Fecir | Konular | Kitaplar

ŞEHADET..

ŞEHADET

ŞEHADET

Hazır olma; kesin haber;
insanın kat'i olarak bildiği bir şeyi, Yüce Allah'ın huzurunda olduğu kanaatiyle
dosdoğru haber vermesi, şahitlik etme, tanıklık; açık belirti; şehîd olma,
şehîdlik; yemin, bildiği şeyleri itiraf etme.
Şehâdet, arapça bir kelime olup
"Şe-hi-de" fiilinden türeyen bir mastardır. Aynı zamanda, müstakil bir isim
olarak da kullanılır. "Şühûd" ile eş anlamlıdır. Zıddı, "gayb"dır. Bilinen,
görünen âleme şehâdet alemi dendiği gibi, görünmeyen âleme de gayb âlemi denir.
Şehâdet'in ismi faili, "şâhid"
dir. O da, bir yerde bulunan, bir şeyi gören ve gördükleri ile bildikleri
konusunda bilgi veren kimse, tanık, bir akdin yapılması sırasında taraflardan
birinin yanında hazır bulunan, doğrulayan, ispat eden, Allah'ın birliğine
şehâdet eden demektir. Şehâdet'in çoğulu, şehâdât'dır.[1]

Şehâdet kelimesi, "Eşhedu en la
ilâhe illâllah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu" olarak bilinen
Tevhid cümlesidir. "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
onun kulu ve resulü olduğunu şehâdet ederim" demektir.
Bu cümle, bir nevi İslâm dinine
giriş sayılır. Bu cümleyi inanarak söyleyen kişi, imân sahibi olarak kabul
edilir. Şehâdet kelimesi, imân esaslarının özeti durumundadır.
Şehâdet kelimesinde, Allah ve
Rasûlü hakkındaki imân ve inanç duyguları itiraf edildiği, dile getirildiği
için, ona şehâdet kelimesi denmiştir.
Şehâdet parmağı ise, şehâdet
getirilirken, kaldırılan baş parmaktan sonraki işâret parmağıdır.
Şehâdet kelimesi, Kur'an'da 20
küsûr yerde geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, 150 civarında
yerde bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kur'an'da: "(O
gün) şahidlik edene, şahidlik edilene (görenlere ve görülenlere) andolsun ki"
(el-Bürûc: 85/3) diye buyurarak şehâdet konusu ile yemin etmiştir. Bu vesileyle,
şahâdetin önemine işâret buyurmuştur.
Kur'an'da, İsâ (a.s)'a tam
inanan, onunla berâber Allah'ın yoluna baş koyan, bu uğurda her şeylerini fedâ
eden havarilerden bahsedilirken, şöyle dua ettikleri haber verilmiştir:
"Rabb'imiz, senin
indirdiğine inandık; peygambere uyduk. Bizi şahitlerle beraber yaz" (Alî
İmran: 3/53).
Hz. Muhammed (s.a.s)'e de tam
manasıyle inanan kamil imân ehli de, aynı şekilde dua etmişlerdir ve onların da
duaları Kur'an'da haber verilmiştir: Resûle indirilen Kur'an'ı dinledikleri
zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.
"Derler ki: Rabb'imiz, inandık; bizi şâhidlerle yaz!" (el-Mâide: 5/83).
Şehâdet'i çeşitli yönlerden ele
alıp incelemek, üzerinde durup açıklamak mümkündür. Her şeyden önce Kur'an,
şehâdeti dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve âhiret hayatındaki
şehâdet diye üç kısma ayırmıştır.
Birincisi, Allah ile insan
arasındaki ezelî mukavele sırasında, insan yaptığı şehâdettir:
"Rabb'im, Ademoğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak:
Ben sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti). "Evet, buna şâhidiz!" dediler.
Kıyâmet günü, Biz bundan habersizdik!" demeyesiniz" (el-A'raf, 7/172).
Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah,
âhirette peygamberler ve insanların kendi vücut organlarının şehâdette
bulunacaklarını haber vermiştir. Allah'ın her şeyi gördüğü, insanların
yaptıkları her şeyin şahidi olduğu, çeşitli âyetlerde dile getirilmiştir. Bu
âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
"De ki: "Ey kitâb ehli,
Allah yaptıklarınızı görüp dururken neden Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz?" (Alî İmran, 3/98).
"Biz onlara, ufuklarda ve
kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın gerçek olduğu,
onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şâhid olması, (her şeyi görmesi
sana) yetmez mi?" (Fussilet, 41/53)
"O (Allah) ki, göklerin ve
yerin mülkü kendisine aittir. Allah, her şeye şâhiddir." (el-Bürûc, 85/9)
Kur'an, Allah'ı insana şah
damarından daha yakın olarak tanıtmaktadır:
"Andolsun insanı biz
yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah
damarından daha yakınız" (Kaf, 50/16).
İnsanlar daima Yüce Allah'ın
kontrolü altında bulunduklarına, âhirette her yapılanın ortaya çıkarılacağına
inanarak hareket ettikleri zaman, daima kötülüklerden uzak olurlar. Bu inançtan
uzak olan bir insan, her fırsatta dilediği kötülüğü yapar. Yeryüzündeki hiç bir
hükümdar, insanları her zaman ve her yerde kontrol altında tutamaz. İnsanlar
tenha yerlerde, onların kontrollerinin dışında kalınca, kuralların dışına çıkar
ve diledikleri gibi hareket ederler. Ama her zaman ve her yerde Allah'ın
kontrolünün altında olduğuna inanan insanlar, hiç bir zaman ve hiç bir yerde,
Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket edemezler. Çünkü onların, Allah'ın
murakabesinin dışında hiç bir yerleri ve zamanları yoktur. Âhirette Yüce
Allah'ın iyi ve kötü, her türlü hareketleri için şehâdette bulunacağına inanır
ve ona göre iyi hareketlerde bulunurlar. Bu inanç, insan hayatında bu derece
olumlu yönden etkili olmaktadır.[2]

