Fecir | Konular | Kitaplar

İmparatorun Mabede Gelişi

İmparatorun Mabede Gelişi




İmparatorun Mabede
Gelişi

 

"Ve onların üzerlerine bir azap yağmuru
yağdırdık, artık bak günahkarların akıbeti nasıl oldu? "[1]

Milattan sonra 241-251 seneleri arası...

Bir ibadet günü...

Herkes mabede gitmek için hazırlık yapıyor, en
güzel elbiselerini giyiyordu. Şehrin sokakları çeşitli renklerde elbiseli
insanlarla dolu ve her köşede bir kitle, bir kalaba­lık göze çarpıyordu. Şehrin
en güzel ve en işlek yolu ise İmparator Dekyanus gelecek diye onu görmeye gelmiş
insanlarla hıncahınç dolmuştu. Halk âdeta birbirini ezi­yor, İmparator'u görmek
için can atı­yordu.

İmparator, altın ve gümüşlerle süslenmiş atların
çek­tiği saltanat arabasına binmiş, debdebeli ve göz ka­maştı­rıcı bir
merasimle, etrafını saran memleketin en asil, en yüksek ailelerine mensup
gençlerle, ağır ağır mabede doğru yol alıyordu.

Bütün yol boyunca İmparator'u teşci eden
insanlar, ona saygı ile eğiliyorlar, bir tanrıya taparcasına rükuya
varıyorlardı. Tabi İmparator da kendinin anlayamadığı bu yalancı tebessüm ve
saygılardan zevk alıyor, kendi ken­dine gururu bir kat daha artıyordu. Yanında
bulu­nan beş kumandanına tenezzüllü bir bakışla şöyle söylüyordu:

- Bir yığın köle, binlerce kul ve benim
müsaademle ölen, yine benim müsaademle dirilmeye muktedir cahil halk...

Ve böylece İmparator, sahte tebessüm ve riya
dolu bakışlar arasında ilerleyerek nihayet mabede ulaştı. İmpa­rator ve maiyeti
burada atlardan, arabalardan ine­rek ma­bede girdiler.

Mabedin içerisi insan, hayvan ve daha başka
şekil­lerde taştan yapılmış birtakım put ve heykellerle dolu idi. İmparator ve
maiyetinden her biri bir putun önünde du­rarak, bu inandıkları ve güvendikleri
tanrı­ların karşısında vecd içinde saygıyla yerlere kapanıyor, secdeye
varıyor­lardı. Ancak bu şaşkın ve taşkın halk arasından bir kişinin,
İmparator'un maiyetinde gelen gençlerden birinin, on­larla beraber secde
etmediği gö­rüldü. Onun putlara karşı hürmetkâr bir hareketi yoktu. Sadece kendi
düşüncesi ile baş başa, ayakta dim­dik durmaktaydı. İmparator daha önlerde
bulunduğu için onun bu hareketini fark edemiyordu, eğer görmüş olsaydı, ne
yapmazdı? Marazî bir zevk aldığı aslanlara insanların parçalattırılması olayı
bile yapacağının ya­nında hiç kalırdı. Evet, İmparator görmemişti; ama
İm­parator'un maiyetinde ile gelen diğer gençler onun bu düşünceli hâlinin
farkına varmışlardı. Kendileri ile be­raber putların önünde secdeye varmadı­ğını
görmüş­lerdi. İmparator hâlâ bu durumun farkında değildi. Çünkü o, etrafına
bakmadan büyük bir vecd içinde putlara tapmakla meşguldü.

İmparator tapınmasını bitirdikten sonra maiyet
er­ka­nıyla birlikte tekrar arabasına döndü. Saltanat ara­bası, yolun her iki
tarafına birikmiş ve İmparator'un korkusun­dan yerlere kapanmış olan insan
topluluğu­nun içinden geçerek saraya vâsıl oldu. Saray kapısın­dan içeri
girdikten sonra kapılar kapandı. Ondan sonra İmparator ile beraber ayine
iştiraklerine müsaade edil­meyen halka, mabedin kapıları açık bırakıldı. Putlara
tapmalarına izin verildi. O gece hükümdarın maiye­tinde törene iştirak eden
gençler evlerine dönmek üzere saraydan ayrıldılar. Yalnız evle­rine dağılmadan
önce o gün mabette putlara tapmayan gence arkadaş­ları yaptığı bu hareketin
manasını sormaya karar ver­diler ve yanına yaklaşarak sordular:

- Bu gece seninle konuşacaklarımız var. Gel,
gizli bir yere gidelim de seninle sakin ve rahatça konuşalım, de­diler.



