaz olsa da ve
ondan bu söz çıkmamış olsa da dövüşçünün hasmını yenmesi vaktindeki dövüşme
ehlinin heyetine işaret ederler. Ve filan beni boğdu ve boğazımın içinden
lokmayı çekti, derler.

Ta'riz, umûmî bir hüküm yahut istenmeyen, inkâr
edilen bir şeyi zikredip bununla özel bir şahsın halini takrir etmeyi kasd
etmek, yahut muayyen bir kimsenin haline tenbih eylemektir. Bazen söz esnâsında
bu şahsın hususiyetlerinden bir kısmı gelir, muhatab ise bu şahsa muttali olmaz.
İşte Kur'an okuyucusu bu gibi yerlerde hayrete düşer, kıssayı bekler ve ona
muhtaç olur. Peygamber (s.a.s.) bir şahsa karşı red yaptığı zaman: "şöyle
şöyle yapan kavimlerin hali nedir?" diye hitap ederdi. Nitekim Yüce Allah'ın
şu kavlinde de böyledir: "Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman mü'min bir
erkek ve mü'min bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine
muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse muhakkak ki o apaçık
bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır." (33/Ahzâb, 36). Bu âyet Zeyneb kıssasına
ta'rizdir.

"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar
hısımlarına, yoksullarına, vermelerinde kusur etmesin..."
(24/Nûr, 22) âyeti, Ebu Bekir es-Sıddîk'a ta'rizdir. İşte bu sûrette o kıssaya
muttalî olamadıkları müddetçe o kelâmın isteğine erişemezler.

el-Mecâzu'l-Aklî: Aralarındaki benzeşme
alâkasından dolayı fiilin fâilden başkasına isnad edilmesi yahut da mef'ûlün
bih'in, mef'ûlün bih olmayan şeyin yerine ikame edilmesi ve mütekellimin bu
cinsten biri olduğu halde onun topluluğunda dâhil olduğunu  iddia etmesidir.
Nitekim bina eden emir değil de bina edicilerden biri olmakla beraber "Emîr,
köşkü binâ etti" denilir, halbuki o ancak bina etmeyi emredendir. Bahar
mevsiminde bitkiyi bitiren Yüce Allah olmakla beraber "bahar, sebzeyi bitirdi"
denilir. Ve Allah doğruyu en bilendir.

Müteşâbihlerin ne anlama geldiğine dair ileri
sürülen görüşler içerisinde doğruya en yakın olanı, "anlaşılması zor ve mânâsı
kapalı olan hususların müteşâbihler kapsamına girdiğini belirten" görüşlerdir.
Bu görüş sahipleri, müteşâbihin önemli bir özelliğinin "mânâdaki kapalılık ve
anlamdaki zorluk" olduğu noktasını yakalarken, iyi bir başlangıç yapmışlardır.
Ancak, buradaki kapalılık ve anlaşmazlığın her türlü kapalılık ve anlaşmazlığı
kapsadığını zannetmişler ve böylece müteşâbihlerin gerçek anlamına ulaşma
çabaları yarım kalmıştır.

Bu konuda doğruyu yakalamak için müteşâbih
kelimesinin yapısını tahlil etmek gerekmektedir. Müteşâbih kelimesinin mâzîsi
olan "teşâbehe" fiilinin iki mânâsı vardır: Birisi iki şeyin birbirine
benzemesi; diğeri ise, birbirine benzemesi dolayısıyla iki şeyin birbirinden
ayırt edilemeyip birbirine karıştırılması. 2/Bakara, 70 ile 13/Ra'd, 16
âyetlerindeki "teşâbehe" kelimeleri "birbirine karıştırmak, ayırt
edememek" anlamında kullanılmıştır. 2/Bakara, 118 ve 6/En'âm, 141 âyetlerindeki
"teşâbehe" ve "müteşâbih" kelimeleri ise; "birbirine benzemek,
birbirine benzeyen iki şey" anlamında kullanılmıştır.

İslâm âlimleri, müfessir ve mealcilerinden çoğu,
3/Âl-i İmrân Sûresinde geçen "müteşâbihât" kelimesinin "muhkemin aksi, ne
kast edildiğini anlamak zor olan, muğlak-kapalı" anlamına geldiğini
söylemişlerdir. Müteşâbihâtla ilgili bu yorumda teşâbehe fiilinin yukarıda
zikredilen iki mânâsından sadece birisi göz önüne alınmış, diğerine ise iltifat
edilmemiştir. Halbuki bu kavramla ilgili olarak esas üzerinde durulması gereken
nokta, "iki şeyin birbirine benzemesi" olmalıydı. Zira kelimenin esas kök anlamı
budur. Kelimenin asıl anlamını bırakıp onun sonucu olan ikinci derecedeki
anlamlar üzerinde yoğunlaşmak, elbette doğru değildir. Bu sebeple müteşâbihât
kelimesinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için, öncelikle teşâbehe fiilinin
asıl anlamı olan "benzeşme" üzerinde durmak gerekir.

Konuya bu açıdan yaklaşılacak olursa, şu sorunun
sorulması kaçınılmaz olur: 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde sözü edilen "müteşâbihât
âyetler"de benzeşen; daha açık bir ifâdeyle benzeyen ile
benzetilen nedir? Bu sorunun cevabı şudur: Müteşâbihât probleminin
kaynağında insan idrâkini aşan birtakım metafizik konuların, insanın ürünü ve bu
dünya ile ilgili kavramlarla ifâde edilmesi zorunluluğu yatmaktadır. Özellikle
klasik literatürde "Allah'ın sıfatları" başlığı altında ele alınan konular başta
olmak üzere, âhiret ile ilgili birtakım anlatımlarda kullanılan kavramlar bu
dünyaya âit kavramlardır. Meselâ Allah'ın yed (el)inden, ayn (göz)ünden, vech
(yüz)ünden; O'na izâfe edilen ityân (gelme), istivâ (kurulma, yerleşme); fevk
(üstte olma); kurb (yakın olma);  maiyye (beraber olma) gibi niteliklerden
Kur'an'da sık sık sözedilmektedir. Bu dünyaya, hatta öncelikle insana âit olan
bu kavramların, idrâkimizin ötesinde bir başka varlık ve bir başka âlem için
kullanılması karşısında, bu kelimelerin bizim bildiğimiz gerçek anlamda
kullanılmış olması düşünülebilir mi? Dolayısıyla "Allah'ın bizim gibi bir eli,
gözü, yüzü var mıdır? O'nun gelmesi, yaklaşması da bizimki gibi midir?" soruları
müteşâbih probleminin temelini oluşturmaktadır.