Yukarıda arzedilen âyette ifâde
edildiği gibi, Yüce Allah'ın insanlara şah damarından daha yakın olduğunu
düşünmek ve ona göre hareket etmek, insanı ihsan (iyilik) denilen yüce bir
mertebeye de ulaştırır. İhsan, insanın Allah ile beraber olma şuuruna ulaşması
demektir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s)'e: "İhsan nedir?" diye sorulunca, şu
cevabı vermiştir: "Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibâdet etmektir. Her ne
kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor"[3]

Yüce Allah'ın başka bir âyette:
"Muhakkak ki Rabb'in, her an gözetlemededir" (el-Fecr, 89/14) demesi, bu
konuyu ne kadar da te'kid etmektedir!... Bu konu Kur'an'ın daha bir çok yerinde
anlatılmakta ve insanlara bu inanç aşılanmaktadır.[4]

Bilindiği gibi, Allah'ın
isimlerinden biri de "Şehîd' dir.
Yüce Allah her ümmete peygamber
göndermiştir. Bu peygamberler de âhirette ümmetleri hakkında şahâdette
bulunacaklardır. Bu hususu açıklayan bir âyetin meâli şöyledir:
"Her ümmetten (inançlarının
bozukluğuna, işlerinin kötülüğüne tanıklık edecek) bir şahit getirdiğimiz zaman,
(halleri) nice olur?" (en-Nisâ, 4/41).
Bu âyette bildirildiği gibi,
her peygamber âhiret gününde ümmeti hakkında şehâdette bulunacak. Hz. Muhammed
(s.a.s) ise, hem kendi ümmeti ve hem de geçmiş peygamberler ve ümmetleri
hakkında şahâdette bulunacaktır.[5]
Peygamberlerin şahâdetleri hakkında da çok âyet vardır.[6]

Sahabeden İbn Mes'ud (r.a) sık
sık Hz. Muhammed (s.a.s)'e Kur'an okurdu. Kendisinden rivâyet edildiğine göre,
Hz. Muhammed (s.a.s) bir gün onu çağırmış ve kendisinden Kur'an okumasını
istemiş. O da güzel sesi ile en-Nisâ suresini tatlı tatlı bir şekilde okumaya
başlamış. Yukarıda meâli sunulan 41. âyete geldiği zaman, Hz. Muhammed (s.a.s)
ağlamaya başlamış ve İbn Mes'ud'a; kafi diyerek okumasını kesmiştir.[7]