Genç adam:

- Haydi öyle ise, buyurun bizim eve gidelim,
dedi.

Toplu hâlde onun evine gittiler. Biraz
oturduktan sonra ilk olarak içlerinden biri söze başladı:

- Bugün sen neden bir başka hâldeydin? Hem
ata­la­rımızdan kalan ulu tanrılarımıza da saygı gösterme­din. Bizimle beraber
ilahlarımıza secde etmedin!

- Evet, hakkınız var. Bugün ben sizden başka
hâl­dey­dim. "Tanrı" diye tapılan bu şeyler hakkında uzun uzun düşündüm, dedi.

Ve sonra onları alarak, evlerinin ön tarafına
terasa çı­kardı. Gece başlamıştı... İlk yıldızlar ışıklarını çoğalta ço­ğalta
dünyayı aydınlatmaktaydılar. Gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatan bu yıldızları
göstererek onlara şöyle dedi:

- Çok dikkatli bakın şu ilahî nizama. Bunu ancak
bu kâinatın yaratıcısı yani benim Rabbim yapabilir.

Sonra devam etti:

- İnsanlara hiçbir faydası ve zararı olmayan,
kendi el­lerimizle yaptığımız bu putlara ibadet etmeyi manasız buluyorum. Onun
için bugün ben sizin tapmanıza işti­rak etmedim.

- Peki ne düşündün, ne yapmak, neye inanmak
is­tiyorsun?

O sadece güldü ve şu cevabı verdi:

- Ben şunu düşünüyor ve inanıyorum ki: Şimdiye
ka­dar ne büyük bir dalalet içindeymişim de sizinle be­raber bu manasız, bu
kuvvetsiz taş parçalarına tapmı­şım. Yer­leri, gökleri ve içindekileri yaratan
ve onlara hayat veren o tek varlığı, o yüce kudreti akıl edememi­şim. Ama artık
benim mabudum O'dur. Ben O'na ina­nıyorum.

- Peki, sen, putların gazabından korkmuyor
mu­sun?

- Korkmuyorum, çünkü putları biz kendi
elleri­mizle ağaçtan, taştan yaptık. Onlar cansız ve acizdirler. Hiç kim­seye
zararları dokunmaz.

Arkadaşları şaşırmışlardı. Telâşla birbirlerine
ba­kın­dılar, söyleyecek söz bulamıyorlardı.

Genç sözlerine devam etti:

- Şimdi size bir sual soracağım. Bizi
birbirimize bağla­yan, yaklaştıran kimdir dersiniz?

- Kim olacak, olaylar, tesadüfler.

- Bu tesadüfleri, olayları hazırlayan kimdir?

- Talihimiz, kaderimizdir.

- Peki, ya bunları kim hazırlıyor?

- Tabi ki ilahlarımız.

- Yani birtakım sûretlerle şekillendirmeye,
gözleri­mizde canlandırmaya çalıştığımız birçok tanrılar öyle mi?

- Elbette onlar.

- Onlar bu kadar çok olsalardı ihtilâfa
düşmezler miydi? Halbuki çevremizdeki her şey büyük bir inti­zam içerisinde ve
değişen, aksayan hiçbir şey yok. Biz ise en küçük bir işte birbirimize
düşüyoruz. Bir de dünyadaki hâdiseleri düşünün. Eğer, bunları birçok ilahlar
idare et­miş olsalardı, ihtilâfa düşmeyecekler midir? Elbette düşe­ceklerdir.
Birinin kötülük isteme­sine karşılık diğeri iyilik isteyecek, biri yağmur
yağdı­ralım derken diğeri buna muhalefet edecek ve yeryü­zünün nizamı
bozulacaktı. O zaman da şu gördüğünüz nizam olmayacak, yeryüzü fesada
uğrayacaktı. İşte benim inandığım, dünyamıza bu nizamı veren, bütün canlıları
bir intizam içinde yaşatan o tek kudrettir. O, ibadet edilmeye lâyık en büyük
varlıktır.

- Bu senin tek kudret dediğin nasıl bir varlık?