Kısaca, müteşâbihât bu dünyadaki varlıklar için
kullanılan birtakım kavramların ya da nitelendirmelerin metafizik konularda ve
özellikle Allah ile ilgili olarak kullanılmasından kaynaklanan ve bu benzerliğin
doğurduğu problemin adıdır. Bu problemin sebebi "dil"den başka bir şey değildir.
İnsan dili, duyuların konusu olan objelerle yola koyulur. Onu, duyularla
algılanamayan gerçeklere uygulayınca, bu gerçekler ile, algılanabilen fenomenler
arasında gizli veya açık birtakım benzetmelerin/teşbihlerin yapılması gerekir.
Şiir dilinin her çeşidinde görülen bu ortak özelliğe, câhiliyye devri Arap şiiri
de yabancı değildi. Şair, can sıkıcı geceyi, ağır ağır ayakları üstüne doğrulan
bir hayvana benzetir. Burada herhangi bir karışıklığın ortaya çıkma tehlikesi
sözkonusu değildir; çünkü gecenin ne olduğunu ve onun bir hayvan olmadığını
hepimiz bilmekteyiz. Fakat hakkında konuşulan şey, insanın alışageldiği anlamda
duyunun konusu olmaktan uzak ise, yani duyu tecrübesinden elde edilen
çıkarımların dışında kalan bir şey olursa, o zaman güçlük kendisini hissettirir.
Sözgelişi insan "Allah'ın yed (el)i şeklindeki sözleri nasıl anlayacaktır? Başka
bir ifâdeyle, insan zihninin geçmiş tecrübelere, yani zihne daha önce
kaydedilmiş algı ve idrâklere dayanmaksızın faâliyet göstermediğini göz önünde
bulunduracak olursak, çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: "Madem ki
dinin metafizik kavramları, tabiatının özelliğinden dolayı, insanın müşâhede ve
tecrübelerinin sınırları ötesindeki bir âlemle ilgilidir, o halde bu fikirler
bize başarıyla nasıl aktarılabilirler? Tecrübeye dayalı olarak ulaşmış olduğumuz
algılar alanımızdan kısmen bile olsa, karşılığını bulamadığımız fikirlerin
ihâtası bizden nasıl umulabilir?" Bunun cevabı bellidir: İğreti tasvir
(istiâre)lerle. Veya Zemahşeri'nin 13/Ra'd, 35. âyetinin tefsirinde ifâde ettiği
gibi "sembolik bir tasvir" yoluyla: Müşâhede sahamızın dışında kalanları,
müşâhede edebildiklerimizle temsil ederek (temsîlen limâ ğâbe annâ bimâ
nüşâhidu) ve işte Kur'an'da kullanıldığı şekliyle müteşâbihât kavramının hakiki
mânâsı da budur (Muhammed Esed, Kur'an'da Sembolizm ve Mecaz, Kelime Dergisi,
6/86 (1), s. 40).

Böylece Kur'an bize, birçok kavram ve
ifâdelerinin, beşere kavratılması murâd edildiği halde, başka herhangi bir yolla
buna imkân bulunmadığından -sırf bu temel nedenle- mecâzî tarzda anlaşılması
gereğini açıkça ifâde eder. Dolayısıyla, eğer biz, Kur'an'ın her ifâde, cümle ve
ibâresini, zâhirî mânâsıyla alarak onun bir mecaz, bir istiâre, bir temsil
olması ihtimalini gözardı edersek, İlâhî vahyin gerçek rûhuna aykırı hareket
etmiş oluruz. Örnek olarak, Allah'ın zâtına işaret eden bazı âyetleri düşünelim:
Tanımlanamayan, zaman ve mekânda sınırsız ve beşer kavrayışının tamamen ötesinde
bir varlık. O'nu tasavvur etmenin imkânsızlığı karşısında biz ancak O'nun ne
olmadığını kavrayabiliriz. Yani, zaman ve mekânla sınırlanamayan, birtakım
benzetmelerle tasvir edilemeyen, beşer düşüncesinin hiçbir türü ile
çevrelenemeyen... Bu nedenle, O'nun varlığı ve etkinliği, çok yetersiz kalmakla
beraber, ancak oldukça genelleştirilmiş mecazlarla bize aktarılabilir.

Bunun gibi, Kur'an O'ndan bahsederken
"semâlarda" olduğunu, "arşı üzerine yerleştiği"ni bize bildiriyorsa, biz bu
ifâdeleri zâhirî mânâlarıyla alamayız. Çünkü, aksi takdirde, farkına varılmadan
"Allah'ın mekân içinde sonlu olduğu" ifâde edilmiş olur. Böyle bir sınırlılık
sonsuz bir varlıkla bağdaşmayacağından, en küçük bir kuşkuya kapılmadan anlarız
ki, Allah'ın "semâlarda" oluşu, "arş"ı, onun üzerine "yerleşmesi", beşer
tecrübelerinin tamamen dışında kalan bir kavramın, yani "Allah'ın her şeye gücü
yeter ve bütün varlıkların mutlak hükümrânı olduğu" kavramının, sadece lisanî
vâsıtalarıdır. Aynı şekilde O, "her şeyi bilen", "her şeyi gören", "her şeyden
haberdar" olarak nitelendiğinde, bu tasvirlerin, maddî bir "görme" ve "işitme"
olayı ile meydana gelen şeyler olmadığını, ancak var olan ve vuku bulan her
şeyde Allah'ın ebedî mevcûdiyetinin, beşerin anlayacağı terimlerle basit
anlatımları olduğunu anlarız. Ve "hiçbir beşerî görüş O'nu idrâk
edemeyeceğinden" (6/En'âm, 103), yaratmış olduğu evren içinde ve üzerinde
kesintisiz etkinliğini müşâhede etmenin ötesinde, insanın O'nu kavraması
umulamaz (Muhammed Esed, a.g. makale, s. 40-41).

İnsan lisanının yetersizlikleri içerisinde -ki
bu yetersizlikler insan dimağının fıtrî sınırlılığının zarûrî neticeleridirler-
bu etkinlik, ancak çevrelenebilir, fakat gerçek şekliyle asla târif edilemez.
Bizim için Allah'ın zâtını tasavvur ve tâyin etmek imkânsız olduğu gibi, O'nun
"yaratma eylemi"nin -ve dolayısıyla yaratma planının- gerçek mâhiyetinin
tasavvur ve tâyini de ihâtamızın dışında bulunmalıdır. Ancak Kur'an, kesin
olarak Allah'ın "hikmetli" yaratıcılığı kavramına binâ edilen ahlâkî bir
öğretiyi bize aktarmayı hedeflediğinden, ikinci husus (O'nun yaratma eylemi ve
planı) insanın kavrayabileceği düşünce tarzlarına indirgenebilmelidir, nitekim
indirgenmiştir. 

