Fecir | Konular | Kitaplar

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Yozlaştırılan Din

Yozlaştırılan Din;
Halkın Dini ve Hakkın Dini


"Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine uyun!' denilse,
‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!' derler. Peki ama,
ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı
(atalarının yoluna uyacaklar)?"
(2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: "Allah'ın izni
olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını
kullanmayanlara verir." (10/Yûnus, 100)

Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal
eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek
gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve
yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun
olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize
ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz
kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de
birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize
intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur'an ve sahih sünnet
terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek
gerekir.

İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön
veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken
özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir.
Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü'minlerin pasif kalmaları,
tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din
açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların
kendileridir. Çünkü Allah, Kur'an'da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette
gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: "Bir toplum, kendi
durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez.
Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten
onların, O'ndan başka koruyup kollayanları da yoktur." (13/Ra'd, 11)

Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir.
Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı
olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına
tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm'a karşı
mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne
bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu
vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur'an ve sünnete
bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize
kullanmak zorundayız. "Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece:
‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz'
dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi
memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı
bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız' dediler. Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız ?)' deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi
inkâr ediyoruz." (43/Zuhruf, 22-24) "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman
‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti' derler. De ki:
‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
(7/A'râf, 28)

Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni
bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu
din; İbrâhim (a.s.)'in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak
dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)'in dininin kalıntıları ve
kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir
din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit
etmişlerdi. Allah'ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için
Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O'ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek
ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur'an
ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse
dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var. "Kur'an'ı
kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız." (15/Hicr, 9).

Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün
değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: "Kim Benim adıma
yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın." (Buhârî,
İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4;
Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4;
Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna
rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O'nun adına zaman
zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm
kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında
hadis uydurma cür'et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda
hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye
çalışmışlardır.

Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri
vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını
bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir.
Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar,
halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm'a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya
çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona
ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az
veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış
anlamış insanlardı.

[1] Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok,
onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan
etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.

"Onlara, ‘Allah'ın indirdiğine uyun'
denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler.
Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?" (2/Bakara,
170). Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken
bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile
öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli
değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının
kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah'ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize
bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber'in bize
tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O'nun dostları, bize bu dinin
pratiklerini göstermişler ve O'nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize
ulaşmıştır.

Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma
gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların,
tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak,
kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik
dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân
ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün
Kur'an'ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek
değil; yeniden, Kur'an'da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek
zorundayız.

Özellikle uzun bir fetret döneminin, esâret,
yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama
mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın
örflerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı
mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun
boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları
hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için
yoğun çaba göstermek zorundayız.

Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din
telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin
siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini
yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak
bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî
tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri
aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak,
geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey
kazandırmaz; çok şey kaybettirir.

Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir.
Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda kahramanlar ve hâinler üretmek,
bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların
yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken
bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına
ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri
görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize
birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak
kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de
toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların
ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst
herkes için ahlâkî bir görevdir.

"İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah'a ve
âhiret gününe inandık' derler; oysa inanmamışlardır. Allah'ı ve mü'minleri
aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında
olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat
çıkarmayın' dendiğinde ‘biz ancak ıslah ediciyiz' derler. İyi bilin ki onlar
bozgunculardır." (2/Bakara, 8-10).
Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din
adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize
birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.

"Onlar kalbimiz temizdir" diyerek kendilerini
aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde
buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına
rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk,
İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm'ın neyi kabul edip neyi kabul
etmediğini nerede ise Allah'ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve den
çağın icaplarına göre te'vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı
ortaya çıkmaktadır.

Elbette Kur'ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki
kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm'ın mesajı olacaktır.
Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur'ânî anlayışları da
gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil
etmek değil; Kur'an'dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi
tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini
ortaya koymamız gerekir.

Birinci yolda, yani çağın gereklerini din
zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te'vil
etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî
sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir
biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki
ve özellikle Libya'daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te'vil gayreti, dini
moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.

Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla
sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı
zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez
etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız.
Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden
çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde
gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın
gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme
dönüştürme irâdesini kaybederler.

Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş.
Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim
uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim
dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu
dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.

Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. "Din
nasihattir (nasihatten, ihlâstan ibârettir)." (Müslim, İman 55; Ebû Dâvud,
Edeb 67) diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl
nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili
fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve
dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret
işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı,
ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve
yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken
söylemediğimiz herşeyi!

Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir
şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek
kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah'la kul arasında imiş. Bu din, kimin
dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında
hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir
din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah'ın kitabı Kur'an,
müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?

Dini dünya hayatının dışına itme iddiası,
şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi
birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya
içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve
cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün
yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir.
Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir
inkârdır, küfürdür!

Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini
sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği
şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin
kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir
nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan
kalplerine yuva yapmış.

[2]

Ders kitapları boyunca en fazla iktibas edilen
görüş Atatürk'ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir. Atatürk'ün
görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok olarak geniş ve uzun
bölümler halinde verilmektedir.

İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip
Liselerinde de) okutulan Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz
Yurttaşlık Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek; yalan
söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et. Taassup yasak. Meselâ
kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak taassuptur. Atatürk taassubu
reddeder, Kur'an da, peygamber de reddeder. Kur'an, "âmirlerinize itaat ediniz"
der...

Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap
gibi şeyler yok. Bir öğrenci, "mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum" dese,
disipline verilir: "Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir. İlim
İbâdetten önemlidir. Nöbet İbâdetten önemlidir!..."

Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk'ün sözleri
olduğu için, zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki: "Her
fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır. Orası da okuldur." Madem öyle, haydi dinin pratikleri için okullarda
açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde, işlerine geldiği kadar, işlerine
geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının bu sayfasını okurlar, isterlerse başka
bir sayfasını. Herkese göre hazır sözleri vardır. Ne diyordu Celal Bayar:
"Atatürk'ü sevmek İbâdettir." Bu adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir.
Sevgileri bir tapınmanın tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye'de
Kemalist teokrasi vardır. 1948'de basılan Türk Dil Kurumu'nun Türkçe
Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: "Kemalizm: Türklerin dini."
Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten ayırsanız ya! Türbeleri
ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyaretini
devlet töreni haline getirdiler.

Atatürk'ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu
olan olaylarla ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer
kaplamaktadır. Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin, Allah
ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı mı?... Burada öyle
anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk'tür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim ya da
peygamberin sözlerinden Atatürk ilke ve inkılapları ile çelişenlerin bu
kitaplarda yeri yoktur ve olamaz da.

[3]



[1]
Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 47-52


[2]
Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52


[3]
Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 52-62