- O, benim tasavvurumun tamamen dışındadır. O'nu
bir şeye benzetmeye kalkıştığım an O'nun o şeyin dışında olduğunu fark ediyorum.
Hatırıma getirdiğim her varlık­tan başka bir şey, O'nu tarif etmekten acizim.
O'nun hiç­bir varlığa benzemediğine ve her şeyden münezzeh oldu­ğuna inanıyor,
gönlümde öylece yaşa­tıyorum. Bunun için bazen şehrin dışına çıkıyor, kendi
kendime tefekküre da­lıyorum. Böylece o gerçek ma­budu daha iyi tanıma
fırsa­tına sahip oluyorum.

Evet, artık bu sağır ve cansız taşları
tanımıyorum. Onları birer tanrı olarak kabul etmiyorum. Geçenlerde tek başıma
kırlara çıktım, derelerin şırıldadığını, karın­caların ve arıların bir nizam
içinde çalıştıklarını gör­düm. Gözle­rimi semaya diktim, orada bulutların lime
lime yarıldıkla­rını, güneşin ışıl ışıl titrediğini ve yaratı­cının emri üzere
devridâim ettiğini düşündüm. Fark ettim ki, gök kubbede noktalaşan yıldızlar,
yeryüzün­dekilere göz kırpıyorlar. Sonra kendi kendime sordum: Bu gök kubbeyi
üzerimize seren, güneşini, ayını yara­tan kimdir? Onu her biri dünya kadar güzel
olan bu yıldızlarla kim süsledi? Sonra tekrar etrafıma, yeryü­züne baktım ve
kendi kendime demin gördüklerimi tekrarladım. Yeryüzünü, bu âlemi böylesine
intizamlı ve düzgün kim yaptı? Onda biten ağaçları, ekinleri, meyveleri ve bunca
bitkileri kim yetiştirdi? Nehri akı­tan, dağları, ovaları süsleyen, denizleri
uçsuz bucaksız bir âleme yayan kim? Evet, kim? Size soruyorum, haydi söyleyin,
sizin tanrıcıklarınız bunları yapabilir mi? El­bette yapamaz, çünkü onları siz
yapıyorsunuz, onlar kendi kendilerini idare etmekten acizdirler.

Arkadaşlarının şaşkınlığı ve donukluğu devam
edi­yordu. Onları harekete geçirmek için "Gelin be­nimle!" dedi. Gittiler.
İçeride kayadan yapılmış bir putu kucakla­yarak ortaya getirdi ve sordu.



- Bu nedir?

- Bu tanrı, dediler.

- Öyle mi? O hâlde dinleyin:

Madem ki bu âlemde gördüklerimizin hepsini
bunlar yarattı, öyle ise yere düştükleri vakit neden kalkmıyorlar? Birisi onlara
hakaret edince neden ceza­landırmıyorlar?

Sonra ortaya koymuş olduğu putu ayaklarıyla
tek­melemeye ve parçalamaya başladı. Putperest arka­daşları­nın hepsi bir köşeye
çekilmişler, endişe ve kor­kunun ver­diği şaşkınlıkla ne yapacaklarını
bilemezken o gayet sakin ve kararlı bir gülümsemeyle:

- Neden ilahlarınız gazaba gelerek beni ve sizi
ce­zalandırmıyorlar?  Ben hepsini parçaladım, eğer on­lar sizin dediğiniz gibi
ilahlar olsalardı şimdi sizi ceza­lan­dı­rırlardı.

Halbuki onlar birer taş parçasından başka bir
şey de­ğiller. Cansız varlıkların bizim gibi canlılara ne zararı do­kunabilir? 
Benim düşündüğüm ve inandığım Allah ise, her şeye kadir, bizi, dünyayı ve bütün
bu canlıları hep O yarattı. Göğü O donattı. Yıldızlar, ay, güneş hep O'nun
eseri. Ölüden diri, diriden ölü çıkaran O'dur. Yeryüzün­deki bu nizam, bu ahenk
hep O'nun eseridir.

Gelin, siz de hiç vakit kaybetmeden benim
inandı­ğım bir tek Allah'a inanın; zira kurtuluş bundadır, dedi ve ellerini
karanlıklara doğru kaldırarak:

- Allah'ım, sana nasıl ibadet edeceğimi
bilmiyorum. Eğer bilseydim öyle ederdim, beni affet, diyerek yerlere kapandı.



Bunu yapan "Telmiha" idi.

Arkadaşları hâlâ tereddütte ve düşünceli idiler,
Telmiha ayağa kalkarak sözlerine devam etti:

- Bildiğiniz ve düşündüğünüz gibi inanmakta
ser­bestsiniz. Bendeki akıl sizde de var.

