Fecir | Konular | Kitaplar

Tefsirlerden iktibaslar

Tefsirlerden iktibaslar

Tefsirlerden iktibaslar

"Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir.
Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te'vilini/yorumlarını
yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te'vilini Allah'tan
başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin
katındandır' derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez."
(3/Âl-i İmrân, 7)

Ey Muhammed! Kur'an'ı sana Allah indirdi. Hiç
kimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir
hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur'an'daki âyetlerin
bir kısmı muhkemdir ki, onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar mânâsı ve
tefsiri bilinen, tek mânâ ifâde eden, başka anlam verilemeyen, mânâsı tahrif
edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan
anlaşılan, haramı, helâli, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezâları,
öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen âyetlerdir.
Kur'an'ın çok az bir kısmı da müteşâbihtir. Bunlar gerçek mânâsını Allah'tan
başka kimsenin bilmediği, birkaç anlama gelen, mânâsı tahrif edilmeye, değişik
mânâlar verilmeye müsâit olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara
ihtiyaç duyulan, Kur'an'ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve
kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen âyetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı
bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için
müteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre te'vil ederler. Halbuki müteşâbih
âyetlerin gerçek te'vilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş
olan kimseler ancak Allah'ın dilediği oranda cüz'î bilgiye sahip olurlar. Onlar
şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşâbihiyle Kur'an âyetlerinin tamamına iman
ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl
sahiplerinden başkası böyle düşünmez.

Elmalılı diyor ki: Ey Muhammed! O eşi ve benzeri
olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun
hikmet yoluyla anlaşılması lâzım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir
kısmı muhkemâttır. Mânâsı ve murada delâletleri kesin, kelime ve cümleleri başka
anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar
ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile bâtılı
ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde
peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidâyet için
deliller bunlardır. Diğerleri bunlara ircâ ve havâle edilir. Tevrat'ın İncil'e,
İncil'in Kur'ân'a ircâ olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lâzım geleceği
gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemât esastır. Üstelik bunların her biri
ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini
oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Her bir muhkem âyet,
diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından
tâyin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak
veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisnâ veya tahsîs veyahut
nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişkileri
bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin
kuvvetinde, mânâya ne yönde delâlet ettiklerinde ve maksadın neresini
kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zâhir, nass,
müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkemâtın
bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. Bunu
hesaba katmayan, yani muhkemâtın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya
düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikrâ yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve
kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde
edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası
olan muhkemât, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşâbihattır. Yani
her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara
ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez.
Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde
dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafî) veya müşkil veya mücmel veya
mümteni' (imkânsız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama
gelme olasılıkları muhkemât ile mukayeseleri sâyesinde giderilebilir. Zâhir
karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel,
muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşâbih vardır. Binâenaleyh kitap,
bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslûp ile müteşâbihâtın
muhkemâta dönüşmesi bakımından, o asla ircâ edilmesi bakımından hepsi muhkem
demektir: "Bunda (bu Kitapta) hiç şüphe yoktur." (2/Bakara, 2) ve "Bu
öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (11/Hûd, 1) âyetleri
bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşâbihât kitabın anası
farzedilir de muhkem olan âyetler müteşâbihat ile te'vil edilirse, yani
müteşâbih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşâbih olmuş
olur. "Allah kelâmın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir
kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..."
(39/Zümer, 23) hükmü açığa çıkar.

"Muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak,
gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin
birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşâbüh,
benzeyenlerden her birine de müteşâbih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan
zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbih ve müşâbehet, (yani
benzetme ve benzeme) tâbirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer
taraf tam ve esas olur. Teşâbühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit
benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden
seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu." (2/Bakara,
70), "Kalpleri teşâbühlü oldu." (2/Bakara, 118), "Ve onun müteşâbihi
kendilerine verilecek." (2/Bakara, 25) âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki
teşâbüh, seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği
bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırt etmeye yol bulamadığı
bir şeye dahi müteşâbih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde
söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de
geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve
müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkâmı gibi
çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fâsılaları, uyumları ve daha
başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşâbüh ve
sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden
bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşâbih
kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat
nazmın bu âyet içindeki delâleti itibarıyla muhkem ile müteşâbih zıt ve karşıt
anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet,
kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşâbih
karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karînesi de mânâya
aittir ki, tefsir usûlü ilminde de muhkem ile müteşâbih böyle ele alınmıştır.
Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zâhir" denilir ki, muhkem
çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile, tahsîse veya neshe ihtimali
bulunabilir. Fakat bunlar karîneye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı
müddetçe zâhirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyâkı
olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda
artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir.
Nihâyet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle
te'yîd edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü,
bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi
daha kuvvetli ise o tercih edilir.

Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının
sigasından değil de, başka bir ârızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî;
böyle değil de mânânın haddizâtında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz
edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrayamayacağı derecede
kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir
gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının
çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin
tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması
umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali
kesilmiş olursa o da katıksız müteşâbih olur.

Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerinden birçoğu böyle
çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır.
Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve
değişik işaretlere delâlet içerdiğinden dolayı icmal veya işkâl ve kapalılık ile
dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşâbih, müteşâbihin yanında muhkem
de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe
bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır.
Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade
edilmesi mahzurlu olan kinâye ve ta'rîz şeklinde daha belâğatlı ve daha etkili
olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid
nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire
doğru) giderken, gerek nispetlerde ve gerek tasavvurların hudûdunda beşeriyet
dillerinin henüz lügatı ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve
benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin
bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber,
müteşâbih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu
gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da
Allah'tan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşâbih işte budur. Âhiretle
ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle
benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hâsılı, müteşâbihin
kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla
beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve
araştırma; asıl müteşâbihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup
sığınmadır.

Bu muhkemât ile müteşâbihât tam karşıt birer şık
olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade
ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz
konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur.
Böylece muhkemât tâbiri ilk dörde, müteşâbihât tabiri de ikinci dörde şamil
olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah
kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbâta ilişkin en büyük bir kuralı
öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda
ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün
uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk
meselelerini anlamak için bu usûl ilmi, en zarûrî bilgi şartlarındandır.

Müteşâbihât için bir de şu taksim vardır: Lafız
cihetinden müteşâbih, mânâ cihetinden müteşâbih, her iki cihetten müteşâbih.
Lafız cihetinden müteşâbih, ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır.
Tek kelimedeki müteşâbih meselâ, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya
"yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından
doğan müteşâbih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp
mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım
zarûretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşâbih
olanlar Allah'ın sıfatlarıyla âhiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi,
duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkânımız
olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz
mânâlardır. Her iki bakımdan müteşâbih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus
gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nâsih ve mensuh
gibi zaman bakımından, mekân ve âyetin nâzil olduğu toplumdaki âdet ve
gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah
katında iyilik ve sevap değildir." (2/Bakara, 189) âyetinde olduğu gibi. Bir
de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.

İşte Kitabın âyetleri böyle muhkemât ve
müteşâbihât şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da
müteşâbihât olanlar değil, muhkemâttır. Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık
olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk
alanlar, muhkemâtı bırakırlar da Kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine
düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak,
hakkı ve hakikati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak sûretiyle
doğru yoldan çıkartmak ve belâya uğratmak isterler ve onu kendi gönüllerine ve
keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun
te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'tan başka kimse
bilmez. Genel anlamda müteşâbihât içinde, özel anlamda müteşâbih olan bir kısım
vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir.
Bundan dolayı, bütün müteşâbihâtın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah
Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda gizli, meçhul bir
şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat
olan İlâhî Kitapta da hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey
kavrayamazlar." (2/Bakara, 255), "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz."
(2/Bakara, 232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller
bilgi ile ve o bilgilerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve
irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmeyenleri bilinenlere
dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre,
onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan
dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenâb-ı Hak
kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran
bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir.
Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler
haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir
şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan
insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihâta edip
boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda
yürümek de en büyük ilim, en büyük mârifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi
mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken
meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise
müteşâbihât karşısında bulunduğunu bilmektir.

Daha doğrusu, geçmişe ve geleceğe, ezele ve
ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşâbih olmak konumundan kurtulamaz.
Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şâhit olduğu ve müşâhede ettiği
kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına
doğru attığı adım bir müteşâbihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi
olan tecrübe zarûrî bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge,
sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da İlâhî
irâdeye dayanmaktadır. Binâen aleyh beşer ilminin müteşâbihâttan kurtulması
mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın irâdesini gösterecek hidâyet için bir
İlâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan İlâhî kitaplar, tamamen bu
gidişata, yani, İlâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemât ve
onun karşılığında müteşâbihât ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in
de muhkemâtı ve müteşâbihâtı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemât idi. Fakat
Tevrat'ta pek çok olan müteşâbihâtın bir kısmı, İncil'de muhkemlere ircâ
edildikten başka, daha diğer müteşâbihât gösterildiği gibi, Kur'ân'da da bütün
geçmiş kitapların müteşâbihleri muhkemâta ircâ edildi. Ayrıca derin birtakım
müteşâbihât daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten
sakındırılarak, muhkemâta ircâ metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada insanlar
için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemeyen ve Allah'ın
bilgisine havâle edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini,
muhkemâttan sonra bile gerçek anlamda müteşâbihlerin var olacağını bilmek ve
itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi
açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin değerine
ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona
zarûrî bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir.

