Fecir | Konular | Kitaplar

Ruha Ait Kuvvetler

Ruha Ait Kuvvetler

Ruha Ait
Kuvvetler:

Ruhun temel özelliği olarak üç ayrı
görünüşten bahsedilir. Bunlar da, hareket, hayat ve idraktir. Bunların tümü,
evrendeki yaratıklar içinde detaylı olarak insanda vardır. Bitkilerde,
kendilerine gerekli olan gıdayı almak, büyümek ve tohum saçarak üreme özelliği
olarak en basit şekilde ruhun eseri/kuvveti görülür. Hayvanlarda bunlara ek
olarak canlı özelliğinin biraz daha gelişmişi olan serbestçe hareket edip bir
yere bağlı kalmama, neslini devam ettirmek için cinsî zevk alma ve kısmî ve
basit şekilde de olsa şuur. Bu özelliklerin en gelişmiş şekliyle insan ruhunda
teşekkül ettiğini görüyoruz. İrâde, şuur, akıl yürütme, faydasını zararını idrak
edebilme, Yaratanı ve sayısız nimetler vericisini tanıyıp şükredebilme, Allah'a
irâdesiyle ibâdet edebilme/kulluk özellikleri... Acı duyma, tad alma, hoşlanma,
nefret etme gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar
gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irâde gibi harekete geçirici
kuvvetler olmak üzere ruhun üç ana kuvvenin kaynağı olduğu bilinmektedir.
İnsan ruhu denilirken, bağlı bulunduğu bedeni ve kendi kendini hareket
ettirebilme, canlılık ve idrâk gibi özelliklerin üçü birden gözönünde
bulundurulmalıdır. Ruha ait bu temel görünümlerden farklı olarak ruhun bazı
kuvvetlerinden bahsedilir.

Devamlı değişimlere, dağılmaya,
hastalıklara ve felâketlere mâruz, birçok ihtiyacı olan ruhun yaşayabilmesi için
bedeni ve ruhu yaratan Yaratıcı, bedene bazı kural ve kuvvetler koymuştur. Bu
kuvvetler "ben"e ("ego"ya) bağlı kuvvetlerdir. Yani, ben'in üç önemli sıfatı ve
kuvveti vardır. Ben, sosyal, kültürel ve mistik çevreyle ve başka yapılarla olan
ilişkilerini bu kuvvetlerle sürdürür. Ayrıca biyolojik yapı ile ben'in ilişkisi
ve etkileşimi bu kuvvetler yoluyla olur.

Birinci Kuvvet:
İnsanı maddî ve manevî menfaati elde etmeye yönelten kuvvettir. Kâinatta
öyle bir düzen ve Yaratıcının öyle bir ikramı var ki; her canlı, yaşamının
devamını sağlamak zorunluğunu duymakla, Allah'ın ruha bahşettiği bu özellik
sayesinde, kendine olan görevinde büyük bir lezzet alır. Öyle ki bir varlığın
kendine hizmetinin mükâfatı, hizmetin içine konulmuştur. Yaptığı
fonksiyon ve icraatın kendisi âdeta ücret ve hazdır. İşte bu sır nedeniyle,
canlılar, hatta cansız nesnelerin dahi, tâbi oldukları kanunlara uymaları, o
kuralı tatbik etmeleri, ileri ve gelişmiş bir şevk ve bir çeşit lezzettir.
Arıdan, sinekten, tavuktan tutun da güneş ve aya kadar her şey, ileri bir
lezzetle vazifelerine çalışıyor. Demek ki hizmetlerinde bir haz var ki, akılları
olmadığından, sonuç ve neticeleri düşünmeden, mükemmel bir şekilde görevlerini
yerine getiriyorlar.

Görevin haz verdiğine bir delil de;
horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanların vazifelerinde gösterdikleri fedâkârane
tutumlarıdır. Horoz aç olduğu halde, tavukları kendine tercih edip bulduğu
rızka onları çağırır, kendisi yemez, onlara yedirir. Bir haz ve gururla o
vazifeyi görür. Demek ki o hizmette, yemekten daha fazla bir lezzet bulmaktadır.
Küçük yavrularına çobanlık eden tavuk da, yavrularının hatırı için ruhunu feda
etmeye hazırdır; yavrularına zarar vereceğini zannettiği kendinden çok güçlü
olanlara bile saldırır. Kendini aç bırakıp yavrularını doyurur. Demek ki bu
hizmetten öyle bir lezzet almaktadır ki, açlık acısına ve ölmek elemine bu hazzı
tercih etmektedir.

