Fecir | Konular | Kitaplar

4) Iskat-ı Savm

4

4) Iskat-ı Savm:

Iskat-ı savm, birinin
sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfî edilmesi,
düşürülmesi anlamına gelmektedir.
İbâdetler, anlam ve amaç
yönüyle, öncelikle bireysel/kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak
niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini, her alanda olduğu gibi,
ibâdetlerin îfâsında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas
almış; bu ilkenin gereği olarak, ibâdetin îfâsında sıkıntı doğuracak durumlar
için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibâdetin öngörülen ilk ve aslî biçimiyle
yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfî mekanizmaları ve nâdiren de
olsa alternatif îfâ biçimleri önermiştir. Bazı istisnâî durumlarda niyâbete izin
verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibâdet içeriğinin dışında kalan
başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibâdetlerin özellikle ve sadece
mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.
Esâsen, tekrar sağlığına
kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler
için âyette önerilen fidye yoluyla telâfî şekli, sonraları hükmün konuluş
amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından
ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.
Fidye hükmü, ilk olarak bir
mâzeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ etmeden ölen kimseleri içine
alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi
câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakîhler kazâ
etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden önce orucu kazâ etme
imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle
tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi
fakîhler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli
hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vâcip
görmüşse de, fakîhlerin çoğunluğu mâzeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin
ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği
görüşündedir. İmkân bulduğu halde orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında
ise, fakîhlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her
bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin (İbn Mâce, Sıyâm 50;
Tirmizî, Savm 23) genel ifâdesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini
gerekli görürler.
Bir grup fakîh de, Hz.
Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velîsinin oruç tutmasını tavsiye
etmesini veya buna izin vermesini (Buhârî, Savm 42; Müslim, Sıyâm 152; Ebû Dâvud,
Savm 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının câiz
olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil; vâcip olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Fakîhlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden
hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı
yönündeki sahâbî görüşlerini (Muvattâ, Savm 43) esas alarak ve namaz, oruç gibi
bedenî ibâdetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonra-
niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının
veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir.
Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifâdesiyle oruç yerine geçecek olan
fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere fakîhlerin bir
kesimi de bu istisnâî hükmün Ramazan orucu için değil de; ölenin adayıp da
yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.
Mükellefin oruç borcunun
vefâtından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün,
sürekli mâzereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mâzeteri sebebiyle oruç
tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla
sınırlı kalması beklenirken; hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen,
fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir
yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da
etmemiş kimse adına vefâtından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin
oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama
alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç
tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefât etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği
için, mâzerete binâen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyâsen bu kimse adına da
fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine
sahiptir.
Hanefî kaynaklarında, İmam
Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye
vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivâyet
edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam
Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş
bir yoruma tâbi tutulup kasten terkedilen ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her
türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak
kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun
olmasın üçüncü şahıslarında da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği
görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibarıyla, âyette sadece
oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mâzeret sahibi kimseler için öngörülen fidye
yoluyla telâfî mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mâzeretli veya
mâzeretsiz olarak orucu terkedip, kazâ etmeden ölen herkese teşmil edilmiştir.
Her ne kadar içerisinde mâsum
ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı
salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça
geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibâdetlerin aslî fonksiyonlarının göz
ardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan
kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesâbesindedir. Ruhun Allah'a
yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip isbat etmesine
katkı sağlayan ve insan için daha birçok mânevî ve derûnî yararlar içeren
ibâdetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibâdetlerin
ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibâdetleri îfâda
tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.
Vefat eden
kimsenin yakınlarının müteveffânın uhrevî mes'ûliyetini azaltacak bir şeyler
yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin
doğru kanalize edilerek şâri' tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak
biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri', mevcut biçimlerin saptırılması
neticesinde oluşan biçimlere göre değil; kendi önerdiği ölçülere göre
davranılmasını ister.[1]



[1]
Y. Apaydın, a.g.e. s. 384 vd.