Fecir | Konular | Kitaplar

Vicdan

Vicdan

Vicdan:


Vicdan, hangi ırktan, hangi din ve
mezhepten, hatta inançlı ya da inançsız, kadın-erkek, yaşlı ve küçük, hangi
sosyoekonomik ve kültürel gruptan olursa olsun, insanlar arasındaki ortak
değerlerin temsilcisidir. Eğer sosyokültürel çevreyle bağlantılı olsaydı, farklı
çevrelerde birbirinden tümüyle farklı vicdanî değerler gelişecekti. Ancak
vicdan, sosyal değerlerle şekillenmeyen ortak insanlık değerlerine neden olur.
Vicdan, ayrı bir zatî varlığı olan bir yapı değildir. Ruhun mutlak gerçekliğe,
Allah'a dönük sıfatlar manzûmesidir. Fıtratın sesidir. Sevgi, insan hakları ve
haksızlığa tahammülsüzlük, mazluma acıma gibi değerlerde insanlar arasında fazla
bir fark yoktur. Bunlar ruhun vicdan kavramı altında toplanan özellikleridir.
Sosyokültürel ve biyolojik farklılıklardan etkilenmeden, hakka/mutlak doğruya
yönelen vicdanın, ya da bu kavram altındaki sıfatların, vardığı sonuçlarda
sebeplere ve verilere ihtiyacının olmadığı görülür. Vicdanın tüm insanlarda
ortak değerleri doğuran bir özellik olması, tüm insanların yaratacısının tek
olduğunu gösterir. Esasen, insanda sosyal hayatın kurulmasına öncülük eden de
vicdandır. Çünkü bu, insanlar için ortak değer manzûmesidir.

Biz yokken, ya da dünyaya yeni
geldiğimiz anda bir şeye karar vermemiz ve tercih etmemiz imkân dışı iken,
yaratılmamıza karar veren Yaratıcıyı, vicdandaki dayanak ve medet noktası olarak
belirtilen özellikler nedeniyle (yani fıtratla) bilmekte ve unutmamaktayız. Bu
da Yaratıcının yaratılana danışmadan koyduğu, bir ressamın sanatı altındaki
imzasına benzer şekilde bir imzadır. O ister istemez, O'nu gösterecektir. Zira,
arzu ve gereksinimleri sonsuz olan insan için gerçek dayanak ve medet noktası,
kudreti sonsuz bir Yaratıcıdır. İnsanoğlunun tüm arayışları vicdanın bu iki
özelliğinin sonucudur. Sağlam, güvenilir, ezelî ve ebedî bir kurtarıcı bulmak.
Çünkü insan ilmi, sanatı, siyaseti, hukuk ve adâleti... hep sınırsız
ihtiyaçlarını karşılamak için yapmaktadır. İhtiyacın karşılığı ise, sonunda
mutlak bir dayanak ve ihtiyaçlarının giderildiği bir hâcet kapısıdır. Acz ve
yoksulluğu ise, her zaman ve her yerde karşısındadır. Vicdan, âdeta delil ve
verilere ihtiyaç görmeden anlayabilen ve sezebilen biliş üstü bir bilinç ve
şuurdur.[1]

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler
verip de fücur ve takvâyı (kötülüklerini ve iyiliklerini) ilham edene yemin
olsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen
de ziyan etmiştir."
(91/Şems, 7-10).

Kur'an'ın bildirdiğine göre nefsin iki
ayrı yönü olduğunu, bir kısmının "hevâ"dan, yani insanı Allah'ın yolundan
alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı
ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki
"fücur"dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. Vicdan, insana Allah
tarafından üflenmiş ruhtan kaynak bulur. Kur'an'da Allah'ın insana kendi
ruhundan "üflediği" haber verilir:

"O, yarattığı her şeyi en güzel yapan
ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir sülâleden
(özden), bayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona
ruhundan üfledi."
(32/Secde, 7-9)

İşte insanın sahip olduğu tüm güzel
vasıflar, Allah'ın kendisine üflemiş olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan,
eğer nefsin fücuruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah'ın bazı
sıfatlarını üstünde taşımaya, Peygamberimiz'in ifadesiyle "Allah'ın ahlâkıyla
ahlâklanmaya" başlar. Allah, sonsuz akıl sahibidir; O'na kulluk eden bir
mü'min de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah'a ne kadar yakınlaşır, O'na ne
kadar teslim olursa, O'nun ahlâkıyla daha çok ahlâklanır ve "yaratılmışların
en hayırlısı" (Beyyine: 98/7) olur.