Anne hayvanlar, yavrularını küçükken,
vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyüdükten sonra görev
kalkar, lezzet de gider. Yavrularını bazen dövdükleri, elinden yiyeceği
aldıkları görülür. Ancak, insanoğlunun annelerinin görevleri bir derece devam
eder. Çünkü; insanlarda, zaaf ve acziyet itibariyle, daima bir çeşit çocukluk
vardır. İnsan, her yaşında, her zaman şefkate muhtaçtır. İşte tüm hayvanların
annelerine baktığımızda, onların kendi hesabına ve kendi menfaatlerinden dolayı
o vazifeyi yapmadıklarını görürüz. Görevleri; onları o vazife ile görevlendiren
ve o hizmetlerde rahmetiyle bir lezzet koyan, nimetleri ikram eden Razzak, Rab
ve Rahman olan Yaratıcıları namına, nesillerini devam ve koruma için yapıyorlar.
Bu görevleri yaparken tarif olunmaz bir haz alıyorlar.

Hizmetin kendisinde ücret bulunduğuna
bir delil de şudur ki; bitkiler ve ağaçların dağıttıkları kokular, müşterileri
olan hayvan ve insanların arzularını kamçılayacak ziynetlerle süslenmeleri ve
sümbülleri, meyveleri çürüyünceye kadar kendilerini fedâ eder pozisyonlar
takınmaları, onların kendilerine verilen görevden lezzet aldıklarını gösterir.
Çünkü akıllları yok ki, neticeleri düşünsünler. Meselâ, hindistan cevizi ve
incir gibi meyveler, süt gibi bir gıdayı alır, meyvelerine yedirir. Ağacın
kendisi çamur yer. Demek ki bundan büyük bir lezzet alır.

Kâinattaki her nesnede görülen bu
kanunun sırrındandır ki, işsiz, tembel, istirahatte yaşayan ve rahat döşeğinde
uzananlar, genellikle çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü
daima işsizler hayatından şikâyet eder, eğlence ile ömürlerinin çabuk geçmesini
isterler. Sonra da dikkatleri kendi bedenlerine döner, kendini koruma dürtüsüyle
değişik ruhsal bozukluklara yol açılır. Sonuçta o rahat ve istirahat döşeğinde
yatamaz ve o kanuna mecburen uyma yoluna şifa arama davranışıyla girer. Sonuç
değişmez, onlar da kâinatın diğer fertlerinin devamlı uydukları kurallara
uyacaklardır. Bu sebepledir ki; psikiyatride meşguliyet, çok önemli bir tedavi
şeklidir. Gayret eden ve çalışan ise, genelde halinden memnundur. Ömrünün
geçmesini istemez. Bundan dolayı da "İnsanın rahatı zahmette; zahmeti
rahattadır" ifadesi, bu gerçeği vurgulayan önemli bir sözdür. Tabii, zahmetler,
gayret ve çalışmalar ne kadar meşrû ve Allah için, O'nun razâsı doğrultusunda
olursa; ruhun tatmini, haz ve lezzeti o derece büyük olur.