Putperestler bir şey söylemeden çekip gittiler.
Sanki sihirli bir kuvvetin etkisi altında imişler gibi do­nuk donuk yürüyorlar,
gözler tek bir noktadan ayrılmıyordu. Telmiha'nın putları parçaladığını
gözleriyle görmüşler, bir şey yapmadıklarına şahit olmuşlar ve buna inanmak
is­tememişlerdi. Ama gerçekti, mabutları hareketsiz kalmış­lar, Telmiha'yı
cezalandıramamış­lardı. Yoksa Telmiha'nın bütün anlattıkları doğru muydu? Tekrar
buluşacakları için bu düşünce ile evle­rine dağıl­dılar. Telmiha düşünceli idi,
azimli idi, ima­nını kuv­vetlendirmek, bu âlemi ve bu var­lıkları yara­tanı daha
çok tanımak maksadıyla tekrar evden ayrıla­rak şehrin dışına çıktı, taşlı
yollarda, dikenli vadi­lerde do­laşmaya başladı. Yolunun üstünde dağlar, çıplak
kaya­lar, vadi­ler, uçurumlar vardı. Arada bir elini gök­yü­züne kaldı­rıyor ve
"Ey arzı ile, seması ile, yıldızları ile bütün kâi­natı yaratan! Bu vazifeyi
canı gönülden yapaca­ğım." diye sesleniyordu. Önünde yüzlerce tapı­nağa bo­yun
eğen, dalalet ve günah ile yoğrulan kos­koca bir âlem vardı.

Bu böyle devam etmemeli, onlara, o sapıklara,
din­sizlere haykırmalı idi: "Benim inandığım Allah'a tapın, O'na koşun, kurtuluş
yolu bundadır. O eşsiz ve tektir, evveli ve sonu yoktur. İnanılacak, korkulacak
yegâne var­lık O'dur."

Sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı:

"Şehre dönme sakın, o alçak putperest şehirde,
sa­adet denen şeyi kimse bulamamıştır.

Macera aşkına tutulup, gidecek olursan şunu bil
ki, kurtlar ve böcekler tarafından kemirilen dal ve budak­lar misali sende
hayatiyet namına bir şey kalmayacak­tır."

Onun bu mırıldanışı âlemi şu mısra ile
etkilemekte idi:

"Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ah
edip inledi, halbuki ben uyuyordum.

Kabe'nin Rabbine andolsun ki, ben aşkımda
sa­mimi değilim, yalan söylüyorum.

Zira gerçekten aşık olsaydım, güvercinler
ağla­makta beni geçemezdi.

Kendimi Rabbime aşık zannediyordum.

Halbuki ben ağlamıyorum da hayvanlar ağlıyor."

Telmiha'nın bu hâlde düşünceli, bitkin dolaşması
sa­baha kadar sürdü. Yorgun, solgun bir yüzle eve döndü. Artık aradığını iyice
bulmuş, imanını kuvvet­lendirmişti.

O gece arkadaşları hiç uyumamışlar, Telmiha'nın
sözlerini düşünerek, yataklarında kıvranıp durmuş­lardı. Kendi inanç ve
düşünceleri ile Telmiha'nınkini karşılaş­tırmışlar, her defasında Telmiha galip
çıkmıştı. Gece sabah olur olmaz Telmiha'ya koşarak onun sözle­rini doğru
bul­duklarını,  onun Allah'ına inandıklarını itiraf ederek, Telmiha ile
kucaklaşmışlardı. O da sevinç gözyaşlarını dökerek, Allah'a şükretmişti.

Bir müddet sonra gençlerden biri ileri atılarak
şunları söyledi:

- Beni yaratanın büyük bir kuvvet sahibi
olduğunu anlamış, eşsiz ve tek bir varlık olduğuna inanmış bulu­nuyorum.



Bundan sonra hepsi hemfikir olarak:

- Bizim Rabbimiz bütün göklerin ve yerin
Rabbidir. Biz O'ndan başka bir ilah tanımıyor ve O'ndan başka­sına ibadet
etmiyoruz. Andolsun ki, bunun aksini söy­lersek hakikatten uzaklaşmış oluruz,
dediler.

Bu gençler artık o günden sonra her gün birinin
evinde toplanmaya başladılar. Allah'a dua ve ibadet edi­yorlardı. Onların bu
hâlleri yavaş yavaş duyulmaya baş­ladı. Bilhassa Telmiha'yı halk arasında tarif
ile tanı­yama­mak mümkün değildi. "Acizdi, aklını kaybetmişti, bir ruh hastası
idi." Halk artık onu bu şekilde anmaya başlamıştı. Eve de pek gitmiyordu, onlar
da inanmıyorlardı. Tek te­selliyi kırlarda, bayırlarda dolaşmakta buluyordu.