Kur'an'ın başka bir yerinde, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in ümmeti için şahâdette bulunacağı ve ümmetinin de diğer
insanlar için şahâdette bulunacakları haber verilmiştir:
"Allah uğrunda, O 'na
yaraşır şekilde cihâd edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi.
(Sizin dininizi de) babanız İbrahim'in dini (gibi geniş kapsamlı yaptı,
daraltmadı). O (Allah) bu (Kur'an)'dan önce (ki kitaplarda) da, bu (Kur'an)'da
da size "Müslümanlar" adını verdi ki peygamber size şâhid olsun, siz de
insanlara şâhid olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın.
Sahibiniz O'dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır (O)!" (el-Hac,
22/78)
Âhiretteki şahâdetin biri de,
insanların kendi benliğinin, hatta kendi vücut azalarının kendisi hakkındaki
şahâdetidir. Kur'an bu noktada insanın cildinin, elinin, ayağının, kulağının,
gözünün şahâdetinden bahsetmektedir. Bu hususta bilgi sunan bazı âyetlerin meâli
şöyledir:
"O gün ki dilleri, elleri ve
ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir" (en-Nur, 24/24).
"O gün ağızlarını
mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder" (Yâsin,
36/65).
"Nihâyet oraya vardıklarında
kulakları, gözleri ve dilleri yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik
ettiler. Derilerine dediler ki: "Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?" (Derileri):
"Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu." İlk defâ sizi O yaratmıştı.
İşte O'na döndürülüyorsunuz. Siz (günahları işlerken) kulaklarınızın,
gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden gizlenmiyordunuz.
Yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz" (Fussilet,
41/20-22).
Âhiret gününe samimi olarak
inanan, imân eden ve vücud organlarının o gün haklarında bu şekilde şahâdette
bulunacağını düşünen insanlar, daima en güzel şekilde yaşamaya çalışırlar. Bütün
benlikleriyle, aleyhlerinde suç teşkil edecek olan her türlü süfli ve zararlı
hareketlerden uzak dururlar.
Çünkü şehâdet olarak, dünya
hayatındaki şehâdete gelince; bu insan hayatında son derece önemli rol oynayan
bir meseledir. Sosyal bir varlık olan insan, dünya hayatında âhiret hayatı için
hazırlık içinde bulunduğu, bu istikâmette çeşitli ibâdetleri edâ ettiği gibi,
dünya hayatı içinde değişik çalışmalarda bulunmaktadır. Hayatını devam ettirmek
ve daha rahat bir hayat sürdürmek için, birçok kazanç yollarına baş vurmakta ve
farklı insanlarla münabeset içinde bulunmaktadır. İster âhiret için yaptığı
ibâdetlerde ve ister dünya hayatı için gösterdiği çabalarda problemleri olmakta
ve her iki hususta da şehâdet konusu ile karşılaşmaktadır. Dünya hayatındaki bu
şehâdet hakkında çeşitli âyet, hadis ve fikhî kaideler vardır. Her şeyden önce
Yüce Allah Kur'an'da şehâdeti adaletle, sadece Allah rızası için yapmayı
emretmiş ve "Şehâdeti, Allah rızası için tam bir şekilde yerine getirin"
(et-Talak, 65/2) diyerek bu ilâhî emri dile getirmiştir.
Bu husustaki diğer bazı
emirleri sergileyen bir âyetin meâli de şöyledir:
"Ey inananlar! Allah için
adâletle şâhitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi
adâletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun;
şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır" (el-Maide, 5/8).
Kur'an'ın en uzun âyeti,
el-Bakara 282. âyetidir. Bu âyette, şahâdetle ilgili bir çok husus, açıklıkla
dile getirilmiştir. Ondan sonra gelen âyette de, şehâdeti gizlememe hususu taleb
edilmiştir.
"Şahitliği (gördüğünüzü)
gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır (daima vicdan azabı çeker). Allah
yaptıklarınızı bilir" (el-Bakara, 2/283).
Şehâdet konusuna İslâm
hukukunda büyük önem verilmiştir. Bütün fıkıh kitaplarında, şehâdet konusu
müstakil bir başlık altında ele alınmış ve geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Şehâdetle ilgili çeşitli fıkhî
terimler vardır. Önce bu terimleri kısa bir şekilde açıklayalım:
İslâm hukuku açısından şehâdet,
herhangi bir kimsenin, birinin başka bir şahısta olan hakkını ispat için,
şehâdet lafziyle hâkimin huzurunda verdiği haberdir. "Filan kişinin, falan
şahıstan şu kadar alacağı olduğuna şahâdet ederim" denilmesi gibi. Böyle bir
şehâdette bulunan kişiye "şâhid", lehine şehâdet yapılana "meşhûdün leh",
aleyhine şehâdet yapılana da "meşhûdün aleyh" ve şehâdet konusu olan mes'eleye
de "meşhûdün bih" denir.
Bir insan şahid olarak
gösterildiği zaman, şahitlikte bulunmaktan kaçınmaması lâzımdır ve bildiğini
doğru olarak, olduğu gibi söylemesi gerekir. Ancak zina yapma, içki içme gibi
had cezasını gerektiren hususlarda şahitlik yapan muhayyerdir yani serbesttir.
İsterse doğru söyler ve isterse suçlunun ayıbını örter. Başkasının kusurunu
örtmek, daha iyi olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak şehâdet konusunda,
şahitte aranan bazı şartlar vardır. Şâhidin müslüman, akıllı, baliğ, hür, adalet
sahibi (güvenilir), görme ve konuşma yeteneğine sahip olması ve başkasına zina
iftirasından dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunması gerekir. Bir de
şahitlikte "şehâdet" lafzını kullanması icâb eder. Ben bilirim, bence böyledir,
zannedersem gibi sözler, şehâdet için yeterli değildir.
Bir kişinin annesi, babası,
ninesi, dedesi, çocukları, torunları ve eşi lehine yaptığı şahitlik kabul
edilmez. Bir de kişinin kendi ortağı lehine yaptığı şehâdetteki gibi, menfaatını
ilgilendiren hususlardaki şahitliği de kabul edilmez. Aralarında düşmanlık
bulunan kişilerin hissi davranmaları ihtimali olduğu için birbirleri aleyhindeki
şahitlikleri de muteber değildir. Kısacası, herhangi bir tarafın haksızlığa
uğraması ihtimali olduğu hususlardaki şahitlik, İslâm fıkhında kabul
görmemiştir. Bazı insanlarda bulunan İslâm ahlâkına aykırı kötü huy ve işlerden
dolayı bu gibi kişilerin şahitlikleri tartışılmış ve alimlerin çoğu tarafından
uygun görülmemiştir. Bir de, şahitlik davaya uygun düşerse, kabul edilir. Eğer
davaya aykırı bir durum arzederse, kabul edilmez.[8]

Bir bakıma şehâdeti dört kısma
ayırmak mümkündür:
1- Zina ile ilgili
şehâdet. Bu husustaki davanın kabul görmesi için, dört erkek şâhidin şehâdette
bulunması gerekir.
2- Zinanın dışında, had
ve kısası gerektiren hususlardaki şehâdet. Bu hususlar için iki erkek şâhidin
şehâdeti gerekir.
3- Bunların dışında
kalan çeşitli hukukî konularla ilgili şehâdet. Bu hususlarda iki erkeğin
şehâdeti gerekir. İki erkek bulunmayınca bir erkek ve iki kadının şehâdeti
geçerlidir.
4- Yalnız kadınların
bulunabileceği hususlarla ilgili şehâdet. Bu gibi hususlarda erkeklerin değil,
kadınların şehâdeti muteberdir. Doğum, bekâret ve erkeklerin muttali
olamayacağı, ancak kadınların bulunabileceği veya bakabileceği yerlerdeki
kadınların ayıpları ile ilgili konularda, bir kadının şehâdeti yeterlidir.[9]