Bunun için, İlâhî kitaplarda müteşâbihât
bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce
varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot
halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da
bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde
beşere öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık
ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer
ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere,
noksandan olgunluğa ve kemâle doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine
engel olması geleceğini iddia etmek, hâsılı İlâhî feyizde cimrilik istemek demek
olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması
gereken mesâfe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp
bitirilemeyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın
bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdirmeyip birçok yönden
gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve
ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir
noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan âhiret için istifade
ettirmemesi nasıl olur da İlâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun
olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı her şeyi halletmiş, bitirmiş
iddiasında bulunan ve müteşâbihâtın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden
ve tecrübeyi, teşâbühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik
ve ispatçılık iddiası cehâletten başka bir şey değildir. Buna karşılık,
muhkemâtı esas alan güçlü ve aydınlık bir ispat yolu ve metodu üzerinde
yürümeyip, doğrudan müteşâbihâta sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik
içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca
bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'tan başka
kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı
şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme
mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da
haddini bilmemek ve İlâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru
koşmaktır ki, bunu kalplerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık
bulunanlar yaparlar.

Esbâb-ı Nüzul'de zikredildiği üzere
hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki
"O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur" (4/Nisa,
171) müteşâbih âyetine, Allah'tan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın
doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve
hakîm hâlik ve bâri-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemâta bakmayarak,
Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahûdilerin "Elif, lâm, mîm"
gibi hurûf-ı mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek
bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyâmetin kopacağı zamanı çıkarmaya
kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya hevâ ve heveslerinden başka bir
şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi
olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek
olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan ispat yoluna yanaşmazlar ve
onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere
sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muammâ
ve müteşâbihâtta boş ve havaî şeyler ararlar; müteşâbihâtı, şüpheye basamak
yapmak için muhkemâta üstün tutarlar. Yine bunun gibi, birtakım mülhidler
(dinsizler) de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli
ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkemâtı müteşâbihâta ircâ etmeye
çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acâyip şeylerden
bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsâne gibi göstermek isterler ki,
bunlar bilinen yolda yürümekten hoşlanmazlar. Diğer bir kısmı da kendi bilgileri
her şeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya
sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik bir şey yokmuş gibi,
müteşâbihâtın hakikatini kökünden ret ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı
bir hakikat işitirse, ona hurâfe, efsâne, esâtir deyip geçerler ki, bunların
hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir.
Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten
hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri
sâyesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbâbı da şöyle
der: ‘Biz bu Kitaba inandık, muhkemi ve müteşâbihi ile hepsi Rabbimiz
katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir.' Hakikaten böyle temiz akıl, güzel
dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkıyla düşünemez, kendi
zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkemâtı esas olarak hafî,
müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşâbihâtı bile doğru dürüst te'vil
edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkemâtın mertebeleri
ile müteşâbihâtın mertebelerini seçebilen, te'vili câiz olup olmayanları
ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini
bilen, İlâhî bilgiye havâle edilmesi gerekenleri O'na havâle eden, kâmil iman
sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve
seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş râsih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak
öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşâbih hepsinin hakikatine iman ederler
ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili)

Mevdûdi diyor ki: "Sana Kitabı indiren O'dur.
Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri de
benzeşen (müteşabih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık)
çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise:
‘Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır.' derler. Temiz akıl
sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez."

"Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası
(temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir..."
Muhkem açık, kesin, yalın ve kat'î demektir.
Muhkemât ise, hiçbir belirsizlik gölgesine düşürmeksizin anlamlarını çok açık
olarak ifade eden Kur'an âyetleridir. Bu ayetler yanlış anlamaya çok az meydan
bırakacak şekilde anlamlarının çok açık ve kesin olması için böyle ifade
edilmişlerdir. Bu ayetler Kitab'ın ana prensiplerini oluştururlar; yani,
Kur'an'ın gerçekleştirmek için indirdiği amacı ancak ve ancak bu ayetler
belirler. Bunlar dünyayı İslâm'a çağırır, öğütler verir ve uyarılarda bulunur.
Yanlış inanç ve uygulamaları reddedip doğru hayat nizamını bu ayetler ortaya
koyar.

Dinin esaslarını açıklayıp, inançla ibadetleri,
görevle sorumlulukları, emir ve yasakları bunlar bildirir. Bu nedenle Hakk'ı
arayan bir kimse, kendi ihtiyaçlarına ancak bunlar cevap verebileceği için bu
ayetlere başvurmalıdır. Doğal olarak böyle bir kimse bu âyetler üzerinde duracak
ve bunlardan en fazla faydayı elde etmeye gayret edecektir.

