Fecir | Konular | Kitaplar

Asr Sûresi Hakkında Açıklama.

Asr Sûresi Hakkında Açıklama




Asr Sûresi
Hakkında Açıklama

 

Rahman ve Rahim olan, haklıyı hak­sızı
birbirinden ayıran Allah'ın adıyla başlıyorum...

Bu sûrede "Asr'a yemin edilmesi" insanın
hüs­randa ol­duğuna ve bu hüsrandan ancak şu dört özelliği taşıyan kimse­lerin
kurtulacağına dikkat çekmek içindir:

1. İman

2. Salih amel

3. Birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmek

4. Birbirlerine sabrı telkin etmek.

Şimdi yemini ve yemin edilen bu dört özelliğin
her birini ele alarak iyice açıklaya­lım:

Allah (c.c.) mahlukattan bir şeye yemin
ettiğinde bu yemin o şeyin büyüklüğünü, önemini gösterir. Bundan konu edilen
meseleyi ispatlamak için yemin edilen şeyin delil olarak öne sürüldüğünü
anlamalıyız. Burada da ye­min, insanın hüsran içinde olduğunu ve ondan ancak
geçen dört özellik sahibinin kurtulacağını vurgular.

Burada "zaman", geçmiş zamanı ve pek uzun
ol­ma­yıp her an geçmişe dahil olan şimdiki za­manı an­latmak­tadır.

O hâlde, burada bu iki tip zaman kastedilmiştir:
Geçmiş zaman kastedilmesinin anlamı, insanlık tarihi­nin yukarıda adı geçen dört
özellikten uzak olan kişile­rin hüs­rana uğradıklarına şahit olmasıdır. Geçmekte
olan şimdiki zamana edilen yemini anlamak için, geç­mekte olan za­manın her bir
insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat olarak verilen zaman
ol­duğunu bilmek gerekir. Bunun misali şöy­ledir: Bir sı­nav salonunda
öğrencilere sorular sorulmuştur. Za­man çok hızlı geçmekte­dir. Saati­mizin
saniyesi zamanın hızlı geçtiğine dair yeterli fikir verebilir. Halbuki bir
saniyelik zaman da uzun bir süredir. Bu bir saniyelik sü­rede ışık 186.000 mil
kateder. Kainatta bilmediğimiz öyle unsurlar vardır ki bundan daha hızlı yol
alabilirler. İyi veya kötü herhangi bir işle uğraşırken saatin saniye­sine
bakarak ge­çen zamanı düşünürsek, bunların ömür dediği­miz sü­renin belli bir
kesitinde vuku bulduğunu anlarız. Bu süre bize bu dünyada bir fırsat olarak
veril­miştir. Bura­dan asıl sermayemizin çok hızlı geçen za­man olduğunu
anla­yabiliriz.

İmam Razi, bir şahsın kavlini naklederek, "Ben
bu sözden sonra Asr sûresinin manasını anladım." de­miş­tir. Razi şöyle
nakleder:

"Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:

- Sermayesi eriyen şahsa merhamet edin!..

Onun bu sözünü duyunca, "Bu söz Asr sûresinin
an­lamıdır." dedim.

İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla
erimekte­dir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına
neden olur.

Onun için geçen zamana yemin edilmesinin
an­lamı, hızla geçen zamanın söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada
ne işle meşgul olursa olsun hayatını har­cadığına ve hüsranda olduğuna şehadet
etmesidir. Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşı­yan­lardır. Bu, sınav
sa­lonunda kendisine belli bir süre ta­nınan öğrencinin o süre içinde sorulara
cevap ver­mek yerine başka işlerle uğraş­ması gibidir. Öğrenciye yakı­nındaki
saat işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve hüsrana uğrayacağı
be­lirtilir. Kârlı çıkan öğ­renciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını
so­ruları cevaplamak için kullananlar­dır.

Burada "insan" kelimesi tekil olarak
kullanılmıştır; ama sonraki cümlede insanlar arasından bu dört özel­liği
taşı­yanlar istisna edilmiştir. Onun için burada "in­san" keli­mesinin cins isim
olarak kullanıldığını kabul etmek gere­kir. Bu durumda "insan" kelimesinin
kap­samına şa­hıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer; yani
zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kim­ler olursa ol­sunlar
hüs­randadırlar, bu her şartta geçer­lidir. Şahıs, mil­let ve insa­noğlu girer;
bunlar içinde hü­küm aynıdır. Ör­neğin: Zehirin öldürücü özelliği vardır. Fert,
toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkışsa, sonuç değişmez, zehir her
halü­karda öldürücüdür. Tıpkı bu­nun gibi onlar geçen dört özellikten
yok­sun­larsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini
batıla teşvik edi­yorlarsa, nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde
birleşi­yorlarsa hüsran içindedirler.

Şimdi "hüsran" kelimesinin Kur'an'da
hangi ma­nada kullanıldığına gelelim.