Bir de, şehâdet konusunda
şahitlikten dönme meselesi vardır. Şahitler hâkim tarafından henüz hüküm
verilmeden önce şahitliklerinden dönerlerse, şahitlik düşer ve şahitlerin
herhangi bir tazminat ödemeleri gerekmez.
Ancak, hâkim şahitlerin
şehâdetine dayanarak hüküm verdikten sonra, şahitler şahitlikten dönerlerse,
hüküm bozulur ve şahitlerin de, şehâdetleri nedeniyle sebep oldukları zararı
ödemeleri icâb eder. Şahitlerin şehâdetten dönmeleri, ancak hakimin huzurunda
olunca geçerli olur.[10]

Yukarıda ifâde edildiği gibi,
zina hakkındaki şehâdet, dört erkek şahidin şehâdeti ile olur. Zina suçlamasında
bulunan herhangi bir kişi, dört erkek şahitle bunu ispat edemezse, kendisinin
bir daha şahitliği kabul edilmez ve aynı zamanda, iftira suçundan dolayı
kendisine seksen değnek vurulur. Bu husus Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir:
"Namuslu kadınlara (zina
suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şâhid getirmeyenlere
seksen değnek vurun ve artık onların şâhitliğini asla kabul etmeyin. Onlar
yoldan çıkmış kimselerdir" (el-Nur, 24/4).
Herhangi bir adam, kendi
hanımının zina ettiğini söylerse, onun da dört erkek şahid getirmesi gerekir.
Getiremediği taktirde, hâkimin huzurunda dört defâ: "Vallâhi, bu sözümde doğru
olduğuma şâhitlik ederim" der; beşinci defâda; "Eğer bu hususta yalan
söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun" der. Hanımı da buna karşılık
dört defâ: "Vallâhi benim kocam bu konuda yalan söylüyor" dedikten sonra,
beşinci defâda; "Eğer benim kocam bu iddiasında doğru ise, Allah'ın laneti benim
üzerime olsun" der.[11]
Adam böyle bir iddiadan sonra şâhid getirmez ve böyle yemin de etmezse, iftira
cezasına çarptırılır. Bu şekilde yemin etmekle, bu cezadan kurtulur. Kadının bu
şekilde yemin etmesi de onu zina cezasından kurtarır. Yemin etmediği takdirde,
suçu kabullenmiş olur ve zina cezasına çarptırılır. Bu olaya, İslâm hukukunda "liân"
denir. Bu şekilde karşılıklı liânda bulunan karı kocanın nikâhı, hâkim
tarafından fesh edilir ve bu karı koca birbirinden ayrılır.[12]

Bu liân ile ilgili âyetlerden
anlaşıldığı gibi, şehâdet yemin manasına da gelmektedir.
Şehâdet'in ifâde ettiği diğer
bir husus da, şehîd olmadır. Şehâdet, aynı zamanda şehîdin mastarıdır. Şehîd,
Allah rızası için, O'nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona
bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması, veya
onun Yüce Allah'ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin
hazır bulunması yahut da ruhunun doğrudan Cennet'te bulunması ya da Allah
tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.[13]

Şehâdet ve şahitlik hususunda
dikkat edilecek önemli bir nokta da, yalan yere şahitlikte bulunmaktan
kaçınmadır. Yüce Allah, yalan yere şahitlikte bulunmaktan kaçınanları Kur'an'da
övmüştür:
"Onlar ki yalan şâhidlik
etmezler. Boş laf konuşanlara rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip
giderler" (el-Furkan, 25/72).
Hz. Muhammed (s.a.s.), bir gün
yanında hazır bulunanlara:
"Size büyük günahların en
büyüğünü haber vereyim mi?" diye sormuş ve aynı soruyu üç kere
tekrarlamıştır. Hazır bulunanlar:
"Buyurunuz ya Resûlüllah!.."
demişler. Bunun üzerine, Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle devam etmiştir:
"Allah'a eş ve ortak koşmak,
anne ve babaya isyân edip onlara karşı olan vazifeyi yerine getirmemek." O
sırada bir yere dayanmakta olan Hz. Muhammed (s.a.s.) doğrulup oturmuş ve şöyle
devam etmiştir:
"İyi dikkat edin! (Üçüncüsü
de), yalan yere şehâdette bulunmaktır." Hz. Muhammed (s.a.s.) bu son cümleyi
o kadar tekrar tekrar söylemiş ki, orada bulunan cemâat, içlerinden keşke susup,
bir daha söylemese, diye düşünmüşler.[14]