"... diğerleri de benzeşen (müteşâbih)lerdir.
Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık
yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar."
Müteşâbihât, birden fazla anlama gelebilen ayetlerdir. Bu ayetlerin amacı evren
hakkında, onun başlangıcı ve sonu, insanın evrendeki konumu gibi konularda bir
miktar bilgi vermektir. Çünkü bu tip bilgiler, herhangi bir hayat sistemini
formüle etmede esas teşkil ederler. Hiçbir dilin, henüz insan duyuları
tarafından algılanmamış, hiçbir insan tarafından duyulmamış, koklanmamış
dokunulmamış ve tadılmamış bu doğa-üstü şeyleri ifade edecek kelime, ifade,
deyim vs. sahip olmadığı bilinen bir şeydir. Bu doğa-üstü şeylerin, insan hayatı
söz konusu edilerek anlatılmasının nedeni işte budur. Kur'an'ın insan dilinde
birden çok anlama gelebilecek müphem ifadeler kullanmasının nedeni de budur.

O halde bu ayetlerin en önemli faydasının,
kişinin gerçekliğe yaklaşmasının ve onun bu gerçekliği bu şekilde kavramasını
sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ayetlerin asıl manalarını belirlemek
için ne denli çaba sarf edilirse, o denli şüphe ve belirsizlik içine düşülür.
Bunun bir sonucu olarak kişi, gerçekliği (realite) bulmayı hiçbir zaman
başaramaz, hatta ondan uzaklaşır ve sapıklığa düşer. Bu yüzden Hakk'ı arayanlar
ve gereksiz şeylerin peşinde koşmayanlar, bu müphem ayetlerden aldıkları yalın
gerçeklik anlayışıyla yetinirler ve bu da onların Kur'an'ı anlamalarını sağlar.
Bu tür kişiler tüm dikkatlerini anlamları açık ve kesin ayetleri anlamakta
kullanırlar. Diğer taraftan gereksiz şeylerden hoşlanan ve fitne peşinde
koşanlar, zamanlarını ve enerjilerini bu anlamı belirsiz olan ayetleri
yorumlamada harcarlar.

"...Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır."
derler." Bu şöyle bir soruya neden
olabilir: Kişi müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını bilmediği halde nasıl onların
hak olduğuna inanabilir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Müteşâbih (müphem)
âyetler yorumlandığında değil, muhkem (anlamı açık ve kesin) ayetler iyice
incelendiğinde, bu inceleme, anlayışlı bir kişiyi Kur'an'ın gerçekten Allah'ın
kelâmı olduğu inancına götürür. Muhkem âyetleri inceleme, kişiyi bir kez
Kitab'ın gerçekten Allah'tan olduğu inancına götürdükten sonra, müteşâbih
âyetler onun zihninde şüphelere yol açmaz ve kişi bu ayetlerden anladığı en
basit anlamı kabul edip, ayet anlamlarında karmaşıklıklara rastlandığında ise,
bunları bir tarafa bırakır. Kılı kırk yarıp onları araştıracağına Allah'ın
Kelâmı'na bütün olarak inanır ve dikkatini daha faydalı işlere yöneltir.
(Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an)

Seyyid Kutub diyor ki: Rivâyet edildiğine göre,
Necran hıristiyanları Peygamber Efendimiz'e; "Sen Hz. İsa hakkında; ‘O, Allah'ın
kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?" demişlerdi. Bu ifade ile, onun insan
olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya
çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifâde eden, O'na
şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve
muhkem âyetleri bırakıp mecâzî ve te'vile müsâit âyetleri kendi yanlış
inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.

Yalnız, âyetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı
değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili
düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında
insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının kendi özel
vasıtalarıyla kavrama imkânı olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir
şekilde doğru olarak anlaşılma imkânı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu
âyetin kapsamı içinde yer alıyor.

Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve
kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir
türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı
gibi sem'iyâta ve gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize
Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik
etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan
gelmiştir. Onların mâhiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı
olan düşünce alanı ve kavrayış vâsıtaları ile, mümkün değildir.

İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının
sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşâbih" âyetleri
farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve
bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine binâ
edildiği apaçık muhkem âyetlerdeki ilkeleri göz ardı ederek, farklı anlamlar
yüklenebilecek müteşâbih âyetlerin ardına düşerler. Halbuki bu âyetleri tasdik
etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların
tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın
algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır. Bu âyetleri
anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne
önce ve ne de geldikten sonra ona bâtılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini
doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür...
O art niyetliler, müteşâbih âyetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşâbih
âyetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan
sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden
kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür
müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."

İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar;
elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını
kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vâsıtalarla üzerinde çalışma
yapabileceği zeminin şartlarını idrâk etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül
huzuru ve güven içinde derler ki: "Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin
katındandır."

