Fecir | Konular | Kitaplar

Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız.

Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız



Tevhid
Penceresinden Günümüz ve İnsanımız

 

Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile
(istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak
savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla
bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde
durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların
kurtuluşunun yolu, Kur'an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden
Kur'anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah
kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi
gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.



Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu
kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin
topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal
eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek
korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa)
diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü'minin akîdesinden çekiniyor,
korkuyor. Tevhid eri Allah'ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup
yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da
imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları
en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas
etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz.
"Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında
bileceklerdir." (26/Şuarâ, 227) Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine
saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber'in yaptığı gibi.
İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur'ânî eğitime, inkılâbî çizgiye
yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir.
Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik
kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm'ın birinci ve en büyük esasıdır.
Kur'an'an en fazla önem verdiği konudur. Mekke'de inen âyetlerin hemen hepsi
tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine'de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide
atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi "Ey
iman edenler..." diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina
dikmek için alt yapıya dikkat çeker.  Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık
üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna
dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu
hiç bitmemelidir. "Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden
ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat
edin)." (4/Nisâ, 136)

"Lâ ilâhe illâllah" hükmü, beşerî hayatta
süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için
çağrılmaz ona. Mü'minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır.
Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini
ihmal etmemeleri için "Ey iman edenler, İman edin!" diye uyarılır. Kur'an,
insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve
titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık
verici... olduğundan yalnız O'na İbâdet edilmeli, başkası O'na ortak
koşulmamalıdır: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah,
kullarının İbâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka
İbâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah'ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür
arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu,
hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). "Tâğuta
kulluk/İbâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler!
Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!" (39/Zümer,
17-18) Bunun için insan daima "Lâ ilâhe illâllah"a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ
ediyor, "yalnız Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur" diyerek
insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa
çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib'e "Onu söyle, onunla Allah'ın yanında sana
şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah..."  diyordu. Câhilî tavır,
eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti
reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve
gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum
vardı.

Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve
çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı
yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı,
Kitab'a uymayı, Allah'ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları
vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; 
inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah'tan bir din
kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul
etmiyorlardı.

Kur'an'ın önemle vurguladığı, bütün sorunları
içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda
Allah'ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah'tan başka ilâhların varlığına
inanma, amelde ve İbâdette Allah'tan başkasına yönelme ve Allah'tan başkasının
Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için
müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.



Yığınlar, tutucudur;  alıştıkları çok sayıdaki
ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle
tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele' (ileri
gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi
değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla
halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır.
                                                                       



Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet
sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatinın uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün
câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur.
Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan
kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık
verici... Allah'a aittir. "...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de
O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!" (7/A'râf, 54)
"...Hüküm sadece Allah'a aittir." (12/Yûsuf, 40) "Hiç yaratan, yaratmayan
gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" (16/Nahl, 17) "Allah'tan başka size
gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilâh yoktur. O
halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre
dönüyorsunuz)?" (35/Fâtır, 3)

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya
gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına,
süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden
çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı
sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler.Yönetimi ve
rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden,
makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün
güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi
savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar.
"Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ'yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın
(bakalım O Mûsâ'yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden,
yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."
(40/Mü'min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).

Mekke'deki olay da aynıydı. Mele', Kureyş'ti
orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet,
tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak "el-emîn" Muhammed (s.a.s.)'den
şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya
varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister
istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar
yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan
bir rabdı, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer
büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve  dilediğini haram yapan rablardı.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe
denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında?
Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti
onların hayatında? Mü'minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince,
şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki
yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması,
ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal
midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de
istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması
düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu
ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü'minin Allah'a
itaat etmemesi, O'nu tek ma'bûd, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini
davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!                

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı
kurtaramaz. Bu konuda Kur'an'dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem,
Rasûlullah'ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: "Onlar, Allah'ı
bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu
Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh'a İbâdet etmekten başka bir şeyle
emrolunmadılar. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden
yücedir." (9/Tevbe, 31) Adiy: "Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına
İbâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki" dedi. Rasûlullah şöyle
buyurdu: "Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar
mı din adamlarına?" Adiy: "Evet" dedi. Efendimiz buyurdu ki: "İşte bu,
onlara İbâdettir." (Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an 10, hadis no: 3292; Tirmizî
şerhi Tuhfetu'l-Ahvezî, hadis no: 5093)

"Rabbinizdan size indirilen Kitab'a uyun. O'ndan
başka dostlar edinerek onlara uymayın."
(7/A'râf, 3) "Yoksa, Allah'ın dinde izin
vermediği bir şeyi onlara meşrû kılaccak ortakları mı vardır?" (42/Şûrâ, 21)
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a aittir."
(42/Şûrâ, 10) "...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına
fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz."
(6/En'âm, 121) "Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli
işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir
burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."
(4/Nisâ, 65) "(Münâfıklar,) ‘Allah'a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik'
diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü'min
değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıkları
zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir." (24/Nûr, 47-48) "Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."
(5/Mâide, 44) "Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum
için Allah'tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?" (5/Mâide,
50) "Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?" (95/Tîn, 8) "Ey
iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan
ülü'l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete
gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına
göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir."
(4/Nisâ, 59) "Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş
bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur."
(33/Ahzâb, 36) "...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O'na
mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!" (7/A'râf, 54) "İman edip de
imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven
onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." (6/En'âm, 82) "...Hüküm
sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına İbâdet etmemenizi
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."
(12/Yûsuf, 40)

Allah'a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete
götürdüğü gibi, Allah'a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme
ulaştırır: "Bunlar Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve
Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a
ve Peygamberine  karşı isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı
kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." (4/Nisâ,
13-14) "Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber'e
aittir. O halde siz (gerçek) mü'minler iseniz Allah'tan korkun, aranızı
düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin." (8/Enfâl, 1) "Tâğuta kulluk
etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de
sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği
kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır." (39/Zümer, 17-18).
"(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
De ki: ‘Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah
kâfirleri sevmez." (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61,
64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân,
142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü'minûn, 115.

Ve bir hadis-i şerif: "Ümmetimle ilgili
olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah'a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat
edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar' demiyorum. Fakat onlar
(hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler),
Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır." (İbn
Mâce, hadis no: 4205)      

Hüküm koyma (teşrî), "Lâ ilâhe illâllah"la
direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz.
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir." (5/Mâide, 44) âyetinde
fukahâ, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir
edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir
küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından,
önündeki meselede Allah'ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu
yaptığıyla tekfir edilmez. Allah'ın gazâbına uğramış bir günahkârdır. İctihad
edip önündeki konuda yanılan ve Allah'ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm
vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça
ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah'ın indirdiği
dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak
şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah'ın indirdiği
dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah'tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma
başka bir şeydir. Birinci durumda Allah'ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf
(uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından
Allah'ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı
haliyle: "Allah'ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu,
ona denktir, veya bu, Allah'ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir" diyor.
İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda
ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden
şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve
kendi irâdesiyle Allah'ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak.
İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.       



Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî
güçlerin de etkisiyle insanların İslâm'dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin
müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan  inançlara sahip
olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta
söylemeye başladı. Allah'ın hükmüne uymak, İslâm'a teslim olmak, her konuda
helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah'ın sınırlarına riâyet etmek gibi
değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün
bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, "lâ ilâhe
illâllah" deyince müslüman olacakları, İslâm'ı yaşamasa da insanın küfre
düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki
yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.



[1]

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın
soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının
(emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve
rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve
dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal
tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin
başında gelir.    

 

 





[1] Geniş
bilgi için bk. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.