Bu kadar geniş mana taşıyan
şehâdetin İslâm kültüründe büyük bir yeri vardır.[15]
Şimdi şehid kavramıyla birlikte
ele alınması gereken ve aynı kökten gelen şehadet kelimesi üzerinde duralım.
Günlük hayatımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla kavradığımız ve şahid
olduğumuz birçok olay vardır. Bazı olaylar toplum hayatını derinden sarsar.
Bazen iki kişi arasında cereyan eder. İnsanların haklarını ve hürriyetlerini
muhafaza etmek, İslâm dininin temel hedeflerindendir. Haklar ve hürriyetler
ihtilâf konusu haline gelince, mahkeme hadisesi gündeme girer.
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman
edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hâkimler, insan)lar, adaletle şahidlik
eden (kimse)ler olun." (Maide: 5/8) Emri verilmiştir. Şehadet; başkasına ait
bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (yargının) sıhhati için ihbar
etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek şehadet değildir. Zira Resûl-i Ekrem
(sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehadet et!.. Aksi takdirde yapma."[16]
emrini vermiştir. Fûkaha; "Şehadet, iyice görüp anlama mânâsına gelen
müşahede'den türemiştir. Ferd için şüphesiz ve yakinî bilgidir."[17]
diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehadet; Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icma
ile sabit olan, kaza (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i
Ekrem (sav) kendisine bir dava intikal edince, şahid getirmelerini talep
etmiştir.[18]
Kadı (hakim) hüküm verirken; şahidlerin beyanına ve diğer delilleri dikkate
almak mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, diğer bir şahısta
bulunan hakkını almak için, belirli lâfızlarla ve hâkim (kadı) huzurunda vâki
olan doğru ihbara şehadet denilir."[19]
tarifini benimsemiştir. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye Şâhid denir. Lehinde
şehadet edilen kimseye meşhûdün leh, aleyhinde şehadet edilen şahsa meşhûdün
aleyh ve şehadet edilen hususa da meşhûdünbih denilir.[20]
Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar
vasıtasıyla hakları korur."[21]
buyurduğu bilinmektedir. İnsanların hakları ve hukuklarıyla ilgili konularda
şahidlikten imtina etmek, büyük bir cürümdür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Şahidler çağrıldıklarında (şahidlik etmekten) kaçınmasınlar." (Bakara:
2/282) emri verilmiştir. Müşahede ettiğini ikrar etmeyen, insanların haklarını
ve hürriyetlerini korumayan (adâletin tahakkukuna engel olan) her mükellef,
fısk-û fücûrun yayılmasına vesile olur. Elbette bu durum; Allahû Teâla (cc)'nın
indirdiği hükümlerle amel eden mahkemelerle ilgilidir. İnsanların hevâ ve
heveslerinden kaynaklananan kanunlarla hükmeden mahkemeler, İslâmî bir özellik
taşımaz.
Kur'ânı-ı Kerîm'de; her
mükellefin ferdî ve ictimâı planda şâhid olabileceği hadiselerden de
bahsedilirken Şehide fiili kullanılmıştır. Mesela: "(O sayılı günler) ramazan
ayıdır ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden
ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda (levh-i mahfuzdan semâ-i dünyaya)
indirilmiştir. İçinizden kim o aya şahid olursa (Şehide) oruç tutsun..."
(Bakara: 2/185) Ramazan ayına şâhid olmak; şehide fiilinin masdarı olan bir
kelime ile ifade olunmuştur. Dolayısıyla o ayda, bilfiil hazır olmak
mânâsınadır. Yine birçok âyette geçen âlimu' l-gaybi ve'ş-şehadeti ibaresindeki
şehadet âlemi; insanların duyularıyla kavradığı ve hazır olduğu âlemdir.
İnsanların şehadeti, değişik
alanlarda da gündeme girebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece sizi
vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu
peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye..." (Bakara: 2/143)
hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet)
tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûl-i Ekrem (sav) haber
vermiştir.[22]
İmam-ı Şafii (rha) adalet mefhumunu izah ederken: "adâletten murad; Allahû Teâla
(cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"[23]
diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Dikkat edilirse müslümanlar; insanlara
karşı hakikatin şahidleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'de, müslümanların üzerine tam
bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni
hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab:
33/45) buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) bütün peygamberlerden ve onların
ümmetlerinden misak aldığı, onları birbirlerine şahit tuttuğu kat'i nasslarla
sabittir. Esasen daha ruhlar âleminde iken şehadet hadisesi gündeme girmiştir.
Bu şahitlik hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde haber verilmektedir:
"Hatırla ki Rabbin, Âdem
oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid
tutmuş (ve) `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'(demişti) Onlar da: `Evet,
Rabbimizsin, şahid olduk' demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü:
`Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindir. Yahud, `daha evvel atalarımız
şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen (atalarımızın izinden ayrılmayan)
bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk
edecek misin?' dememeniz içindir?" (A'râf: 7/172-173)
Ruhlar âleminde gerçekleşen
misak olayında iki unsur vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki ikrarı ve teklifi. İkincisi: "İnsanların kendi
nefislerine şahid tutulup "Evet, Rabbimizsin!.. Şahid olduk" şeklindeki
tasdikidir. Molla Hüsrev: "Bu hâdisede icap ve kabul teşekkül etmiştir. Bunun
tabiî sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler çıkmıştır.
Buna emânet denilir."[24]
hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; şâhid olma (şehadet) hadisesi ruhlar
âleminde başlamıştır. Yeryüzünde mü'minlerin hakikatin şâhidleri olması ve
Peygamber Efendimiz (sav)'in şâhidliği, derin temellere dayanmaktadır. Bütün bu
unsurlar dikkate alındığı zaman; şehid ve şehadet kavramı daha net olarak
kavranabilir.[25]

