Fecir | Konular | Kitaplar

57) Muhabbetullah

57




57)
Muhabbetullah:
 

Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin,
zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah'a meyletmesidir. Sevginin meydana
gelmesinde ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah'ın künhünü (nitelik ve
niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının kendini vasıflandırdığı
kadarıyla da olsa O'nu tanımak, O'na inanmayı ve sevmeyi gerektirir. İslâm
düşünürü İmam Gazâlî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:



1)
İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğunu,
kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu durum, insanı Allah'ı
sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbını bilen, varlığının devam ve kemâlinin
kendinden değil; Allah'tan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan,
kemâl sıfatlarını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma
sebeplerini yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah'tır. Yoksa,
insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli olabilir. Varlıklar
arasında kendi kendine var olan yalnız Allah'tır. O'ndan başka her şey, O'nun
kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından meydana gelen kendi zâtını seven bir
ârif, onu meydana getireni ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve
bizâtihî kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O'nu sevmemesi,
kendine ve Rabbına olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet, mârifetin
meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet (Allah'ı tanıma) olmazsa
muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Bunun için
Hasan-ı Basrî: "Rabbını bilen O'nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder"
demiştir.

2)
İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşan,
kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisine, ailesine,
çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda bulunanı sever. Bu sevgi, Allah'ı sevmeyi
gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah'tır.
Bunlara ilâveten insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah'tır.

"Allah'ın verdiği nimetleri sayacak
olsanız, sayıp bitiremezsiniz."
(Nahl: 16/18).

Çok kere Allah'ın nimetleri bir insan
kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek sahibi ise Allah'tır. Ayrıca
iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun
kudret ve irâdesini o adama nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O'nu
da diğerine karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah'tır. Allah'ın bu sebepleri
onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı olmasını
bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın da muhâlefet etme imkânı
kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan, onu bu işe mecbur edendir. Onun eli
ise ihsânı yapmakta bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni
sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah'ı sevmeyi gerektirir.

3)
İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever,
yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa bile adâleti ve insanlara
merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle tanınan bir idâreci insanların
sevgisini kazanırken, bunun zıddına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir
yönetici de nefret kazanır. Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden
sevmektir. Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü sebep
de yalnız Allah'ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından, önce bütün
mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını tamamladığı gibi,
zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet
ve refaha kavuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve
ziynetlerle onları güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî
güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu yönüyle
de sevilmeye en lâyık olandır.

4)
Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız güzelliğinden ve
kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir
noksanlıktır. Noksanlık Allah'a yakışmaz. Allah'ın her sıfatı kemâl
noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli, cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile
diğer insanlar tarafından sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel
sıfatlardır. Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah'ın aynı kemâl
sıfatlarıyla mukayese dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Halbuki bu
sıfatları da insana bahşeden yine Allah'tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak
kazanan bir varlığa mukabil Allah'ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah
herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı,
dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına
muhtaç olmayan, fazl, celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şayet ilminden
dolayı bir âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir
kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından dolayı bir
varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah'ta
vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok sevilmeye lâyık olan yine
Allah'tır.

5)
İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir. Aynı cinsler
birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne
kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu değilse de, kul ile Allah arasında gizli
bir münâsebet vardır. İnsanın, Allah'ın güzel vasıflarıyla vasıflanması
emredilir: "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın" gibi. Bu ahlâk da ilim,
iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt
verip doğru  yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri dînî
faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münâsebetler de
vardır. "Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde..." (Hıcr: 15/29). Bu üstün
münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle emrolunmuşlardır. Yine
insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde halîfe[1]
olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın Allah'ı sevmesini
gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında kul Allah'ı, O'ndan gelecek bir
nimet karşılığı değil; O yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O'nu sevmenin
ilk alâmeti O'na inanmak ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir.



"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana (Hz.
Muhammed'e) uyun ki Allah da sizi sevsin..."
(Âl-i İmrân: 3/31).

Bu âyet, Allah'ı sevmenin ve Allah
tarafından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber'e mutlak itaati öngörüyor.



Hz. Muhammed (s.a.s.)'e itaat, esasta onu
elçi olarak gönderen Allah'a itaattir. Ona isyan ise Allah'a isyandır. İsyan ile
sevgi bir arada bulunamaz. Allah'ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi
gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek
küfürdür. Hıristiyanlar Hz. İsa'yı Allah gibi, Allah'ı sever gibi sevdiklerinden
küfre girmişlerdir.
"İnsanlardan bazıları,
Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever
gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok
daha fazladır..." (Bakara: 2/165).
Allah'ı sevmenin ve Allah
tarafından sevilmenin özelliği; O'na iman, mü'minlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve
İslâm'ından dolayı kınayıcının kınamasından korkmamaktır.[2]
Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz:
"De ki: 'Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar,
kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan,
Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini
getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." (Tevbe:
9/24)
Allah'ı sevmek, zamanla O'nun
tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah'ın sevdiği kullar ise âhiretin
korku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur.
"İyi bil ki Allah'ın
dostlarına/sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus:
10/62).
Kul, sevgisiyle Allah'a itaat
eder, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah'a mânevî yakınlık
kazanmaya çalışır. Nihayet İlâhî lütuf ile Allah'ın sevgisine lâyık olur. Eşyaya
benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu sevdi mi onun gören gözü, işiten
kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah'ın görmesini istediği
şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar...
Daha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip
eder.
Allah sevgisinin, diğer
mahlûkatı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve
dünya nimetleri de sevilir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün
olmamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ıstırap
kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan
ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah'a ve âhirete inanmayan ve hayat olarak
sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü
inkâr, Allah'ı ve âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden
ayrılma ve ıstırap kaynağı olan ölüm, mü'min için sevdiğine kavuşma ânıdır.
İman; sadece mârifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır.
Allah'ı ve Rasûlullah'ı her şeyden daha çok sevmek, mü'minin imanının kemâlini
gösterir.
"Nefsim hâriç, seni her şeyden
daha çok seviyorum ya Rasûlallah!" diyen Hz. Ömer'e, Peygamberimiz (s.a.s.):
"Beni nefsinden/kendinden de
çok sevmedikçe kâmil mü'min olamazsın, ey Ömer!" demişti. Hz. Ömer de:
"Seni kendimden de çok
seviyorum ey Allah'ın Rasûlü" deyince Peygamber Efendimiz
"Şimdi oldu ey Ömer!"
buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi
Peygamber'i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah'ın elçisi olduğu içindir, yani
Allah onu sevdiği içindir. Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî
yardımda bulunmak üzere herşeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir'e Peygamberimiz: 
"Geride  ailene ne
bıraktın?" diye sorunca,
"Allah ve Rasûlünün sevgisini
bıraktım, ey Allah'ın Rasûlü" diyerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının
numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım, Seni sevmeyi ve
Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip
et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk
sudan bana daha sevimli kıl."[3]

 

 



[1]
Bakara: 2/30.





[2]
Mâide: 5/54.



[3]
Tirmizî, Deavât 72, 73. Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/119-121.