Bu nedenle, ilk bakışta antropomorfik
(teşbîhî-tecsîmî) görünen Allah'ın "gazab etmesi" veya "cezalandırması", sâlih
amellerden "hoşlanması", yaratıklarını "sevmesi", kendine bîgâne kalan
günahkârlara "bîgâne kalması", mahşer günü günahkârları "hesaba çekmesi"... gibi
Allah'ın etkinliğinin beşer terminolojisine yapılan lafzî aktarımları; bize
vahyolunan ahlâkî prensiplerin beşer lisanı yoluyla uygulanmasını umduğumuz
sürece, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Ancak, kaçınılmaz olan bu aktarımlarla
tanımlanamaz olanı tanımlayabildiğimiz inancı içine girersek en büyük hatayı
işlemiş oluruz.

Ve Kur'an'ın Âl-i İmrân Sûresinin yedinci
âyetinde açıklandığı gibi, ancak "kalplerinde haktan sapma eğilimi olanlar"
mecâzî olarak ifâde olunan âyetlere uyarlar; (sınırlanmış olanın dışına taşıp)
karışıklık çıkarmaya ve (keyfî bir şekilde) onun nihâî mânâsını anlamaya
çalışırsak... Fakat Allah'tan başka onun nihâî mânâsını kimse bilemez."
(Muhammed Esed, a.g. makale, s. 43)

Müteşâbihât probleminin, metafizik konuları
anlatmak için zorunlu olarak insan dilinin kullanılmasından kaynaklanan bir
problem olduğu dikkatlerden kaçınca, bunun doğal bir sonucu olarak, Kur'an'da
müteşâbihâtın niçin yer aldığı sorusuna İslâm âlimlerinin vermiş oldukları
cevaplar da genellikle isâbetsiz olmuştur. Bu konuda "müteşâbihâtın hikmeti"
olarak sunulan gerekçeler özetle şunlardır:                    

1. Müteşâbihât gaybla ilgili olduğu için "Kişi
bunlara inanacak mıdır?" diye bir imtihan amacıyla müteşâbihâta yer verilmiştir
(ez-Zerkanî).

2. Kur'an'da müteşâbihin mevcut olması, insanın
taklidi terkederek, düşünmesi, fikir imal etmesi, Kur'an'ın inceliklerini
anlamak için daha çok ilim elde etmesine bir sebeptir (Kadı Abdülcebbar).

3. Müteşâbihler dolayısıyla âlimlerin Kur'an
üzerinde düşünmeleri sağlanmıştır. Onlar müteşâbihleri düşünecek, araştıracak ve
Kur'an'ın kapalılıklarını ortaya koyacaktır. Faziletçe diğer insanlardan üstün
olma hakkını elde edeceklerdir. Kur'an'ın tamamı muhkem olup, mânâsı apaçık
anlaşılsaydı, onu anlama konusunda âlim de câhil de aynı seviyede olurdu (İbn
Kuteybe). 

4. Gelecekte vuku bulacak şeylerin ne zaman vuku
bulacaklarının gizli tutulması, insanın yararınadır. Bu durum, insanın
gevşemesine engel olduğu gibi, korku ve telâşa kapılmasına da engeldir.

5. Kur'ân-ı Kerim, Arap diliyle inmiştir ve Arap
dilinin ifâde üslûpları bunu gerektirmektedir (M. Sait Şimşek, Kur'an'ın
Anlaşılmasında İki Mesele, s. 49).

Müteşâbihâta dâir bu söylediklerimiz gözönünde
bulundurulacak olursa, sonuncu hâriç, diğerlerinin müteşâbihâta Kur'an'da yer
verilmesinin hikmeti olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı açıkça
görülmektedir.

Müteşâbihât konusuyla ilgili olarak yapılması
gereken son bir değerlendirme de şudur: Sadece Kur'an'ın değil; diğer mukaddes
kitapların da anlaşılmasıyla ilgili en önemli konulardan biri olan meteşâbihât
kavramının çözümü son derece önemlidir. Hıristiyanların İncil'de geçen ve mecâzî
bir anlamda kullanıldığı açık olan, Allah için "Baba", Hz. İsa için "Oğul"
nitelendirmeleri lafzî anlamda alınmış ve sonuçtan "teslis" ortaya çıkmıştır.
Hem Yahûdilikte ve hem de İslâm'da en çok tartışılan konulardan olan "teşbih ve
tecsîm" tartışmalarının Kelâm'ın en önemli konularından olduğu, hatta
"müşebbihe-mücessime" adlı mezheplerin ortaya çıktıkları mâlumdur. Bu konudaki
tartışmalar bazen o kadar iki zıt kutupta ve öylesine aşırı bir biçimde
tartışılmıştır ki, hadisçi İbn Huzeyme'nin gerçek tevhid inancını ortaya
koyduğuna inandığı hadisleri derlediği Kitabu't-Tevhid adlı eserini, meşhur
müfessir ve kelâmcı Fahruddin er-Râzî, Kitabu'ş-Şirk olarak nitelendirmekte
tereddüt etmemiştir. Bu konudaki tartışmaların olumsuz birtakım toplumsal
etkilerinin olduğu da muhakkaktır. Bu bakımdan müteşâbihât konusunun sağlıklı
bir yoruma kavuşturulması son derece önemlidir. Ancak bundan da önemli olan ve
eleştirilmesi gereken bir husus vardır ki, o da şudur: Bu incelemenin konusu
olan 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde de ifâde edildiği üzere, Kur'ân-ı Kerim'in
âyetlerinin "ana"sı, yani büyük kısmı, müteşâbih değil; "muhkem" âyetlerdir.
Mütteşâbihlere gelince, bunların gerçek anlamını bilmek, insan aklı için mümkün
olmadığından, Kur'ân-ı Kerim bu konunun yanlış anlaşılmasının birtakım
mahzurlara yol açacağı konusunda bizleri uyarmıştır. Nitekim İslâm
düşüncesindeki konuyla ilgili tartışmaların da Allah'ın hükümlerinin yeryüzünde
gerçekleştirilmesi amacına pek de hizmet ettiği söylenemez. Durum bu olduğu
halde, müslümanların tarih boyunca müteşâbihât konusunda sert, sonuçsuz ve bazen
de faydasız tartışmalara girmiş olmaları, Kur'an'ın esas üzerinde durulması
gereken "muhkem" âyetlerinin aleyhine olmuştur.