Hüsran kelimesi lügat olarak, kârın zıttıdır.
Tica­rette bu kelime genel olarak bir işte zarar etmeyi veya iş haya­tında
sürekli zarar etmeyi ifâde etmek için kulla­nılmıştır. İnsan bütün işlerinde
zarar etmiş ve sermaye­sini de kay­betmişse, bu kelime bu iflas hâli için de
kul­lanılır. Kur'an-ı Kerim, "hüsran" kelimesini özel bir terim olarak "fe­lah"
kelimesinin zıttı olarak kullan­mış­tır.

İslam'ın "felah" düşüncesi, sadece
dünyevî re­fahı de­ğil, insanın gerçek dünyası olan ahireti de kap­sadığı gibi
"hüsran"düşüncesi de sadece dünyevî ba­şarısızlığı değil, aynı zamanda
ahiretteki başarısızlığı da kapsar. Kur'an'daki felah ve hüsran kelimelerini
işte böylece açıklamış bu­lunuyoruz. Kur'an kesinlikle buyuruyor ki: "İnsan
büyük hüsrandadır." Bunun anlamı hem dün­yada hem de ahirette hüsrandadır,
demektir. Bu hüs­randan aşağıdaki "dört özelliği" taşıyanların kurtul­maları,
her iki dünyada da hüsrandan kurtulmaları anlamına gelir.

Şimdi kurtuluşa ermenin kendisine bağlı olduğu
dört sıfata bakalım:

Birincisi, iman'dır. Bu kelime Kur'an-ı
Kerim'in bazı yerlerinde sadece lisan ile ikrar etmeye dayalı iman için
kullanılmıştır. Meselâ: Nisa, 137; Maide, 54; Enfal, 20-27; Tevbe, 38; Saff, 2.



Bu kelimenin asıl manası, samimi bir kalp ile
inan­mak ve yakîne ermektir. Arapça kullanımı da aynıdır.

Lügatte iman kelimesinin bazı kullanımları:
"Amene lehu"nun manası: "Saddaka ve i'temede aleyhi (tasdik ve itimat etti)"dir.
"Amene bihi"nin manası: "Aykane bihi (ona yakîn etti)"dir.

Kur'an-ı Kerim gerçek imanın ne olduğunu
aşa­ğı­daki ayetlerle açıklamıştır.

"Mü'minler onlardır ki, Allah'a ve Resûlüne
inan­dılar, sonra şüphe etmediler."[1]



"Rabbimiz Allah deyip sonra doğru yolda sebat
eden­ler.."[2]



"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman yü­rekleri ürperir."[3]



"Hayır Rabbinin hakkı için onlar, aralarında
çıkan çe­kişmeli işlerde seni hakim yapıp burada senin verdi­ğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anla­mıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar."[4]

Yine ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:



"Ey inananlar! Allah'a ve Resûlü'ne inanın!"[5]



Burada bir soru ile karşı karşıya geliyoruz:
İman et­memiz emredildiğinde nelere iman etmemiz isteniyor? Kur'an-ı Kerim'de bu
sorunun cevabı açıkça bildi­rilme­miştir.

İman etmekten muradın birincisi, Allah'a iman
et­mek­tir. Ancak sadece varlığına değil, aynı zamanda tek ilah olduğuna,
insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül
edilecek varlı­ğın ancak O olduğuna, ancak O'nun emirlerine uyulup ve ancak
O'nun men ettiklerinden uzak durulacağına, her şeyi gören ve duyanın ancak O
olduğuna, insanın sadece fiil­lerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli
niyetlerini de bildiğine inanmaktır.

İkincisi, Resûlullah'a inanmaktır. O'nun
Allah tara­fın­dan tayin edilmiş yol gösterici olduğuna, getirdiği tali­matın
Allah tarafından ve hak olduğuna, O'na itaat et­menin zorunlu olduğuna
inanmaktır. Risalete iman etmek aynı zamanda meleklere, se­mavi kitaplara,
pey­gamber­lere, Kur'an'a inanmaya da şa­mildir. Çünkü bunlar, Allah ve
Resûlü­'nün getirdiği tali­matların bir parçasıdır.

Üçüncüsü, ahirete inanmaktır. İnsanın bu
dünya ha­yatı ilk ve son değildir. Ölümden sonra tekrar diril­tilecek­tir. Bu
dünyada işlediği amellerin hesabını Al­lah'a verecek ve bunun sonunda salih
olanlar mükâ­fatlandı­rılacaktır. Kötü olanlar cezaya çarptırılacaktır. Bu
şekilde iman, üze­rine temiz hayat inşa edilebilecek ahlâk, yaşa­yış ve
ka­rakter için sağlam bir temel teşkil eder. Yoksa insanın ha­yatı ne kadar
parlak görünse de onun durumu, dalgaların amansız olarak sağa sola sü­rüklediği
ve hiçbir yerde karar kılamayan kılavuzsuz bir gemiye benzer. 

İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan
iman­dan sonraki ikinci özellik salih ameldir.