Evet, kâinatta hayat sahiplerinin ödev
ve fonksiyonlarını yapmaları, onlara verilen değişik vazifeleri sonunda
alacakları lezzet ve ihtiyaç çeşitleriyle yazılan pusulaya bağlıdır. O pusula
ile Yaratan, bir nevi emirleri hükmünde olan kanunlarla ilgili program ve hizmet
listesini onlara vermiştir. Dikkat edilecek olursa, Yaratan, kendi ilim
kitabından, meselâ arının vazifesine ait miktarını bu emir pusulasında yazmış ve
arının beynindeki hâfızaya koymuş, yani arıya vahyetmiştir. (Bkz. 16/Nahl, 68).
Arının belleğindeki bilgilerin anahtarı, arıya has bir lezzettir. Belki de
arının yönlenişi tamamen zevke meyletme ve uyarılma derecesiyle ilgili olabilir.
Hayvanlardaki bu vaziyeti "içgüdü" şeklinde bir kavram uydurarak çözdüğümüzü
sanmamız, düşünme ve araştırma yapmaya kapıları kapamak olduğu gibi, kolaycılığa
kaçmaktır da. Neden acaba arı durup dururken içgüdüsünü çalıştırıyor; Uygun
çiçeklere yöneliyor, çok uzaklaşsa da kovanını bulabiliyor?! Bazen de bu içgüdü
sayesinde arı kendini fedâ eder. Acaba tavuğa yavruları için köpeğe atlayıp onun
pençeleri altında hayatını kaybettiren içgüdü, vazifesinin icrâsındaki haz ve
lezzet dışında, neyle ifade edilebilir? Bu içgüdü denen bilgi fihristleri ve
reçetelerini kim, neden koymuştur? Her bilgiyi bir hayvan neden takip eder, ona
uyar? Ayrıca bu hayvanlar bu görevlerini icrâ ederlerken, evrendeki düzene
katkıları olan ödevlerini nasıl düşünebiliyorlar? Tüm bunlar, haz ve lezzetin
kâinatta çok esaslı bir gerçek olduğunu gösteriyor. İnsan davranışlarının da bu
gerçeğin dışında kalmayacağı açıktır. Haz ve lezzet, evrende canlı ve
cansızların davranış ve hareketlerinden sorumlu olduğunu, haz ve lezzetin sadece
cinsel nitelikli olmadığını görüyoruz. Cansızlarda bile neticesi bilinmeden
yapılan baş döndürücü hareketin temelinde Yaratıcının eşyaya koyduğu kurallara
uymanın verdiği lezzetten bahsetmek gerekir.

Eşyanın kendi mâhiyetindeki ilâhî
emirler olan kanunlara şevk ve lezzetle uyduğunu müşâhede ediyoruz. Atomdaki
esrarengiz, çok karmaşık, insanı çıldırtan faâliyet ve yıldızlardaki mistik
danslar, hep bu lezzetin ipuçlarıdır. Aksi halde, akılsız güneş bu kadar
vazifesini nasıl düşünsün, inek insanı düşünerek nasıl süt versin? Hepsi bebek
gibi olan insanoğlunun ihtiyaçlarına niçin titresinler? Bütün bunlar,
Yaratıcı'nın eşyaya koyduğu kanun ve emirler sâyesinde olmakta ve arzın
efendisinin, yeryüzünün halifesinin insan olduğunu, diğer yaratıkların ona
hizmet ettiğini göstermektedir. İnsanın da âfaktaki ve enfüsdeki tüm hârika
düzeni görmesi ve Yaratanına şükretmesi gerekmektedir.

İnsanın, davranışları sayısınca haz ve
lezzet çeşidinden bahsetmek mümkündür. Ruhu koruyan diğer iki kuvvette de olduğu
gibi, bu kuvvetin üç mertebesi vardır: Aşırı oluşu, vasat/orta oluşu ve yetersiz
oluşu. Bu kuvvetlerin her çeşidinde bu dereceler sözkonusudur. Aşırısı ve
yetersiz oluşu patolojik, orta derecesi sağlıklı olanıdır. Her davranışını zevk
ve haz almaya göre şekillendiren insan, bu kuvveti fazla kullanmaktadır, böylece
aşırılığın getirdiği anormallik ve problemlere yuvarlanmaktadır. Meselâ, yeme
zevkinin aşırısı, birçok yönden zararlıdır. Beden ağırlaşarak hareket kabiliyeti
azalır. İnsanı, bedenî hastalıklara açık hale getirir. Yenmeyecek şeylere iştah
şeklinde artış olursa, örneğin, bağımlılık yapan maddeleri hele aşırı şekilde
tüketirse hem organik ve hem de ruhsal sağlığı bozulacaktır. Yeme, içme ve diğer
zevklerin yetersizliği ise organik sağlığın ve bunun sonucunda da ruhsal
sağlığın bozulması demektir. Sağlıklı olan, mubah ve doğru olan ise, orta
derecedir. Gereksinimler vücut için zararlı olmayacak ve yeterli derecede,
toplum ve insan haysiyetini ortadan kaldırmayacak kadar mûtedil tarzda
karşılanmalıdır. Aslında insan davranışlarında hazzın nedeni, ihtiyacın
giderilmesidir. İnsanoğlunun davranışlarını, ihtiyaçlarının türü
belirler. İhtiyacın hissedilmemesi sosyal ve doğal çevre ile alışverişin
sonlanması ve ilişkinin bitmesi ve dolayısıyla uyumun sona ermesi demektir.