Kur'an'ın muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki
kısma ayrılması son derece önemli bir nokta olduğu halde, eski olsun, yeni olsun
geniş tefsir yazanların çoğu, bu noktayı yeterince kavrayamamışlardır. Bunun
sonucu olarak da muhkem âyetlerden çok, müteşâbih âyetlerle veya aracı ve
destekleyici nitelikteki konular üzerinde durmuşlardır. O kadar ki âdetâ âyet
tersine çevrilmiş ve bu hususlar temel konular haline gelmiştir. Bu da birtakım
problemlere, çelişkilere, zihinlerin karışmasına, Kur'an'ın tartışmalara mâruz
bırakılmasına, kudsiyet ve amacı dâvet, nasihat, doğru yolu gösterme ve yaşama
dışına çıkarılmasına; onun bir tarih ve sanat kitabı gibi, çelişkilerin ortaya
konması ve karşı çıkılması mümkün olan birtakım nazariyeler kitabı haline
sokulmasına yol açmıştır ki, bunun ne faydası vardır, ne de böyle yapmakta
zorunluluk sözkonusudur (Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru'l-Hadis, Mısır,
1962, c. 1, s. 7).

Bu sebeple bizce günümüz müslüman aydınına
düşen, onun "muhkem" âyetler üzerinde yoğunlaşması, bu âyetlerde bize sunulan
öğretilerden hareketle, İslâm'ı ahlâk merkezli bir toplum projesi, bir hayat
tarzı, bir dünya görüşü olarak insanlığa sunmaya çalışmasıdır. Böyle yapılmayıp
da âdeta Kur'an'ı entelektüel tatmin aracı olarak gören bir yaklaşımla
"müteşâbihât"a ağırlık verilir, esas üzerinde durulması gereken "muhkemât"
ikinci plana itilirse, tarihte başımıza gelenleri tekrar yaşamamız kaçınılmaz
olur. "Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz." (Bir defa işlediği
hatayı tekrar işlememelidir) kuralı uyarınca, geçmişteki hatalara düşmekten
sakınarak, insanlığa İslâm'ın mesajını sunma yolunda bıkıp usanmadan hummalı bir
çaba içerisinde olmamız gerektiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Kur'an'da müteşâbihatın varlığı, yaratılmışlarla
Yaratıcı arasındaki diyalogun getirdiği bir zorunluluktur ve Allah kendisi
hakkında bilgi verirken bizim dilimizi kullanmayı irâde etmiştir. Bizim dilimizi
kullanınca birtakım istifhamlar kafada oluşuyor: "Eli var" denilince, acaba
nasıldır,  bizimki gibi mi? diye sorular akla gelebiliyor. Meselâ "Rahmân
arş'a istivâ etti" (20/Tâhâ, 5). Buradaki harfî anlamı: "Allah tahta
kuruldu"dur. Kur'an'ın indiği dönemde gücün sembolü kraldı. En güçlü insan o
zaman kraldı; tahtı olur, kralın yardımcıları olur, ne derse aynen yapılır.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, gücü bu şekil bir benzetme ile sembolize ediyor. Yani
Kur'ân-ı Kerim'e göre Melik, Mâlik ve Melik-i yevmi'd-din olan Allah'ın
melekleri vardır. Burada gerçekten bir taht var, Allah da bu tahta kuruluyor
anlamı verilmesi gerekmez. Gerçekte ne taht, ne de kurulma vardır. Sadece burada
Allah'ın hâkimiyeti sembollerle anlatılmaktadır. Bu şekilde anlamamız
gerekmektedir.

"Yedullahi fevka eydîhim"
(48/Fetih, 10) âyetinde, yani "Allah'ın te'yîdi, yardımı onlarla beraberdir"
anlamı vermek daha doğru olur. Yoksa, ortada bir el olup da Allah'ın elinin de
elimiz üzerinde bulunması anlamı gerekmez. Bu da sembolik anlatımdır. Onun için
dil felsefesini ilgilendirmesi bu yüzdendir. Arap dili bu tür kullanışa çok
yatkındır. Belki de Arapça bu iş için seçildi. Diller içerisinde sembolik
anlatıma en yatkın dillerden bir tanesi Arapçadır. O yüzden konuyu daha fazla
deşeleyebilmek için Arap dilinin de çok ileri düzeyde bilinmesi, buna ilâveten
dil felsefesi ve diğer benzeri disiplinlerde de belli bir düzeyde bulunulması
gerekir. Allah, hâşâ âcizlikten değil; bize kendisini bizim dilimizle anlatmak
istediği için bu dili, müteşâbihleri kullanıyor. Biz bu konunun, problemin
farkında olursak o zaman Kur'an'ın genel ilkeleri ışığında "Leyse kemislihî
şey'un" (42/Şûrâ, 11) âyetinde olduğu gibi; O hiçbir şeye benzemeyeceği veya
İhlâs Sûresinde olduğu gibi, O birdir, tektir, O doğmamıştır, baba da değildir,
ihtiyacı yoktur, herhangi bir şeye benzemez. Bu genel çerçeve içinde
değerlendirir, konunun dille ilgili olduğunu da bilirsek, problemi bir ölçüde
atlatmış oluruz. "Allah'ın eşi, benzeri yoktur" genel ilkesinden hareketle
müteşâbihleri bir anlamda dil felsefesi ve dille ilgili izahlarla anlayabiliriz.
Ama kastedildiği te'vil'i, yani nihâî yorumu "gerçekten Allah'ın zâtı nasıl bir
şeydir? gibi soruların cevabını bulmak, hiçbir zaman insan için, insan aklı için
mümkün olmayacaktır. Çünkü ontolojik varlık düzeyleri farklı olduğu için, hiçbir
zaman cevap bulabilmek mümkün olmayacaktır. (3)            

Muhkem ve müteşâbih konusu, İslâm tarihi boyunca
çeşitli disiplinlerin, özellikle de Kur'an ilimlerinin temel bir problemi olarak
ortaya çıkmıştır. Konunun çeşitli meselelerle olan yakın irtibatı ve bu sebeple
de birçok İslâmî disiplinle (tefsir, kelâm, fıkıh gibi) temas halinde bulunması,
konuyla ilgili geniş bir literatürün de varlığını mümkün kılmış ve kılmaya da
devam etmektedir. Bununla birlikte gerek metodik, gerekse düşünsel bir netlik ve
arınmanın oluşturulamaması sonucu klasik dönemden itibaren devralınan mirasta
konuyla ilgili geliştirilen açıklama ve tahliller diğer Kur'an ilimleri
problemleri gibi, tam vuzûha kavuşturulamamış; bundan da öte barındırdığı
tutarsızlıklarla birlikte Kur'an mesajının anlaşılması konusunda olumsuz bir
etkiye de zemin hazırlamıştır. Bu nedenle gerek usûl konusunda ve gerekse o
usûle dayanılarak geliştirilen "ilimler" ve "düşünceler" konusunda eleştirel bir
tutum içerisinde; yalnızca vahyin dokunulmaz ve tek ölçü olduğu bilincinden
hareketle problemi yeniden ele almak ve çözümüne çalışmak, muhkem ve müteşâbih
konusuna getirilen yeni yaklaşımlara katkıda bulunmak gereği hâsıl olmaktadır.