Kitabın, Rableri katından indiğine inanmaları,
onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın
bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini
araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de
değildir. Yine insan onun mâhiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını
kavrayabilecek güce de sahip değildir.

Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından
kendilerine gelen her şeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul
etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde
varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü
onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vâsıtalarla bilgisini elde
edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.

İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek
bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin
dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu
halleriyle var olan her şeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok
olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul
ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına
izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî
ölçüleriyle(!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince,
onlar çok mütevâzîdirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan
pek çok gerçeği kavramada âciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları
gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hak ile
temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.

"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."
Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında
yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış
fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hak, birden harekete geçip ortaya çıkar ve
düşünceye yerleşir.

İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükûnet
dolu bir duâya, samimiyet dolu bir niyâza yönelerek, Allah'ın kendilerini
Hak'tan ayırmaması, hidâyete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe
bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi için
yalvarırlar.. Herkesi bir araya getirecek olan, kuşku götürmeyen günü ve asla
değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş vaadi (sözü) hatırlarlar: "Böyleleri
şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz Sen bağışı bol olansın." "Ey
Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle bir araya
getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz." (3/Âl-i İmrân, 8-9)

İşte bilgide derinleşmiş olanların Rablerine
karşı tavırları budur; ve zâten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu
tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve vaadine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun
sözüne ve vaadine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı
zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından,
imanın bir sonucu olan kalpteki takvâdan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan
kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa,
duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.

İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı
hidâyetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru
yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın,
kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre
vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrâk
eder...

Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman
sâyesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte
olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar; gölgenin
serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında
yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle
korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve
acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül
huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan
başkası onu algılayamaz!

İşte mü'minler şu sükûnet dolu duâ ile Rablerine
yönelirler: "Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma." Sapıklıktan sonra birden hidâyet ile kendilerine yönelen ve böyle
iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah'ın rahmetine tâlip olurlar:
"Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz Sen bağışı bol olansın."

Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti
ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler.
Hatta onlar kendi kalplerine bile hâkim olamazlar; o kalpler de Allah'ın
elindedir. Bundan dolayı duâ ile O'na yönelerek kurtuluş ve yardımını
esirgememesini talep ederler. Hz. Âişe, bir rivâyette diyor ki: "Rasûlullah
(s.a.s.) çoğu zaman şöyle duâ ederdi; ‘Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren
(Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.' ‘Ey Allah'ın elçisi bu
duâyı ne de çok yapıyorsun?' dedim. ‘Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki
parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse
saptırır' buyurdu."

Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir
kalp, ısrarla Allah'ın himâyesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine
bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip duâ etmekten başka
çaresi olmadığının bilincine varır! (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an)

Muhkem âyetler Kur'an'da inanılıp amele
dönüştürülmeleri istenen âyetlerdir. Müteşâbihler de inanılan ama o konuda amel
istenmeyen âyetlerdir. İmanla ilgili ama amelle ilgili olmayan, imanın konusu
ama amelin konusu olmayan ayetlerdir. Meselâ, namazı anlatan âyet bizden iki şey
ister. İman ve amel. Namaza iman edeceğiz ve namazı ikame edeceğiz. Ama meselâ
Cennet, Cehennem, Melek, Cin, Ruh, Âhiret, Sırat, Arş, Kürsi, Yedullah, İstivâ,
Allah'ın sıfatları gibi sınırlarını çizme imkânımız olmayan, hafsalamızın
almayacağı konuları anlatan âyetler bizden sadece iman isterler, amel
istemezler. Bizden sadece iman etmemiz istenen kitabımızın bu müteşâbihlerini
muhkemlere havâle ederek anlamak durumundayız. Muhkemler müteşâbihlerin
müfessiridirler. Muhkemler müteşâbihler için bize bir çerçeve çizerler, biz
onları bu çerçeve içinde anlamaya çalışırız ve de anlayabildiğimiz kadarıyla
iman ederiz.

Veya bir başka mânâyla, muhkem bir kitabın
âyetleridir bu âyetler. Semâvât gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, Allah
tarafından sağlamlaştırılmış, asla birileri tarafından yıkılamayacak muhkem
varlıklar gibi bu kitabın âyetleri de tahkim edilmiş sağlamlaştırılmıştır. Hiç
kimse ona müdâhale edemez, hiç kimse onu iptal edemez, hiç kimse onun âyetlerini
kaldıramaz, hiç kimse onun yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem, ondan
daha güzel bir yasa koyamaz. Böyl,e Allah tarafından tahkim edilmiş
sağlamlaştırılmış kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz'dan dünyaya yansıyan
bir kitabın âyetleridir bunlar.