İkinci Kuvvet:
Ruhu koruyan insan davranışlarının ikinci kaynağı, öfke kuvvetidir.
İnsanın bedensel ve ruhsal bütünlüğüne karşı yönelen tehditleri ortadan
kaldırmaya yönelik bir kuvvettir. Öfke, genel olarak negatif yönleriyle anılan
bir davranıştır. Ama gerçekte böyle değildir. Öfke, saldırganlık ve şiddet
kuvvetinin hiç bulunmaması ve yetersizliği, uyumu bozar, patolojiktir. Öfkenin
yetersizliği durumunda, çaresizlik ortaya çıkar. Bunun sonucunda fobi denen,
korkulmaması gereken korkma hastalıkları görülür. Hastalık hastalığında da esas
bozukluk, agresif/öfkeye dayalı kuvvet yetersizliğidir. Kişi, bu hastalıkta,
mantıksız şekilde hasta olmaktan korkar. Normali ise, sağlığına dikkat etmek,
temiz olmaktır. Aşırı derecede artmış saldırganlık kuvveti de bozukluktur,
dengesizliktir.

Üçüncü Kuvvet:
Ruhu koruyan bir diğer özellik de "akıl"dır. Akıl; maddî olan ile maddî
olmayanı idrak eden, anlayan bir kuvvettir. Akıl; tasavvurları, düşünceleri ve
arzuları seçip mantık kurallarına göre eşya ve olaylar arasındaki müşterek
noktaları bulup tahlil ve tesbit ederek bir sonuca varır. Böylece mevhumlarla
dıştaki varlıklar arasında mutabakat temin eder. Kıyas ve karşılaştırma yoluyla,
bildikleri yardımıyla bilmediklerini öğrenir. Hem basitten komplekse, hem
kopleksten basite doğru düşünüp neticeler çıkarır.

Aklın algılayıcı fonksiyonları beş dış
ve beş iç olmak üzere ayrılırsa, anlaşılması kolaylaşabilir. Ayrıca beyin,
vücudun otonomik fonksiyonlarının icrâsını ve hareketi de gerçekleştirir. Akıl
kuvvetinin kaynağı ruh (Kur'an, buna "kalp" der) ve beyindir. Şöyle ifade etmek
daha doğrudur: Ruh, aklî eylemlerini beyin yoluyla gerçekleştirir. Beş dış
kuvvet; görme, işitme, dokunma, tatma ve koku gibi dış duyulardır. Bu algılar
yoluyla beyne çevreden bilgiler taşınır. Fakat dış algılar, bir aynanın önüne
geleni gördüğü gibi görür ve algılar. Aynadaki görüntüyü etkileyen birçok sebep
vardır. Aynanın cinsi, rengi, büyüklüğü ve ışık durumu gibi. Ayna, önündeki her
şeyi alıp değerlendirdiği ve birçok dış ve iç nedenin, gerçeği değiştirdiği
gibi, beyne ulaşan bilgiyi birçok durum değiştirir. Beş duyudan herhangi birinin
tıbbî hastalığı, algılamayı engeller. Ruhsal hastalıklarda da algılanma
engellenmese bile bozulur ve değişir; illüzyon ve hallüsinasyonlar şeklinde,
olmayan nesnelerin algılanması gibi anormallikler ortaya çıkabilir.[1]




[1]
Ramazan Özcankaya, Ruh: 43.