Müteşâbih kelimesinin kökeninde "benzeme" ve
"şüphelenme" anlamları vardır. Nitekim "şüphe", "şibh" ve "şebih" bu anlamlara
gelmektedir. Kelimenin asıl mânâsını "benzeme"ye indirgemek mümkün
görülmektedir. Zira "şüphelenmek", "kuşkuya düşmek", "benzeme" olayının
sonucunda ortaya çıkan bir hâdise olarak kendini belli etmektedir. Zaten
"teşâbehe" fiilinin de biri, "iki şeyin birbirine benzemesi", diğeri de "iki
şeyin birbirine benzemesinden dolayı ayırt edilemeyip o iki şeyin birbirine
karıştırılması" olmak üzere iki anlamı vardır. O halde müteşâbih "birbirine
benzeyen/benzeşen" anlamına gelmektedir. Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, bu
benzeşmede benzeşenleri birbirine karıştırma ve bunun sonucunda bir kapalılığın
ve şüphenin ortaya çıkması anlamı da kendini gösterebilmektedir (Râgıb
el-İsfehânî, Müfredat, s. 443; İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, c. 13, s. 503 vd.).

Kur'an'da Muhkem ve Müteşâbih: Kur'ân-ı Kerim,
47/Muhammed, 20. âyette "muhkem bir sûre" deyimini kullanmakta ve bunun gerek
lafzen ve gerekse mânâ olarak "verilmek istenenin" ve "amaçlananın" hilâfına
olabilecek bir duruma "engel olunmuş" bir bildirim olduğuna dikkat
çekilmektedir. Yani, ortaya konmuş, indirilmiş bir sûre, gerek lafız, gerekse
mânâ yönünden öyle sağlam ve kesindir ki, sağa-sola çekilmesine, üzerine ekleme
ve çıkarma yapılarak oynanmasına, başka taraflara yönlendirilmesine mâni
olunmuştur. "İman edenler ‘(savaş hakkında) bir sûre indirilmeli değil
miydi?' derler. Fakat muhkem bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince,
kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı
gibi baktıklarını görürsün. Onlara ölüm gerekir." (47/Muhammed, 20). Bir
başka yerde ise Allah Teâlâ, âyetlerini şeytanın atmalarına karşı muhkem
kıldığını (şeytanın "atmalarıyla" İlâhî mesaja sızmasına, onları bulandırmasına
engel olduğunu) bildirmekte (22/Hacc, 52); Hûd Sûresinde ise Kitab'ın tamamının
muhkem olduğu ortaya konulmaktadır: Elif, Lâm, Râ. (Bu,) Bir Kitaptır ki,
hikmet sahibi, herşeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri muhkem kılınmış
(uhkimet) ve güzelce açıklanmıştır."
(11/Hud, 1). O halde Kur'ân-ı Kerim'in tüm âyetleri muhkemdir. Bu demektir ki
Kur'an âyetleri, gerek lafzen, gerekse anlam olarak onları yıkmaya çalışacak,
aslını tahrif edip ortadan kaldıracak her türlü dış etkiye engel olucu bir yapı
arzetmektedir. Bu, Kur'ân âyetlerini lafız ve mânâ yönünden "yerinden oynatmaya"
teşebbüs edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Bu denenebilir. Fakat bu deneme
yalnızca bireysel planda kalacak ve Kur'an'ın aslına nüfuz edip onun kesinliğine
ve sağlamlığına halel getiremeyecektir. Bu muhkem Kitab'ın nûrunu örtmeye
çalışanlar olabilecek; ama, onun ışığını tâkip ederek kendisine ulaşan kimse
onun ilk dönem parlaklığından hiçbir şey kaybetmediğini görecektir.

Müteşâbih kavramına gelince, bu kavram, muhkem
kavramına göre daha sık kullanılmakla birlikte ve Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli
yerlerinde "benzeşmek/benzer gelmek" ve "benzeşen/benzeyen" anlamlarında
kullanılmaktadır. "Yâ Mûsâ! Rabbine
duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, zira o, bizce karıştı
(Başka ineklere benzer oldu, ‘teşâbehe'). Biz, inşâallah emredileni yapmaya yol
buluruz' dediler." (2/Bakara, 70).
Dikkat edilirse burada benzeşmeden kaynaklanan bir ayırt edememe zorluğu da
kendisini hissettirmektedir. Ama, bu zorluğun temeli "benzeşme"dir. Dolayısıyla
kelime "benzeşme/benzeme" anlamına sahiptir. Diğer bir âyette:  "Bilmeyenler
dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil
miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri
(akılları) birbirine benzedi (teşâbehet). Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere
âyetleri apaçık gösterdik." (2/Bakara, 118)

Kur'an'ın bir yerinde ise Kitab'ın tamamının
müteşâbih olduğu ifâde edilmektedir: "Allah, sözün en güzelini müteşâbih,
ikişerli bir kitap halinde indirdi." (39/Zümer, 23). Burada da Allah
Teâlâ'nın Kur'an'ın tamamının mâhiyet itibarıyla birbirine benzediğini; arada
zıtlığın, ilişkisizliğin ve tutarsızlığın bulunmadığını; vahyin tamamının aynı
kaynaktan geldiğini ifâde etmekte olduğu görülmektedir.

O halde, yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığı gibi
Kur'an'ın bütünü hem muhkem, hem de müteşâbih bir Kitaptır. Yani bir bütün
olarak Kur'an'ın hem muhkem olma, hem de müteşâbih olma gibi iki vasfı
bulunmaktadır. Fakat öte yandan 3/Âl-i İmrân, 7. âyeti Kitab'ın âyetlerini
muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.