Hazır olma; kesin haber;
insanın kat'i olarak bildiği bir şeyi, Yüce Allah'ın huzurunda olduğu kanaatiyle
dosdoğru haber vermesi, şahitlik etme, tanıklık; açık belirti; şehîd olma,
şehîdlik; yemin, bildiği şeyleri itiraf etme.
Şehâdet, arapça bir kelime olup
"Şe-hi-de" fiilinden türeyen bir mastardır. Aynı zamanda, müstakil bir isim
olarak da kullanılır. "Şühûd" ile eş anlamlıdır. Zıddı, "gayb"dır. Bilinen,
görünen âleme şehâdet alemi dendiği gibi, görünmeyen âleme de gayb âlemi denir.
Şehâdet'in ismi faili, "şâhid"
dir. O da, bir yerde bulunan, bir şeyi gören ve gördükleri ile bildikleri
konusunda bilgi veren kimse, tanık, bir akdin yapılması sırasında taraflardan
birinin yanında hazır bulunan, doğrulayan, ispat eden, Allah'ın birliğine
şehâdet eden demektir. Şehâdet'in çoğulu, şehâdât'dır (Rağıb el-İsfâhânî,
el-Müferedât, Mısır 1961, 267 vd. "şehide" mad.).
Şehâdet kelimesi, "Eşhedu en la
ilâhe illâllah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu" olarak bilinen
Tevhid cümlesidir. "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
onun kulu ve resulü olduğunu şehâdet ederim" demektir.
Bu cümle, bir nevi İslâm dinine
giriş sayılır. Bu cümleyi inanarak söyleyen kişi, imân sahibi olarak kabul
edilir. Şehâdet kelimesi, imân esaslarının özeti durumundadır.
Şehâdet kelimesinde, Allah ve
Rasûlü hakkındaki imân ve inanç duyguları itiraf edildiği, dile getirildiği
için, ona şehâdet kelimesi denmiştir.
Şehâdet parmağı ise, şehâdet
getirilirken, kaldırılan baş parmaktan sonraki işâret parmağıdır.
Şehâdet kelimesi, Kur'an'da 20
küsûr yerde geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, 150 civarında
yerde bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kur'an'da: "(O gün)
şahidlik edene, şahidlik edilene (görenlere ve görülenlere) andolsun ki"
(el-Bürûc, 85/3) diye buyurarak şehâdet konusu ile yemin etmiştir. Bu vesileyle,
şahâdetin önemine işâret buyurmuştur.
Kur'an'da, İsâ (a.s)'a tam
inanan, onunla berâber Allah'ın yoluna baş koyan, bu uğurda her şeylerini fedâ
eden havarilerden bahsedilirken, şöyle dua ettikleri haber verilmiştir:
"Rabb'imiz, senin indirdiğine
inandık; peygambere uyduk. Bizi şahitlerle beraber yaz" (Alî İmran, 3/53).
Hz. Muhammed (s.a.s)'e de tam
manasıyle inanan kamil imân ehli de, aynı şekilde dua etmişlerdir ve onların da
duaları Kur'an'da haber verilmiştir: Resûle indirilen Kur'an'ı dinledikleri
zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.
Derler ki: Rabb'imiz, inandık; bizi şâhidlerle yaz!" (el-Mâide, 5/83).
Şehâdet'i çeşitli yönlerden ele
alıp incelemek, üzerinde durup açıklamak mümkündür. Her şeyden önce Kur'an,
şehâdeti dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve âhiret hayatındaki
şehâdet diye üç kısma ayırmıştır.
Birincisi, Allah ile insan
arasında ki ezelî mukavele sırasında, insan yaptığı şehâdettir:
"Rabb'im, Ademoğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak:
Ben sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti). "Evet, buna şâhidiz!" dediler.
Kıyâmet günü, Biz bundan habersizdik!" demeyesiniz" (el-A'raf, 7/172). Kur'an-ı
Kerim'de Yüce Allah, âhirette peygamberler ve insanların kendi vücut
organlarının şehâdette bulunacaklarını haber vermiştir. Allah'ın her şeyi
gördüğü, insanların yaptıkları her şeyin şahidi olduğu, çeşitli âyetlerde dile
getirilmiştir. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
"De ki: "Ey kitâb ehli, Allah
yaptıklarınızı görüp dururken neden Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?" (Alî
İmran, 3/98).
Biz onlara, ufuklarda ve kendi
canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın gerçek olduğu, onlara
iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şâhid olması, (her şeyi görmesi sana)
yetmez mi?" (Fussilet, 41/53)
"O (Allah) ki, göklerin ve
yerin mülkü kendisine aittir. Allah, her şeye şâhiddir." (el-Bürûc, 85/9)
Kur'an, Allah'ı insana şah
damarından daha yakın olarak tanıtmaktadır:
"Andolsun insanı biz yarattık
ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha
yakınız" (Kaf, 50/16).
İnsanlar daima Yüce Allah'ın
kontrolü altında bulunduklarına, âhirette her yapılanın ortaya çıkarılacağına
inanarak hareket ettikleri zaman, daima kötülüklerden uzak olurlar. Bu inançtan
uzak olan bir insan, her fırsatta dilediği kötülüğü yapar. Yeryüzündeki hiç bir
hükümdar, insanları her zaman ve her yerde kontrol altında tutamaz. İnsanlar
tenha yerlerde, onların kontrollerinin dışında kalınca, kuralların dışına çıkar
ve diledikleri gibi hareket ederler. Ama her zaman ve her yerde Allah'ın
kontrolünün altında olduğuna inanan insanlar, hiç bir zaman ve hiç bir yerde,
Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket edemezler. Çünkü onların, Allah'ın
murakabesinin dışında hiç bir yerleri ve zamanları yoktur. Âhirette Yüce
Allah'ın iyi ve kötü, her türlü hareketleri için şehâdette bulunacağına inanır
ve ona göre iyi hareketlerde bulunurlar. Bu inanç, insan hayatında bu derece
olumlu yönden etkili olmaktadır (Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'an, Beyrut 1971,
VII, 555 vd).
Yukarıda arzedilen âyette ifâde
edildiği gibi, Yüce Allah'ın insanlara şah damarından daha yakın olduğunu
düşünmek ve ona göre hareket etmek, insanı ihsan (iyilik) denilen yüce bir
mertebeye de ulaştırır. İhsan, insanın Allah ile beraber olma şuuruna ulaşması
demektir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s)'e: "İhsan nedir?" diye sorulunca, şu
cevabı vermiştir: "Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibâdet etmektir. Her ne kadar
sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor" (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 57;
Ebû Davûd, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel,
1, 27, 51,53, 219, II, 107, 426, IV, 129, 264).
Yüce Allah'ın başka bir âyette:
"Muhakkak ki Rabb'in, her an gözetlemededir" (el-Fecr, 89/14) demesi, bu konuyu
ne kadar da te'kid etmektedir!... Bu konu Kur'an'ın daha bir çok yerinde
anlatılmakta ve insanlara bu inanç aşılanmaktadır (Bk. Kaf, 50/17; es-Secde,
32/6; ez-Zümer, 39/46; el-Haşr, 59/22; el-Cum'a, 62/8; el-En'am, 6/19).
Bilindiği gibi, Allah'ın
isimlerinden biri de "Şehîd' dir.
Yüce Allah her ümmete peygamber
göndermiştir. Bu peygamberler de âhirette ümmetleri hakkında şahâdette
bulunacaklardır. Bu hususu açıklayan bir âyetin meâli şöyledir:
"Her ümmetten (inançlarının
bozukluğuna, işlerinin kötülüğüne tanıklık edecek) bir şahit getirdiğimiz zaman,
(halleri) nice olur?" (en-Nisâ, 4/41).
Bu âyette bildirildiği gibi,
her peygamber âhiret gününde ümmeti hakkında şehâdette bulunacak. Hz. Muhammed
(s.a.s) ise, hem kendi ümmeti ve hem de geçmiş peygamberler ve ümmetleri
hakkında şahâdette bulunacaktır (es-Savî, Hasiyetu Allâme es-Sâvî, Beyrut tsz,
1, 220). Peygamberlerin şahâdetleri hakkında da çok âyet vardır (Bk. el-Bakara,
2/143; el-Maide, 5/117; en-Nahl, 16/84; el-Kasas, 28/75).
Sahabeden İbn Mes'ud (r.a) sık
sık Hz. Muhammed (s.a.s)'e Kur'an okurdu. Kendisinden rivâyet edildiğine göre,
Hz. Muhammed (s.a.s) bir gün onu çağırmış ve kendisinden Kur'an okumasını
istemiş. O da güzel sesi ile en-Nisâ suresini tatlı tatlı bir şekilde okumaya
başlamış. Yukarıda meâli sunulan 41. âyete geldiği zaman, Hz. Muhammed (s.a.s)
ağlamaya başlamış ve İbn Mes'ud'a; kafi diyerek okumasını kesmiştir
(ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır 1977, 1, 247).
Kur'an'ın başka bir yerinde,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti için şahâdette bulunacağı ve ümmetinin de diğer
insanlar için şahâdette bulunacakları haber verilmiştir:
"Allah uğrunda, O 'na yaraşır
şekilde cihâd edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi. (Sizin
dininizi de) babanız İbrahim'in dini (gibi geniş kapsamlı yaptı, daraltmadı). O
(Allah) bu (Kur'an)'dan önce (ki kitaplarda) da, bu (Kur'an)'da da size
"Müslümanlar" adını verdi ki peygamber size şâhid olsun, siz de insanlara şâhid
olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. Sahibiniz O'dur.
Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır (O)!" (el-Hac, 22/78).
Âhiretteki şahâdetin biri de,
insanların kendi benliğinin, hatta kendi vücut azalarının kendisi hakkındaki
şahâdetidir. Kur'an bu noktada insanın cildinin, elinin, ayağının, kulağının,
gözünün şahâdetinden bahsetmektedir. Bu hususta bilgi sunan bazı âyetlerin meâli
şöyledir:
"O gün ki dilleri, elleri ve
ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir" (en-Nur, 24/24).
"O gün ağızlarını mühürleriz,
elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder" (Yâsin, 36/65).
"Nihâyet oraya vardıklarında
kulakları, gözleri ve dilleri yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik
ettiler. Derilerine dediler ki: "Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?" (Derileri):
"Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. " İlk defâ sizi O yaratmıştı.
İşte O'na döndürülüyorsunuz. Siz (günahları işlerken) kulaklarınızın,
gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden gizlenmiyordunuz.
Yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz" (Fussilet,
41/20,21,22).
Âhiret gününe samimi olarak
inanan, imân eden ve vücud organlarının o gün haklarında bu şekilde şahâdette
