Fecir | Konular | Kitaplar

Putperestlik

Putperestlik



Putperestlik:



 

İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken
ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir
mahlûku ma'bûd kabul ederek ona yöneltmeleri hali. Put, âyet ve hadislerde
"sanem" ve "vesen" şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm/putlar", "sanem"
kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini;
"Allah'tan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin
taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel
olan tüm tâğutlar mânâsınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel
olan ve bu mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen
putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da,
onlardan hiçbir farkları kalmaz.

Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: "Vesen" ile
"sanem" arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi
taştan, ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir
ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet olunur.
Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime
arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve
birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.

Allah Teâlâ insanlığın babası Adem (a.s.)'i eşi
ile birlikte yeryüzüne indirdikten sonra, Adem'in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk
nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma'buda tâbi olarak, doğruluk ve
istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların
ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte
hak kitaplar indirdi" (2/Bakara, 213). İbn Abas (r.a.)'dan rivâyet edilen
bir hadiste şöyle denilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu
zaman içinde insanlar Allah'ın şeriati üzerinde idiler. İhtilâfa düştükleri anda
Allah müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi" (İbn Cerir
et-Taberî, Tefsir, 2/194). İkrime'den nakledilen diğer bir hadiste de; Âdem'le
Nûh arasında herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır vardır" (a.g.e, 29/162)
denilmektedir.

Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı.
Onları kâfirler ve mü'minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam
etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum yapıncaya
kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır;
"İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr
putlarından asla vazgeçmeyin' dediler" (71/Nûh, 23). İbn Abbas şöyle
demektedir: "Bu isimler Nûh kavminin sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar
öldüklerinde şeytan bu kavme, oturdukları yerlere onların hatırasını canlı
tutmak için putlarını dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara
hiçbir zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş
gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar." (Buhârî, Tefsir 71)

Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse
Amr bin Luheyy'dir. Rasûlullah (s.a.s.); "Amr İbn Âmir el-Huzâ'îyi Cehennemde
bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır"
(Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9) demiştir.

Başka bir rivâyette de; "Arapları putlara
tapmaya yönelten ilk kimsedir" (Ahmed İbn Hanbel, III/353) denilmektedir.
Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri, sığındıkları, kurban kestikleri,
şefaat diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği gibi; Lât, Sakif
kabilesinden yağla kavut'u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına bir
put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'yi fethettiğinde, Beytullah'ın
etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah (s.a.s.), yayının ucuyla bu
putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra
da Lât'ın dışarı çıkarılmasını ve yakılmasını emretti.

Bu putların aslının bazı sâlih ve veli
kimselerinin sûretleri olduğu ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah'ın
indinde büyük bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ
ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ,
ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor, hidâyet
ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu. Onlar bu putları o
sâlih kimselerin hâtıralarını canlı tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını
daha bir şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu
sâlih kimselere tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara
değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken onların
meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir. Bu müşrikler,
tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne
inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu durumlarını hikâye ederek şöyle
buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri
yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete âmâde kılan kimdir?' diye sorsan, mutlaka;
‘Allah'tır' derler." (29/Ankebût,
61); "Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne
öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?' diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır'
derler" (29/Ankebût, 63). Kur'ân-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur.
Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi: "Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik
(ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye
mâliksin" (Müslim, Hacc 3/22).

İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir:
"Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya
Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının
giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri bir ibâdet olmuş
oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının giderilmesini taleb etmeleri, onda
bir ilâhlık bulunduğuna inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki
onlar; "Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a yaklaştırıyor"
(39/Zümer, 3) derler.

Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla
yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve ümit,
kurban adama, namaz, duâ vb. İbâdet türlerinin tamamında hiç bir şeyi ortak
koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden
herhangi birinde melek, nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir
kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat, ibâdet
ve şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah'tan başkasına duâ etmenin ve bir şey
istemenin ne anlama geldiğini bilirler.

Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara
ibâdet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça
ortaya koydular ve Allah'tan başkasına tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş
müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini bilmediklerinden;
velilere, sâlih kimselere ve nebilere, tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları
halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun
sebebi, onların bu yaptıklarını "ibâdet" olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca
ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle
yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli
imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Câhil ve bayağı insanlara dinî
sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca, şerîatın koymuş olduğu prensiplerden yüz
çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler.
Bu onlara çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş olurlar"
diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma göre onlar kabirlere tazim etmek,
şeriatin nehyettiği halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve
özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, "ey mevlâm
benim için şunu şunu yap" şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi
dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular atmak, sırf onları
ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile kâfir olmaktadırlar".