Şimdi muhkem ve müteşâbih kavramlarını
barındıran temel âyete geçebiliriz: "Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan
Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise
müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne
çıkarmak ve olmadık te'vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun te'vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar
(derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır' derler.
Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez." (3/Âl-i İmrân, 7)

Anahtar Bir Kavram Olarak Te'vil: Buradaki
muhkem ve müteşâbih kavramlarıyla ilgili klasik kaynaklarda pek çok yorum
yapılmıştır. Buna rağmen, yer yer birbiriyle çelişen veya birbirinin tekrarı
durumundaki bu yorumlar, konuya tam bir netlik kazandıramamıştır. Konunun
netliğe kavuşturulmasının kanaatimizce "te'vil" kelimesinin aydınlatılması ve
doğru anlaşılmasıyla yakın ilgisi vardır.

Te'vil kelimesi süreç içerisinde
"anlamak/yorumlamak" ve "lafzı, başka bir mânâya delâlet ettiğine dâir bir
delilden dolayı, asıl mânâsından, gerektirmediği bir mânâya hamletmektir"
şeklinde de anlaşılmış olsa da, ilk dönem lügat kitaplarında bu kelimeye
"âkıbet"  mânâsı verilmektedir. Kur'ân-ı Kerim'deki kullanımında da te'vil
kelimesinin bu çerçeveye oturmuş olduğu görülmektedir.

Kur'an'da te'vil kelimesi 17 yerde
kullanılmaktadır ve "işlerin âkıbeti", "varacağı yeri" mânâsına gelmektedir.
Nitekim Yûsuf Sûresinde Yusuf'a rüyada görülenlerin te'vilinin
(te'vîlu'l-ehâdîs) öğretildiğinden bahsedilmesi (12/Yûsuff, 6), ona rüyada
görülen şeylerin "âkıbetinin ne olacağını" kestirmenin ve o görülen şeylerin
"gelecekte yaşanacak vâkıa olarak" neye tekabül edeceğini bilmenin öğretilmesi
demektir. Zaten yine aynı sûrede anlatılan kralın bir rüya görmesi ve bunu
Yusuf'un te'vil etmesi olayı da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Kral bir
rüya görmüştür (12/Yusuf, 43). Ve kimse bu rüyayı te'vil edememiş (12/44),
dolayısıyla te'vil etme işi Yusuf'a bırakılmıştır (12/45). Yusuf da bu rüyayı
te'vil etmiş, onun âkıbetini bildirmiş, yani o rüyada görülenlerin ileride nasıl
gerçekleşeceğini ve bu gerçekleşecek olanın nasıl olacağını onlara bildirerek
tedbir almalarını söylemiştir (12/46-48).

Kehf Sûresinde ise Mûsâ (a.s.) ile "Allah'ın
katından rahmet verdiği ve bir ilim öğrettiği kullarından bir kul"un kıssası
anlatılmaktadır. Bu kıssada o "kul"un birtakım olayları gerçekleştirdiği
anlatılmakta ve Hz. Mûsâ'nın bu yapılan işleri anlamlandıramadığından, şaşkına
döndüğünden bahsedilmektedir (18/Kehf, 65-77). Tüm yaşanan olaylardan sonra Hz.
Mûsâ'nın sözel bir müdâhalede bulunmasının (18/77) ardından o "kul"un şöyle
dediğine şâhit olunmaktadır: "İşte, dedi; bu, benimle senin aramızın
ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te'vilini haber vereceğim."
(18/Kehf, 78). Âyetlerin devamına bakıldığında o kulun te'vilini haber verdiği
şeylerin gelecekte olacak olan hâdiselerle ilgili olduğu görülmektedir. Âyetler
o kulun yaptığı işlerin ileride ne gibi bir sonuçla, âkıbetle bağlantılı
olduğunu ortaya koyup anlattıktan sonra şöyle demektedir: "İşte senin
sabredemediğin şeylerin te'vili (âkıbeti) budur." (18/Kehf, 82). Görüldüğü
gibi bu sûredeki te'vil kavramının da gelecekle ve gelecekteki âkıbet ve sonuçla
yakın bir irtibâtı vardır.

4/Nisâ 59 ve 17/İsrâ, 35. âyetlerde de en güzel
te'vilin (ahsenu te'vîlâ), yani en güzel âkıbet ve sonucun müslümanların olacağı
kaydedilmektedir. 10/Yûnus 39. âyette ise inanmayanların "bilgisini
kavrayamadıkları ve te'vili kendilerine gelmemiş olan şey"i yalanladıkları
bildirilmektedir. Burada da inanmayanların Kur'an'ın bildirdiklerini (ilmi)
yalanladıkları, bu bilgiyi kavramadıkları ve bundan da öte, bilgisi bildirilen
şeylerin sonucu, gerçekleşmesi (te'vili) oluşmadığı halde, o kimselerin bunu
yalanlamış olduğu ifâde edilmektedir ki, yine te'vili ile ileriye dönük, ileride
sonuç bulacak şeyler arasındaki yakın alâka göze çarpmaktadır.

O halde, bu âyet-i kerimede iki olgudan söz
edilmemektedir:

1. Bilgisi kavranılmayan şey, yani İlâhî
bildirimler, âyetler,

2. Te'vili gelmeyen şey, yani İlâhî
bildirimlerin âkıbeti, sonucu ile ilgili şeyler.

Gerek te'vil kavramına, gerekse te'vilin
müteşâbih âyetlerle ilgisine doğrudan açıklık getirecek bir başka âyet ise
şöyledir: "Gerçekten onlara bilgiye göre açıkladığımız, iman eden bir toplum
için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. İlle onun te'vilini mi
gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki:
‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var
mı ki şefaat etsinler, yahut tekrar geri dönmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan
başkasını yapalım?' Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler,
kendilerinden saptı." (7/A'râf, 52-53). Görüldüğü gibi âyette Kitap unsuru
ile te'vil unsuru ayrı ayrı zikredilmektedir. Âyet, bir bütün olarak ele
alındığında te'vil ile Kitap'ta bildirilenlerin ya da Kitap ile bildirilen bazı
bilgilerin kıyâmet gününde açığa çıkması olayını kasdettiği açıkça
anlaşılmaktadır. Demek ki burada da te'vil kelimesi, verilen bilgilerin ileride
gerçekleşmesi, sonuçlanması ve ortaya çıkmasıdır ki, bu da ancak kıyâmetle vuku
bulacaktır. Zâten âyette bahsedilen iman etmeyenlerin te'vil geldiğindeki
pişmanlıkları Kur'an'da kıyâmetin kopmasıyla ilgili diğer âyetlerde de
bildirilmektedir.