Kelimenin anlamı bütün iyilikleri kapsar. Küçük
ve bü­yük iyilik de buna dahildir. Ama Kur'an'a göre, iman kökü olmayan hiçbir
amel, salih amel sayılmaz. Her­hangi bir amel, Allah ve Resûlünün bildirdiği
hidayete uygun işlense de iman olmaksızın salih amel sayılmaz. Onun için
Kur'an-ı Kerim'de nerede salih amelden söz edilmişse orada iman zikredilmiştir.
Aynı zamanda hiçbir yerde iyi bile olsa imansız bir amele mükâfat söz
verilmemiştir. Diğer taraftan, faydalı ve muteber ima­nın amel ile ispat edilmiş
olduğu belirtilmiştir. Yoksa salih amel olmadan yürütülen bir iman davasını
insan kendi kendine reddet­miş olur. Çünkü o insan iman iddiasına rağmen Allah
ve Resûlü'nün gösterdiği yol­dan başka yol takip etmektedir. İman ve salih amel
ilişkisi, tohum ve ağaç ilişkisi gibidir. Eğer toprakta to­hum yoksa ağacın
mey­dana gelmesi söz konusu ola­maz. Ama eğer toprakta tohum olduğu hâlde ağaç
meydana gelmiyorsa, bunun anlamı, tohumun top­rakta gömülü kalmış olmasıdır.
Onun için Kur'an'da ve­rilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel de
işle­yenler için geçerlidir.

Bu sûreye göre; insanın hüsrandan kurtulması
için iman­dan sonra salih amelde bulunmalıdır. Salih amel olmadan sadece iman
ile insan hüsrandan kurtulamaz. Yukarıda zikredilen iki sıfat her fertte
olmalıdır. Bu sû­rede daha sonra, hüsran­dan kurtul­mak için iki sıfat daha
açıklanmıştır. Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledik­ten sonra
birbirlerine hakkı telkin ve sabrı tav­siye etmek­tir. Bunun anlamı:

Birincisi: İman eden ve salih amel işleyenler,
bun­ları ferdî ola­rak yapmakla kalmamalı aynı zamanda mü'min ve salih bir
toplum meydana getirmelidirler.

İkincisi: Bu toplumu bozulmaktan kurtarabilmek
için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir. Onun için toplumun bütün
üyelerinin birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır.

Üçüncüsü: "Hak" kelimesidir ki, batılın
zıttıdır. Genel­likle iki manada kullanılır. Birincisi, doğruya, ada­lete uy­gun
ve gerçek sözdür. İster akide ve iman ile ilgili olsun, ister dünyevî meseleler
hakkında olsun aynıdır.  İkincisi, insa­nın yerine getirmesi vacip olan haktır.
Al­lah'ın hakkı, in­sanların hakkı veya nefsin hakkı ola­bilir. Hak kelimesini
tavsiye etmenin anlamı, ehli imandan müteşek­kil toplu­mun hakka karşı batılın
yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olması­dır. Bu gibi toplumlarda ne
zaman ve nerede batıl baş kaldırırsa hak kelimesini söy­leyenler ses­lerini
yükselt­melidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti
yerine getir­mekle kalmamalı aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir.
Bir cemiyeti ah­lâkî düşüşten korumak ancak bu şekilde mümkün olur.  Eğer
cemiyette bu ruh yoksa toplum hüs­randan kur­tulamaz. Herkes kendine bir hayat
tarzı kur­muş, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya metaına duyulan ilgi kadar gerçek
hayata, ebedî ahiret yurduna da ilgi duyulsa idi bizler bu hâle gelmeye­cektik.
Şahsî olarak hak üze­rinde bulunanlar, cemiye­tin bozulmasına seyirci kalmaları
sonucu hak üze­rinde daima kalamaz, hüsran­dan kur­tu­lamazlar. Bu nedenle
(Maide sûresinde) Hz. Davud (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) diliyle Benî İsrail'e lânet
edilmiştir. Bu lânetin sebebi, o dönemde yahudi top­lumunda yaygın olan günah ve
zulüm irtikabından birbirle­rini men etme­mele­riydi.

Ayrıca A'raf sûresi 163-166. ayetlerde, Benî
İs­rail'in cumartesi yasağını açıkça çiğneyerek balık tut­maya başla­dıkları, bu
nedenle de onlara azap indiril­diği; bu azaptan, günahı önlemek için çaba sarf
edenlerin kur­tulduğu açık­lanmıştır. Aynı şey Enfal sûresinde de açıklanmıştır:

"Azabı sadece günah işleyenlerde kalmayacak
fit­ne­den sakının."[6]

Onun için emr-i bil-maruf ve nehy-i ani'l-münker
ümmete farz kılınmıştır.[7]




 




[1]
Hucurat, 49/15




[2]
Fussilet, 41/30




[3]
Enfâl, 8/2




[4]
Nisâ, 4/65




[5]
Nisâ, 4/136




[6]
Enfâl, 8/25




[7]
Bkz. Âl-i İmrân, 3/104

Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.