Veya, bir başka mânâsıyla; hayata hâkim olan,
hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın âyetleridir bunlar.
Zira Kur'an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü
konusunda, hayır-şer konusunda, hak-bâtıl konusunda, adâlet-zulüm konusunda,
iman-küfür konusunda, Cennet-Cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hâkim,
tek kıstas bu kitaptır. Kâinatta neler olacağı, insanların başlarına nelerin
geleceği gibi konularda bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse, onlar
mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan
bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir
Allah'tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve
hayata hâkim olan bir kitaptır bu kitap.

Aynı zamanda, zaman içinde değeri, hükümleri,
yasaları pörsüyüp eskiyip aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap.
Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın kendisini
eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek
harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip bozamayacağı, kalpte
olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz'dan dünya âlemine yansıyan bir yazgının
âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini
çözebilecek bir kitabın muhkem ve müteşâbih âyetleridir bunlar. Ama; kalplerinde
eğrilik bulunanlar, kalpleri yamuk olanlar aslında kul olarak Allah'ın kitabının
muhkemlerine, müteşâbihlerine, "inanın" dediklerine, "amel edin" dediklerine,
"iman edin" denilene, "amele dönüştürün" denilene, "kabul edin" denilene,
"uygulayın" denilene, tümüyle kitabın âyetlerine, Allah'ın buyruklarına hemen
boyun büküp teslim olmaları gerekirken, "tamam yâ Rabbi! Anladım yâ Rabbi!
İnandım yâ Rabbi! Teslim oldum yâ Rabbi! Uygulamaya başlıyorum yâ Rabbi!
Başüstüne yâ Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi!" diyecek yerde; alçaklar, fitne
çıkarmak, Allah'ın âyetlerini kendilerine göre yorumlamak, dini kendi hevâ ve
heveslerine uydurmak, Allah'ın dinini din olmaktan çıkarmak için onların çeşitli
anlamlı olanlarına, birden çok yorumlanma imkânı olanlarına uyarlar, müteşâbih
âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Allah'ın âyetleri çok açıktır. Böyle
yamukluğa yönelmeden samimiyetle, kulluk ve teslimiyet mantığı içinde ona
başvuran herkese Allah'ın kitabı "hüden"dir, açıktır. Ama Kur'an'ın başka
yerlerinde görüyoruz ki, Rabbimizin bir hikmeti ve biz kulların da imtihanı
sebebiyle, Rabbimiz kitabında öyle âyetler indirmiş ki, o âyetleri bizim
hafsalamızın alması, duyularımızla algılamamız mümkün değildir. Tabii ilmi tam
olan, ilmi eksiksiz olan ve ilmiyle herşeyi kuşatmış olan Allah'tan gelme bir
kitabın âyetlerinin tamamının künhüne vâkıf olmamız mümkün olmayacaktır. Onun
içindir ki, bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz zâten bu âyetlerin künhüne
ulaşmamızı da istemiyor bizden. Sadece "böylece iman edin" diyor. İşte Cennet,
İşte Cehennem, işte Zülkarneyn (a.s.), işte Nuh (a.s.), işte Ye'cüc ve Me'cüc...
Bunları bilmeniz mümkün değildir; bildiniz mi zâten imtihanın mânâsı kalmaz.
Ama, işte size bir namaz, işte abdest, işte oruç, işte zinâ yasağı, işte fâiz
yasağı. Bunları bilin, anlayın, iman edin ve amele dönüştürün diyor. İşte,
Rabbimiz böylece âyetlerinin kimilerini sadece imanın konusu olarak, kimilerini
amelin konusu olarak, kimilerini kabulün konusu olarak, kimilerini uygulamanın,
pratiğin konusu olarak kabul edin, diyor. Bizler kul olarak, bilgisi sınırlı
varlıklar olarak hiçbir fitne yoluna yönelmeyerek, hiçbir eğriliğe, sapıklığa,
yamukluğa meyletmeyerek Rabbimizin kitabındaki bu âyetlerinin tamamını
kabullenmek tamamına inanıp teslim olmak zorundayız. Hal böyleyken kimileri
Allah'ın dinini bozmak için, Allah'ın âyetlerini tahrif etmek için, kitabın
âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine göre yorumlayarak kendisini, kendi
anlayışını, kendi hayatını din haline getirmek istiyorlar. Farklı anlamlara
gelebilecek, yani şu anda somut olarak insanların gözleri önüne konulabilmeleri
mümkün olmayan, gayba ait olan, bilinmesi mümkün olmayan, sadece imanın konusu
olan âyetleri, o âyetlere bir çerçeve çizen, o âyetlerin anlaşılmasında temel
kriter olan öteki muhkemleri aşarak, Allah'ın murâdını taşarak Allah'ın
istemediği bir hayata ruhsat çıkarmak üzerine farklı yorumlama kavgası
veriyorlar. Bunların bu tür âyetleri tefsirde söz sahibi olan muhkemlerden
nasipleri yoktur. Ya da kimileri bile bile yapıyorlar bu işi.