Te'vil kavramının Kur'an'da herşeyin âkıbeti ve
sonucu, şu anda belirtilen şeylerin gelecekte neye tekabül edeceği ve dahası
"Kitab'ın te'vilinin" şu anda muhâtap olunan bazı İlâhî gerçeklerin ileride
kıyâmetle birlikte aynen ortaya çıkıp kesinleşeceği olduğu anlaşıldıktan sonra,
Âl-i İmrân, 7. âyete dönülebilir.

Yukarıda Kur'an'ın tümünün hem muhkem, hem de
müteşâbih olduğu zikredilmişti. Oysa Âl-i İmrân, 7. âyette Kitab'ın bir kısmının
muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu zikredilmektedir. Bu durum nasıl izah
edilecektir? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, müteşâbih âyetlerin "anlaşılıp
anlaşılmaması" sorunu ile hiçbir ilgisi sözkonusu değildir. Te'vil kelimesini
"tefsir ve anlamın açıklanması" olarak anlayan kimi müfessirler Kur'an'daki
müteşâbih âyetlerin anlaşılamayacağı üzerinde durmuşlardır ki, bu iki açıdan
yanlış bir anlayıştır.

Birincisi, te'vil kavramına yanlış bir anlam
verilmesi sebebiyle Kur'ânî bir kavramın yerinden edilmesi; ikincisi ise
Kur'an'ın kendisini ısrarla "apaçık ve anlaşılır" (Bkz. 2/Bakara, 118; 6/En'âm,
52, 126; 16/Nahl, 89; 54/Necm, 17; 57/Hadîd, 9 vd.) diye ortaya koymasına
rağmen, Kur'an'ın bir kısım âyetlerinin anlaşılamayacağı iddiâsında ve zannında
bulunulması nedeniyledir. O halde Kur'an'ın tamamı açık ve anlaşılır; yani
muhkem kavramıyla irtibatlı olarak, lafzen ve mânen çarpıtılmaya, tahrif
edilmeye ve sağa sola kaydırılmaya nihâî anlamda müsâit olmayan ve buna asla
izin vermeyen bir Kitaptır. Kur'an'ın tamamının muhkem olması demek, böylece
Kitab'ın tüm âyetlerinin lafzen ve mânen sağlam bir biçimde, açık ve kesin
olarak yerli yerinde durması demektir ki, bu da onun anlaşılırlığı ile yakından
alâkalıdır. Peki, bu durumda Kur'an'ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir
kısmının ise müteşâbih olduğu gerçeği nereye oturacaktır? Burada hemen şunu
kaydetmek gerekir ki, Kur'an'ın tamamı muhkem/apaçık anlaşılır olmakla birlikte,
bazı muhkem âyetlerin gaybî boyutla bir ilişkisi sözkonusudur.

İşte gayble ilgili "bazı" muhkem âyetler,
anlaşıldığı kadarıyla müteşâbih olarak zikredilmektedir. Yani bir âyet, aynı
zamanda hem muhkem, hem de müteşâbih olabilmektedir. Ama muhkem bir âyetin
müteşâbih olması için gaybî bir boyutunun da olması gerekmektedir. Zira
müteşâbih deyimi bir şey hakkında duyuların veri elde edememesi, yani gayb
alanıyla ilgili olması sebebiyle ve o konuda kesin bir bilgiye sahip olamama
sonucu o şey hakkındaki düşünce ve yorumların benzer olması ve neyin kesin doğru
olduğunun bilinememesi dolayısıyladır. Başka bir ifâdeyle müteşâbih kelimesi,
gaybî gerçeklere -kisin bilgimizin olmaması sonucu- zihnimizde bazı benzerlikler
kurmamızı ifâde etmektedir. Bununla birlikte şunu da söylemek gereikir ki,
muhkem âyetlerin gaybla ilgili olanların tümü müteşâbih kapsamına girmemektedir.
Bunun böyle olması te'vil kavramının anlamıyla irtibatlıdır. Gerek Kur'an'ın
diğer âyetlerinde, gerekse Âl-i İmrân, 7. âyetteki te'vil kavramının gelecekle
ilgili bir içeriğinin olması, yani "gelecekte vâki olacak bir âkıbet ve sonuç"la
ilişkilenmesi açıkça müteşâbihin gelecekle alâkalı olmasını gerekli kılmaktadır.
Müteşâbih, muhkem âyetlerin gaybla ilgili boyutlarıdır ama, bu gaybî boyut da
ileride sonuçlanacak ve gerçekleşecek bir yön taşımaktadır. Bu durumda, te'vil
kavramından hareketle müteşâbihâtı, sonucu/âkıbeti ileride (kıyâmet gününde)
açığa çıkacak ve gerçekleşecek olan âyetler olarak gerekecektir. Zâten Kur'ân-ı
Kerim, "Kitab'ın te'vilinin gelmesini", Kitab'ın önceden bildirdiklerinin
kıyâmet gününde açıkça ortaya çıkması şeklinde tanımlamaktadır (7/A'râf, 52-53).
O halde müteşâbihât, Allah'ın kısmen bilgisini verdiği, ama tamamıyla
kuşatamadığımız kıyâmet günü, cennet, cehennem ve bunların ahvâline dâir ileride
vukuu gerçekleşip âkıbeti ortaya çıkacak âyetleri kapsamaktadır. Nitekim
el-İsfehânî, müteşâbihâta giren konular arasında kıyâmet gününün niteliklerini
zikretmiş, bunun nedeni olarak da "duyuların bu nitelikleri tasavvur etmedeki
çâresizliği"ni kaydetmiştir (Râgıb el-İsfehânî, a. g. e. s. 44). Yine, birtakım
eksiklikler ve bulanıklık taşısa da vaad ve vaid (cennet ve cehennem) ile
kıyâmet âyetlerini müteşâbihât kapsamında değerlendiren görüşlere İslâm
tarihinde rastlanılmaktadır (Reşid Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, c. 3, s. 164, Beyrut,
tarihsiz).

Durum böyle olunca Âl-i İmrân, 7. âyette niçin
müteşâbihâtın te'vilinin peşine düşmenin kınandığı ve niçin bu tutumun
"kalplerinde eğrilik olanlar"ın tutumu olarak zikredildiği de anlaşılmış
olmaktadır. Çünkü müteşâbihâtın te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle
bilememektedir. Onun te'vilini (nasıl sonuçlanacağını ve âkıbetini) ancak Allah
bilebilir. O halde mü'minlere düşecek olan, müteşâbih âyetlerde bildirilen
hakikatlerin âkıbetini bilmeseler de, hepsine birden iman etmiş olmaktır. Zira
gerçek mü'min, gelecekteki vuku bulacak olayları tümüyle görmese ve bilmese de
sırf "Allah'tan indirildiği" için ona iman edendir. İşte bundan dolayı âyette
"ilimde râsih olanlar ise, 'o kitaba inandık, onun tamamı Allah katındandır'
derler" buyrulmaktadır.