Yine böyle bir gün idi. Şehirden oldukça
uzaklaş­mıştı ki, bir çobana rast geldi. Selâm verdi, gitti yanına oturdu. Bir
zaman sessiz oturdular. Sonra sessizliği bozan çoban oldu. Telmiha'ya:

- Sana şehirde iyi sözler söylemiyorlar, dedi.

O zaman Telmiha şehrin dışında gecelediği bir
günü hatırladı:

Sabah oluyordu, günahkarlar vadisi ışıklarla
ay­dın­lanmaya başlamıştı. Kainat uyanıyordu. Gökte hilâl kay­bolmuş, yıldızlar
sönmüş, karanlığın sonsuz âlemi kay­bolmuş, canlılar kıpırdanmaya başlamıştı.
Işıklarla beraber sesler artıyor, tüm yaşayanlar uyanıyordu. Gü­neşin ka­ranlık
ufukları yırtarak doğuşu sadece yeryü­zünü aydın­latıyordu.

İnsanlar yine ruhî karanlıkta idiler. Vicdan
kapıları kapanmış, günah kapıları ardına kadar açılmıştı; in­sanlar kötü yola
sapmışlardı. Putperest Dekyanus şeh­rinin (Tar­sus) dağlarında güneş ışıl ışıl
ışımıştı. Yemye­şil ovalarda çobanlar sürülerini yaymaya başlamışlardı.



Güneş bir mızrak boyu yükselmişti. O hâlâ elleri
se­mada ve gözleri sonsuzluğa çevrilmiş bir heykel gibi ayakta dimdik ve
hareketsizdi. Toprağa diz çöktüğü za­man güneş gurup etmek üzereydi. Şimdi ise,
doğu­yordu. Bir uzun gündüz ve gece nasıl çabucacık geçi­vermişti. O her zaman
böyleydi, ellerini semaya kaldı­rıp Yaratan'a yalvarmaya başladı mı saatler
birbirini kovalar, günler ve geceler bir dakika kadar kısalırdı. O, "Allah'ım!
Bana ha­kikî varlığını bildir." diye yalvar­maya başladı mı zamanın ve mekanın
dışına taşardı sanki.

Güneş gözlerine doldu, fakat gözlerini
kamaştır­madı.

"Şükürler olsun sana Allah'ım! Bizi bir yeni
güne daha kavuşturdun. Senin nimetlerini bugün de görü­yo­rum. Çimenin
yeşilinde, ağacın çiçeğinde, dalın meyve­sinde, meyvenin kokusunda, lezzetinde
senin nimetlerin­den olmanın hazzı ve lezzeti var. Eminim o taş parçala­rından
hiçbiri bunları var edemez, beni affet, seni geç du­yabildim, yemin olsun sana
inanıyorum."

 Sonra yine çobanın dediklerini duymaya başladı.



- Deli, sapık ve daha neler demiyorlar ki, sen
haki­ka­ten böyle misin? Benim böyle şeylere aklım ermez. Fakat sen hiç o
vasıfta bir kimseye benzemiyorsun, ne­den bu duruma meydan veriyorsun? Sonra
ilahları­mıza küfredi­yormuşsun, bunlar doğru mu? Bana giz­lemeden söyle açıkça
inanacağım; çünkü sen daha önce İmparator'un en güvendiği gençlerden biri idin.
Senin yalan söz söyledi­ğini duymadım. Bugün ise İmparator Dekyanus'un can
düşmanı imişsin.

Gençler arasında seni örnek göstermeyen bir asil
ai­leye rastlanmıyordu. Halbuki şimdi sana hep gazap edi­yorlar. Bunun sebebi
nedir? Tanrılarımızdan başka­sına mı inanıyorsun? Eğer bir şey varsa, bana da
anlat, inandığın tanrını bana tarif et. Eğer bizim ilahımızdan daha kuvvetli ve
daha kudretli ise ben de senin inandı­ğına tapacağım. Yok eğer yalancı isen,
iftira ediyorsan, putlarımız seni müthiş bir felâkete uğratırlar, gazap ve
intikamlarından kurtulamazsın.

- Hayır, hayır. Sen yalancısın, sen sapıksın,
sen de­li­sin. Bir taş ve toprak parçasından medet umuyorsun. Halbuki benim
Allah'ım birdir, dâim ve bâkidir, doğ­ma­mıştır, doğurulmamıştır ve hiçbir kimse
onun dengi ola­maz.