Yani Kur'an'ın amele yönelik âyetlerini,
muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest
abdesttir, namaz namazdır zâten. Ama, bunun dışındaki konuları öyle
karıştırıyorlar ki, hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya
çalışıyorlar. Meselâ, kimileri önce kendilerini Allah bana önce şunu
anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur'an'a
başvururlar. Yani şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu.
Peki, niye yaparlar insanlar bunu? Yani neyi hedeflerler bununla? Ya kendi
anlayışlarını, kendi dünya görüşlerini desteklemek için yaparlar bunu, Veya
aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalıştıkları için böyle yaparlar.
Meselâ, adam demokratiktir, laiktir ama müslümanlığı da elden bırakmamak
çabasındadır. Veya feministtir, ırkçıdır, pragmatisttir, faydacıdır veya
hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları! İnsan sevgisi! filan diyordur.
Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu Kur'an'ın da desteklemesi
gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başkasını emredecek değildir elbette,
diyordur ve Kur'an'a işte bu duyguyla mürâcaat etmektedir ve Allah'ın âyetlerine
kendi fikrini söyletmek istemektedir. Yani âyetleri kendi hevâ ve hevesine göre
yorumlamaktadır. Halbuki; "Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir."
Evet, evet, bu kitabın haber verdiği geçmişle ilgili, gelecekle ilgili,
yarınlarla ilgili, gaybla ilgili her şeyi bilen Allah'tır. Her şeyin arka
planını, perde arkasını bilen sadece Allah'tır. Herşeyin künhünü bilen sadece
Allah'tır. Evveli, evvelin evvelini, ezeli, ezelin ezelini, Cenneti, Cennet
hayatını, Cennetteki hûrileri, gılmanları, ırmakları, köşkleri, Cehennemi,
Cehenemdeki azâbı, Cehennemin zebânîlerini, Cehennemin Ğassâkını, Hamîmini,
Arşı, Arşı taşıyan, Arşı yüklenen Melekleri, Kürsiyi, yedi kat semâyı... biz
nereden bilebileceğiz? Bunları bilen sadece Allah'tır. Bütün bu konularda kim ne
söz edebilecek? Evet, bütün bunları bilen sadece Allah'tır.

İlimde derinleşmiş olanlar, vahiy bilgisine,
kitap ve sünnet bilgisine sahip olanlar, Allah'ın kendilerine açtığı vahiy
bilgisini kullukta kullananlar, Allah bilgisiyle kulluk bilincine erenler, kitap
bilgisiyle Rablerini tanıyanlar, Rableri karşısında acziyetlerinin şuûruna
erenler de derler ki: Biz O'na inandık. Biz Allah'a ve Ondan gelen kulluk
programımız kitaba inandık. Bu kitabın, bu âyetlerin hepsi Rabbimizin
katındandır. Bu kitabın muhkem-müteşâbih tüm âyetlerinin, olduğu gibi Rabbimiz
katından geldiğini kabul ettik. Kabul ettik ve ona sahiplendik. Bu kitap bizim
kitabımız dedik, bağrımıza, başımıza bastık ve gücümüz nisbetinde onu okumaya,
anlamaya, anlatmaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Rabbimizin bu kitap içinde inanın
dediklerine iman ediyor, anlayın dediklerini anlamaya çalışıyor, uygulayın
dediklerini uygulamaya gayret ediyor, kaçının dediklerinden kaçınıyor,
haramlarını haram, helâllerini helâl biliyor, ama bunları sadece söz planında
bırakmayarak helâllerini yapmak ve haramlarından da kaçınmak üzere biz bu kitaba
iman ediyoruz, derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler. Ve işte
mü'minlerin özellikleri de bunlardır. Böyle bir özelliğe de ancak akıl sahipleri
ulaşabilir. Bakın Rabbimizin "râsihûn" diye târif buyurduğu, vahiy
bilgisine sahip olan, Allah'la yol bulan, Allah bilgisiyle hidâyete ulaşan bu
akıllılar Rablerine şöyle duâ edip yalvarırlar: "Rabbimiz! Bizi doğru yola
erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz
Sen sonsuz bağışta bulunansın."

Rabbimiz, ey bizim Rabbimiz, bize hidâyet
ettikten sonra, bizi hidâyete ulaştırdıktan, bize hidâyet yolunu gösterdikten,
bizim hidâyetmizi onayladıktan sonra kalplerimizi eğriltme. Yâ Rabbi, kitabınla,
kitabının pratiği olan peygamberinin örnekliliğiyle bizi sırât-ı müstakîme
ilettikten sonra, biz müslüman olduktan sonra, bizim ayaklarımızı kaydırıp
kalplerimizi eğriltip yamultma.