Konuyla ilgili bir başka tartışma da Âl-i İmrân,
7. âyetteki "durak"ın "lafza-i celâl"de mi, yoksa "el-ılm"de mi olacağı
tartışmasıdır. "Te'vil" kelimesinin "tefsir" ve "mânânın açıklanması" olarak
anlaşılması sonucu ortaya çıktığını düşündüğümüz bu tartışmanın müteşâbihâtın
anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışmasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Selefin
büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği (yani te'vili
yalnızca Allah bilir, başkası değil) ve âyetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu
görüşündedirler. İbn Abbas, Ubeyy ve İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen kıraat budur.
Durağın "ve'r-râsihûne fi'l-ılm"deki "ılm" üzerinde olacağını
söyleyenler (yani te'vili Allah ve ilimde râsih olanlar bilir); Mücâhid'den
nakledilen rivâyete dayanmaktadırlar. Mücâhid'den başka, seleften bazılarının da
bu görüşte olduğunu nakledenler var ise de, büyük çoğunluğun aksi görüşte
olduğunu kabul etmeyen yoktur (M. Said Şimşek, Kur'an'da İki Mesele, s. 43).

Te'vil kelimesinin sonraki dönemlerde tefsir ve
mânânın açıklanması olarak anlaşılması Kur'an'da "anlaşılmaz" âyetlerin varlığı
problemini ortaya çıkarmış ve bu nedenle buna karşı çıkan ulemâ, durağı
"el-ılm" kelimesine alarak "müteşâbihin yorumunun ve anlaşılmasının" ilimde
râsih olanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaya
çalışmışlardır. Bizce bu bir zorlamadır. Zira te'vili, yani âkıbeti Allah'tan
başka kimse bilmemektedir. Zâten te'vilin tefsir ve anlaşılmayla ilgili olmadığı
bilindiğinde böyle bir zorlamaya da gerek kalmayacaktır. O halde mânâya uygun
olarak durağın "Allah" lafzında olması gerekmektedir. Zira gaybı yalnız O
bilebilir.

Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'ân-ı Kerim
bütün âyetleriyle muhkem bir kitaptır. Kitabın muhkem olması lafzen ve mânen
nihâî anlamda kendisine karşı herhangi bir dahlin, çarpıtmanın, tahrifin
olamayacağı ve bu yüzden de Kitab'ın tümünün açık ve anlaşılır olduğu, kesin bir
hüküm taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu böyle olmakla birlikte muhkem âyetlerin
gelecekle ilgili gaybî boyut taşımaları (kıyâmet gününün zamanı ve nitelikleri,
cennet-cehennem ve bunların tam olarak keyfiyetleri gibi) insan idrâkinin
bunları kavrayamaması nedeniyle bu âyetleri müteşâbihât kapsamına sokmaktadır.
Müteşâbihâtın konusuna Allah'ın zâtı ve sıfatları ile Allah'ın eli, yüzü, istivâ
etmesi gibi ifâdeleri sokmak doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Zira
Allah'ın bu tür ifâdelerle nitelendirilmesi tamamen mecâzî ifâdeler olup hakiki
mânâyla bir ilgisi sözkonusu olamaz. O halde bunlar mecazlı ifâdeler olup
müteşâbih değildirler. Müteşâbihâtın konusunu tâyin etmede te'vil kavramı
anahtar bir rol üstlenmektedir. Te'vil bir şeyin âkıbeti, sonucu
ileride/gelecekte nasıl gerçekleşeceği ve neye tekabül edeceği gibi mânâlara
geldiğinden müteşâbihâtın ileride gerçekleşecek ve sonuçlanacak esaslı bir
yönünün olması gerekmektedir. Bu da genel olarak bu dünya hayatından sonraki
dönemle ilgili âyetlere karşılık gelmektedir. (4)

Müteşâbihler: Kur'ân'ın üslubu, önceki mukaddes
kitaplarda olduğu gibi, teknik ve teknolojik bilgilendirmeden kesinlikle
uzaktır. Kitabın, asıl amacı bazı belirlemeler yapmak olsa da, önce,
toplumu gösterilen hedefe hazırlamak için bu uyaran sözleri
kullanması gerekmektedir. Kur'ân, bunları; benzer, ayrıntılı, güzel ve benzeşen
diye nitelemektedir;

"Bir âyetin yerine benzerini getirmeden..."
(2/Bakara, 106)

"Sonra ayrıntılandırılmıştır."
(11/Hûd, 1)

"En güzeline uyun.
(39/Zümer, 55)

‘Diğerleri benzeşenlerdir'
 (3/Âl-i İmrân, 7)

Kur'ân'daki ikinci söz türü ise belirleyenlerdir
(39/Zümer, 23). Belirleyen sözler, daha
önce hakkında ayrıntı verilen konularda, son noktayı kor. Uyaran sözlerle
eğitilen ruhlara, nihâî maksadı anlatır, asıl amacı belirler. İyi ya da kötü
olduğu daha önce uyaran sözlerle anlatılan bir şeyin helâl mi, haram mı olduğu
hükmünü verir. Bizce, Kur'ân-ı Kerimin, ikili anlatışlı (mesânî) sözler
diye bahis açtığı durum budur. Mesânî teriminin kullanıldığı âyet Zümer
sûresindedir; "... mesânî bir kitap halinde indirdi." (39/Zümer, 23)

Meselâ içki hakkında inen ilk âyetler, onu kesin
bir dille yasaklamaz. Çünkü bunlar uyaran sözlerdir. Fakat Kur'ân, içkinin
zararlarını ayrıntılı olarak anlattıktan sonra, belirleyen sözünü söyler.
O konuda son hükmünü verir. İşte, bir konudaki nihâî maksadı belirleyen bu söz
türü, Kur'ân'ın kendi nitelemesiyle; en güzel, daha hayırlı ve ana diye
adlandırılır; "Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun"
(39/Zümer,
55). "Bir âyetin daha iyisini..." (2/Bakara, 106). "Ondandır muhkem
âyetler -ki onlar kitabın anasıdır-" (3/Âl-i İmrân, 7)