Sen benim Allah'ımdan hâlâ korkmuyorsun da
putla­rın gazabından, intikamından bahsediyorsun!

Halbuki şu âlemi, arzı, semayı halk eden senin
ila­hın değil, benim Rabbimdir. Sen ve senin gibi sayısız insan toplulukları,
yüz yıllar boyunca şu âlemde ölüp göç etti­ler.

Şimdi bana dön ve iyi dinle:

Kardeşlerimi en büyük sevgilerden,

Allah'larından ayırdın,

Gündüzlerden aldın,

Tükenmez gecelere bıraktın.

Yaşarlarken bir mezar hayatı,

Hazırladın onlara...

 

Ama günü gelince,

Uyanacaklar,

Üzerlerine yığdığın günahı tekmeleyecekler,

Silkinip kalkacaklar.

Bu muhakkak.

Ancak sana nelerin hazırlandığını

Düşünemiyorum... Bilmiyorum.

O kadar yedi kat yerin dibindesin ki...

Çoban ürperdi. Kara, tipiye tutulmuşçasına
titredi. Sessizlik ve gece onu büsbütün perişan ediyordu, yal­va­rırcasına:

- Konuş, daha konuş, ey kardeşim, dedi.

Sonra daha fazla dayanamayarak Telmiha'nın
boy­nuna atıldı ve kucaklaşarak öpüştüler. Böylece ha­kikat-i ilahî ona da
tecelli etmişti. Bu Keşeftatayyuş idi. Sonra endişe ile:

- Korkuyorum ey Telmiha, dedi.

Kaçalım bu melun şehirden ve halkından.
İmpa­rator bizi sağ koymaz, muhakkak öldürür. Evet, Dekyanus kötü ve zalimdir,
intikamı feci olur.

- Ey kardeşim, sen kendini rahat tut, bize kimse
bir şey yapamaz. Bizi yaratan Allah'ımız muhakkak bizi ko­ruyacaktır. Bugün
arkadaşlarımla görüşelim. Sen de gel aramıza, orada karar kılarız.

Akşam yine arkadaşlarından birinin evinde
top­lan­dılar. O gece İmparator'un yakınlarından biri onla­rın toplandıkları
yere çıkageldi ve onları ibadet eder­ken gördü, bütün hiddetiyle:

- Bu yaptığınız nedir? diye sordu.

- Milletimiz, İmparator Dekyanus ve hepiniz
taş­lara ibadet ediyorsunuz. Muhakkak ki sizler büyük bir sapıklık üzere
bulunmaktasınız. Biz artık bu dalaletten, bu putpe­restlikten sarfınazar ettik.
Artık hak üzereyiz. Gördüğün gibi biz, yeri, göğü ve her ikisi arasında mevcut
bütün her şeyi yoktan var eden Allah'a ibadet etmekteyiz. Senin de bize
katılmanı ve kurtuluşa ka­vuşmanı istiyoruz, dediler.

Adam:

- Ben ecdâdımın dinini terk edip de başka bir
din ka­bul edemem, ben onları bu şekilde buldum. Onların izinde gideceğim, dedi.

Gençler bu adamı, yeni inandıkları dine sokmak
için hayli uğraştılar. Fakat adam kabul etmedi. Onlar­dan ayrı­lır ayrılmaz,
soluk soluğa hemen İmparator'un karşısına çıktı. Orada gördüklerini hiç eksiksiz
hepsini anlattı. İm­parator'un etrafında toplanan bu gençlerin, İmparator'un
dinini terk edip yeni bir dine girdiklerini haber verdi. İm­parator fena gazaba
gelmişti, kendi mensup oldukları dini terk ettiklerinden dolayı onları şiddetli
bir azap ile ceza­landıracağına and içti.

Gençler bu adamın doğruca İmparator'a
gidece­ğini, kendilerinden şikayette bulunacağını ve İmpara­tor'un da
kendilerine kızıp öfkeleneceğini, yakalatıp derhal öldür­mek isteyeceğini
anlamışlardı. Hemen va­kit geçirmeden durumu aralarında istişare ettiler.
Dü­şündüler, taşındılar, nihayet onlar İmparator'dan evvel davranıp, şehri terk
edeceklerini kararlaştırarak ayrıl­dılar.

[2]

 

 




[1]
A'raf, 7/84



[2]
Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.