Ruh, insanı vicdana yöneltir. Nefsin
içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran
bu vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya
çağıran şaşmaz bir pusulaya, yani vicdana sahiptir. Allah, insana nefsinin
fücurundan sakınmayı ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan,
bir anlamda Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve
Kur'an'ın gösterdiği temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli
olarak doğru yolda ilerleyecektir.

"Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye
dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın
saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.
Öyleyse sen yüzünü hanîf (Allah'ı birleyen) olarak dine, Allah'ın o fıtratına
çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir
değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak, insanların çoğu
bilmez." (30/Rûm, 29-30)

Âyetlere göre, inkâr edenler
nefislerinin fücuruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın
mü'minlerin yapması gereken, Allah'ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine
uymaktır. Ve bu din, Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani
Allah'tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana uygun düşmektedir. Mü'min,
günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında tercih yapmak durumunda
kalır. Karşılaştığı alternatifler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını,
dinine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce
Kur'an'ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhâtap
olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin
Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak, ikinci aşamada hevâsı
da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun
için de genellikle insana mâzeretler (daha doğrusu bahaneler) fısıldar. Mü'min,
nefsinin kendisine fısıldadığı şeytânî vesveselere, bahanelere kulaklarını
tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği ilk doğruyu uygulamalıdır.

Nefsini arındırıp temizleyen, yani
nefsinin fücurunu kabul edip Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar
kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını,
rahmet ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun
fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma
uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Herkesin
nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten
temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın
gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.

İşte mü'minlerle kâfirler arasındaki
önemli farklardan biri, bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın
verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan
sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. İnkârcılar, nefislerindeki kötülüğe
teslim olurlar ve bu nedenle nefislerine/hevâlarına aykırı gelen şeyleri
kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar.

Âyette (91/Şems, 10) ifade edildiği
gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur. Bu, bilinçten yoksunluk,
nefislerdeki kötülüğe teslimiyet, bir tür içgüdüsel yaşamdır. İnsana verilen
akıl ve şuuru, iman ve takvâ fıtratını kullanmayıp içgüdülerine göre hayatlarını
düzenleyenleri Kur'an'ın "hayvan"a benzetme hikmetlerinden biri budur. Bu yolun
sonu, nefsi putlaştırmaya, hevâ ve arzuları ilâhlaştırmaya, insanın kendi
nefsinin kulu haline gelmesine çıkar (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). (Ayrıca
bkz. 5/Mâide, 48-49; 6/En'âm, 56, 119; 23/Mü'minûn, 71; 30/Rum, 29;
47/Muhammed, 16).

Nefse, aynı zamanda fücurdan
sakınmasını sağlayan bir kabiliyet (takvâ) de ilham edilmiştir. İnsanı Allah'a
ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi kötüyü ayırdetmesini
sağlayan nefsin/ruhun bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.[2]

Halk arasında nefis, sadece
olumsuzlukların, yani hevânın temsilcisi sayılması, yanlış, daha doğrusu eksik
bir tanımlamadır. Kur'an'ın açık beyanına göre nefsin içindeki, insanı daima
kötülüğe çağıran hevâya karşı; onu daima iyiliğe çağıran vicdan da vardır.
Dolayısıyla, insan, içinde, kendisini sürekli doğruya, mutlak hakikate çağıran
şaşmaz bir pusulaya da sahiptir. Nefsin/ruhun sahip olduğu bu ses fıtratın,
ilham edilen takvânın sesidir; Allah'ın üflediği ruhun ilâhî tecellîye ayna
olmasıdır.



[1]
Ramazan Özcankaya, Ruh: 131
vd.


[2]
Cavit Yalçın, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 47-48.