İbrâhim (a.s.)'ın kavmi yıldızlara tapınmakta
idi. Onların inançları şöyleydi: "Âlem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden,
bir varlık vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce varlığına
ulaşmaktaki aczimizin bilincinde olmaktır. O'na ancak, O'nun yakınları olan
aracılarla yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil, hal ve cevher olarak takdis
edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad etmede, yaratmada ve işleri bir halden
diğer hâle sokmada, yaratıkları başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan
aracılar bu kimselerdir.

Onlar bu işleri yüce, mukaddes, İlâhî zattan
dileyerek aldıkları kuvveti, süflî varlıklar üzerine yayarak yerine getirirler;
yedi gezegenin yörüngeleri içerisindeki hareketlerini düzenlerler. Bu
gezegenlerden her biri bu ruhanîlerden birinin heykelidir. Yani her ruhânî için
bir heykel vardır ve her heykelin de bir gök tabakası vardır. Ruhanînin bir
heykel'e nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Yani o ruh onun rabbidir.
İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak aracının görülüyor olması kaçınılmazdır ki,
ona yönelmek ve ona yaklaşmak ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin". Böylece
onlar yedi gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar; onların menzillerini,
doğuş ve batış yerlerini iyice öğrendiler; gündüzleri, geceleri ve saatleri ona
göre bir taksimata tabi tuttular; her heykel için özel bir efsun yaptılar; bir
takım efsunlu sözler ve duâlar öğrendiler; ayrıca her gezegen için bir gün tayin
ettiler. Meselâ, Zühal için cumartesi gibi... Bu günde befirli bir saati
gözetleyerek o saatte bu gezegenin hey'eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış
duâlarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o heykele
ait duâlarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını gidermesini istiyorlardı. Bu, diğer
gezegenler için de aynı şekilde tekrarlanıyordu. Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve
rabler olarak adlandırmakta idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların ilâhı
idi. Onlar, heykellere yaklaşarak ruhanilere yaklaşmış oluyor; ruhanilere
yaklaşmakla da Allah Teâlâ'ya yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.

Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf şeyler
ürettiler. Bunlar, sihir ve kehanet kitaplarında zikredilen tılsımlar, efsunlar
ve insanların yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların tamamı üzerinde tam
bir bilgi sahibiydiler.

Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi:
"Kendisiyle tevessülde bulunulan bir aracının, kendisiyle şefâat dilenilen bir
şefâatçinin ve ruhanîlerin varlığı kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır
ve biz onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri olmadan onlara
yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller (yıldızlar) bazı vakitler görülür,
diğer bazı vakitlerde de gözükmezler. Çünkü onlar doğarlar ve batarlar.
Dolayısıyla bizim için yaklaşma olayı tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların
putlarını sürekli gözümüzün önünde olacak şekilde dikmemiz kaçınılmazdır.
Böylece biz onlara bağlanır, onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle de
ruhanîlere yaklaşmış oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar vasıtasıyla Allah
Teâlâya yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için onlara ibâdet ederiz; onlar
bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar yedi heykeli temsil eden, insan
sûretinde putlar edindiler. Her put bir heykel (gezegen)'e karşılıktı. Bunun
için onları heykel'in aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar yaptılar,
bekçilik ve hizmetçilik gibi görevler ihdas ettiler; onlara ibâdet kastıyla
ziyaretlerde bulundular ve onlar için kurban kestiler. Bu putperestlikler eski
çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda da sürekli var olmuştur.

Bunların bir grubu güneşe taparlardı.
Şeriatleri, ona tapınma üzerine kurulmuştur. Onlar güneş için bir put
edinmişlerdir. Onun bir elinde ateş renginde bir maden parçası vardır. Adına
inşa ettikleri bir de özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve onu
bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mâbede gelerek tapınıyor, duâ ediyor,
dilekte bulunuyorlar. Güneş doğduğu vakit hepsi secdeye kapanıyorlar. Aynı
şekilde öğlen vakti tepe noktasına geldiği ve akşam battığı vakit de secdeye
gidiyorlar. Bu üç vakitte tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile
harekete geçiriyor. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.s.), görünüş itibariyle
olsa bile, kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan kaçınılmasını
emretmiştir.

Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri Zuhal
gezegenine ve başkaları da buna benzer şeylere tapınıyorlardı. Putların
yapılmasının asıl sebebi, ilâhlarının ortada olmayışıdır. Böylece, onun şeklinde
ve görünüşünde bir put yaparak onu ilâhlarının vekili ve makamım dolduran varlık
olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse eliyle yaptığı tahtadan veya taştan
bir nesnenin ilâh olamayacağını bilir.

Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin
çeşitlerindendir. Cenab-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini
yasaklamış, bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer
olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde mezarların
bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram, Arapça "tekrarlama, geri
dönme" (el-Muâvede) ve alışkanlık haline getirme (el-İ'tiyâd) kelimelerinden
alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma
yeri olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer
olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam
etmek, toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp
koymak ve buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün bunlar Rasûlullah
(s.a.s.)'ın ümmetine, önceki kavimleri helâk eden şirke düşmelerini önlemek için
bir rahmettir. Bir çok ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe)
görülmekte; insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara
yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları ibâdetleri
orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte,
çoğunluğu ise namazın bereketini onların yanında dilemekte, mescidlerde
yapmadıkları duâ ve niyazları yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put
edinmek ve Allah'dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!" (Muvatta,
Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246).

Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin
kabirlerini mescidler edindiler." Âişe (r. Anhâ), "Eğer bu (endişe)
olmasaydı, Peygamber (s.a.s.)' in kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir
(Müslim, Mesacid, III).

Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının
ekilmesini önlemek içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları
put edinmenin Allah'dan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.

Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap
toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler
altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış
heykel önünde eğilmek ve ona tazim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük
bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları
putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür
putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin
arkasına gizlendikleri birer işaret ve alametten başka bir şey değildir. Yoksa
putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri
değildir. Allah'ın dışında tapınılan herşey puttur. "Allah"ı bırakıp da
kendilerine kıyamete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık
kimdir?" (46/Ahkaf, 5). Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın,
O'ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına
duâ edip bir şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle
ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a şirk
koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve yerde bütün otorite ve
yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma O'na mahsustur; bütün nimetler
O'nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve
çare O'nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na itaat
etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O'ndan başka ilâh yoktur.
Kur'ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun
karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet
kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk
etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını tanrı kabul
etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O'ndan başkasına
tapılmamasına çağırıyor: "Andolsun ki, biz her ümmete, Allah'a kulluk edin,
putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik..." (16/Nahl, 36).[1]

Aslında insanların Allah'tan başka bir puta
tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle,
Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her
devirde aynıdır. Bu mantık, Allah'ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh
olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne
kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah
olduğunu kabul etseler de,  O'nun  tasarruflarında  ortak  anıyorlar, dünya ile
ilgili işlerde Allah'ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde
şirkin aldığı görünüm budur.        

Tekrra edelim: Put, kişinin Allah'ın dışında
hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın
amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer
hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah'a isyana sevkederse, yerine göre 
makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put
olabilir.   

Kur'ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ,
insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır."O ancak tek bir ilâhtır.
Doğrusu ben O'na ortak koşmanızdan masumum, de." (6/En'âm, 19)

Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık
taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani
Bel'amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade,
zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu
kanunlarla  -Allah'ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen - yaşayan halk
yığınlarından meydana gelir.                                         



Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah'a değil de
kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın,
yalnız Allah'a İbâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler.
Çünkü, Allah'ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk 
ise  nefsini  ilâh  edinenlerin,   insanları   kendilerine   kul etmeleri ve
sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini
ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının
haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları
ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler.
Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Allah'ın halili (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel
duâ etmiş: "Allah'ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya
Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı." (14/İbrâhim, 35-36)
âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan
uzak kalması için Allah'a duâ etmiştir.

Hele, İslâm'ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye
ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur'an'ın birçok âyetinde;
küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden  arınan müttakî kullardan
bahsedilmektedir. Allah'ın birliğine iman eden, Allah'a şirk koşanlara düşman
olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah'a yaklaşan, sadece Allah'ı dost,
ilâh ve ma'bud edinen, yalnız O'nu seven, O'ndan korkan, O'ndan uman, O'ndan
yardım isteyen, O'na boyun eğen, O'na tevekkül eden, O'nun emrine tâbi olup
rızâsını gözeten,bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her
bölümünde O'na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. "De ki, namazım,
İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbı Allah içindir. O'nun hiçbir
şeriki/ortağı yoktur." (6/En'âm, 163-164)  "De ki, Allah her şeyin rabbı
iken, ondan başka bir rab mı arayayım?" (6/En'âm, 164)

 





[1] Eymen
ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209.