Evet, burada, mü'minlerin tıpkı günde en az kırk
defa Fâtiha'daki yaptıkları duânın aynısını tekrarladıkları anlatılıyor.
Fâtiha'da da öyle diyorduk, değil mi? Yâ Rabbi bize dosdoğru yolunu göster. Bizi
İslâm yoluna, sırât-ı müstakîme hidâyet et. O yolu bulamamışsak bize göster,
bulmuşsak o yolda sâbit kadem kıl. Sakın bizi bizden önceki Hıristiyan ve
Yahûdilerin, şu veya bu şekilde Senin dosdoğru yolundan sapıp gidenlerin
küfürlerine, şirklerine meylettirme yâ Rabbi. Bizi onların durumuna düşürme yâ
Rabbi. Yani kitabını, hidâyetini dinlemek, anlamak ve tâbî olmak için
kendilerine verdiğin kalplerini, kulaklarını, gözlerini kullanmadan yana
olmadıkları için kalplerine mühür vurduklarından eyleme bizi yâ Rabbi. Kendi
bâtıl tercihlerini onayladıklarından eyleme bizi. Ayaklarımızı kaydırma,
kalplerimizi yamultma.

Ve katından bize rahmet ver ey Rabbimiz. Bize
katından rahmet gönder ve bizi Senin katından gelen rahmetten mahrum bırakma.
Bizi dininden, bizi kitabından, bizi peygamberinden mahrum etme yâ Rabbi. Çünkü
Senden gelen rahmet bunlardır. Evet kitap rahmettir, din rahmettir, peygamber
rahmettir. Kur'an Rabbimizin rahmetidir. Rahman olan Allah bize rahmeti gereği
Kur'an'ı göndermiştir. Kitabın indirilmesi mahzâ Rabbimizin rahmetinin eseridir.
Peygamberlerin gönderilmesi mahzâ Rabbimizin rahmetidir. Rabbimiz kullarını
karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için kitabını
göndermiştir. Hakkı-bâtılı, hidâyeti-dalâleti, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri
için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını
bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi, onları kendi
bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık?

Öyleyse Kur'anla beraber olan, Kur'anla hareket
eden kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasûlullah rahmeten li'l-âlemîndir. Tüm
âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse böyle rahmet kaynağı bir elçiyle
beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o rahmetten istifâde etmesini bilen
kişilere Allah merhamet edecektir. Yani, anlıyoruz ki, sadece Allah'ın merhamet
buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki acaba Allah kimlere merhamet eder?
Şunu Kur'an'dan kesin olarak biliyoruz ki, Allah kâfirlere ve müşriklere
merhamet etmeyecektir. Yeryüzünde Allah'ın rahmetinden istifâde etmeyi
istemeyenlere Allah rahmet etmeyecektir. Allah'ın mü'min kulları bu kapılardan
istifâde etmişler, ama kâfirler, müşrikler Rablerinin kendileri için açtığı bu
rahmet kapılarından istifâde etmeyi istememişlerdir. İşte Allah'ın kendileri
için açtığı bu rahmet kapılarından istifâde edip Allah'ın istediği şekilde bir
hayat yaşayarak bu rahmete hak kazanan mü'minlere merhamet ederken, Rabbımız bu
rahmete karşı nötr davranan kâfirlere de merhamet etmeyecektir. (Ali Küçük)

Metafizik konularla ilgili olmadıkları halde,
kasdı ve ifâde tarzı tamamıyla teşbihi (allegorical) olan birçok Kur'an pasajını
da dikkate almak gerekir. Bu şekildeki müteşâbihatın (allegory) mâhiyeti ve
fonksi­yonuna gerekli dikkat gösterilmeden müteşâbih konusunun doğru şekilde
anlaşılması mümkün olamaz. Gerçek bir müteşâbihat, -doğrudan terimlerle aynı
kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden
farklı olarak- karmaşıklığından dolayı, doğrudan terimler, yahut önermelerle
yeterli biçimde ifâde edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir
"ifâdeler" serisi olarak değil de, genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi
yoluyla kavranabilen şeyleri mecâzî bir şekilde ifâde etmeyi kapsar.
"Allah'tan başka kimse müteşâbihin nihâî anlamını bilemez" ibâresinin anlamı
da budur. (Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı)

Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4,
s. 261-262

M. Said Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4,
s. 402

Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, Müteşabihat Konusundaki
Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım Önerisi, 1. Kur'an
Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. Ank. 1994

Ömer Mahir Alper, Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve
Müteşabih, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36

Ahmet Baydar, Modernleşme Sürecinde Kur'an ve
Müteşâbihler, Beyan Y.