bulunacağını düşünen insanlar, daima en güzel şekilde yaşamaya çalışırlar. Bütün
benlikleriyle, aleyhlerinde suç teşkil edecek olan her türlü süfli ve zararlı
hareketlerden uzak dururlar.
Çünkü şehâdet olarak, dünya
hayatındaki şehâdete gelince; bu insan hayatında son derece önemli rol oynayan
bir meseledir. Sosyal bir varlık olan insan, dünya hayatında âhiret hayatı için
hazırlık içinde bulunduğu, bu istikâmette çeşitli ibâdetleri edâ ettiği gibi,
dünya hayatı içinde değişik çalışmalarda bulunmaktadır. Hayatını devam ettirmek
ve daha rahat bir hayat sürdürmek için, birçok kazanç yollarına baş vurmakta ve
farklı insanlarla münabeset içinde bulunmaktadır. İster âhiret için yaptığı
ibâdetlerde ve ister dünya hayatı için gösterdiği çabalarda problemleri olmakta
ve her iki hususta da şehâdet konusu ile karşılaşmaktadır. Dünya hayatındaki bu
şehâdet hakkında çeşitli âyet, hadis ve fikhî kaideler vardır. Her şeyden önce
Yüce Allah Kur'an'da şehâdeti adaletle, sadece Allah rızası için yapmayı
emretmiş ve "Şehâdeti, Allah rızası için tam bir şekilde yerine getirin"
(et-Talak, 65/2) diyerek bu ilâhî emri dile getirmiştir.
Bu husustaki diğer bazı
emirleri sergileyen bir âyetin meâli de şöyledir: Ey inananlar! Allah için
adâletle şâhitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi
adâletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun;
şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır" (el-Maide, 5/8).
Kur'an'ın en uzun âyeti,
el-Bakara 282. âyetidir. Bu âyette, şahâdetle ilgili bir çok husus, açıklıkla
dile getirilmiştir. Ondan sonra gelen âyette de, şehâdeti gizlememe hususu taleb
edilmiştir.
"Şahitliği (gördüğünüzü)
gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır (daima vicdan azabı çeker). Allah
yaptıklarınızı bilir" (el-Bakara, 2/283).
Şehâdet konusuna İslâm
hukukunda büyük önem verilmiştir. Bütün fıkıh kitaplarında, şehâdet konusu
müstakil bir başlık altında ele alınmış ve geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Şehâdetle ilgili çeşitli fıkhî
terimler vardır. Önce bu terimleri kısa bir şekilde açıklayalım:
İslâm hukuku açısından şehâdet,
herhangi bir kimsenin, birinin başka bir şahısta olan hakkını ispat için,
şehâdet lafziyle hâkimin huzurunda verdiği haberdir. "Filan kişinin, falan
şahıstan şu kadar alacağı olduğuna şahâdet ederim" denilmesi gibi. Böyle bir
şehâdette bulunan kişiye "şâhid", lehine şehâdet yapılana "meşhûdün leh",
aleyhine şehâdet yapılana da "meşhûdün aleyh" ve şehâdet konusu olan mes'eleye
de "meşhûdün bih" denir.
Bir insan şahid olarak
gösterildiği zaman, şahitlikte bulunmaktan kaçınmaması lâzımdır ve bildiğini
doğru olarak, olduğu gibi söylemesi gerekir. Ancak zina yapma, içki içme gibi
had cezasını gerektiren hususlarda şahitlik yapan muhayyerdir yani serbesttir.
İsterse doğru söyler ve isterse suçlunun ayıbını örter. Başkasının kusurunu
örtmek, daha iyi olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak şehâdet konusunda,
şahitte aranan bazı şartlar vardır. Şâhidin müslüman, akıllı, baliğ, hür, adalet
sahibi (güvenilir), görme ve konuşma yeteneğine sahip olması ve başkasına zina
iftirasından dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunması gerekir. Bir de
şahitlikte "şehâdet" lafzını kullanması icâb eder. Ben bilirim, bence böyledir,
zannedersem gibi sözler, şehâdet için yeterli değildir.
Bir kişinin annesi, babası,
ninesi, dedesi, çocukları, torunları ve eşi lehine yaptığı şahitlik kabul
edilmez. Bir de kişinin kendi ortağı lehine yaptığı şehâdetteki gibi, menfaatını
ilgilendiren hususlardaki şahitliği de kabul edilmez. Aralarında düşmanlık
bulunan kişilerin hissi davranmaları ihtimali olduğu için birbirleri aleyhindeki
şahitlikleri de muteber değildir. Kısacası, herhangi bir tarafın haksızlığa
uğraması ihtimali olduğu hususlardaki şahitlik, İslâm fıkhında kabul
görmemiştir. Bazı insanlarda bulunan İslâm ahlâkına aykırı kötü huy ve işlerden
dolayı bu gibi kişilerin şahitlikleri tartışılmış ve alimlerin çoğu tarafından
uygun görülmemiştir. Bir de, şahitlik davaya uygun düşerse, kabul edilir. Eğer
davaya aykırı bir durum arzederse, kabul edilmez (el-Kâsânî, Bedâiu's-Senâî,
Beyrut, 1974, VI, 266 vd.; Vehbe ez-Zuheylî, el-Fıkhu'lİslâmî ve Edilletuhu,
Dımaşk 1984, VI, 562 vd).
Bir bakıma şehâdeti dört kısma
ayırmak mümkündür:
1- Zina ile ilgili şehâdet. Bu
husustaki davanın kabul görmesi için, dört erkek şâhidin şehâdette bulunması
gerekir.
2- Zinanın dışında, had ve
kısası gerektiren hususlardaki şehâdet Bu hususlar için iki erkek şâhidin
şehâdeti gerekir.
3- Bunların dışında kalan
çeşitli hukukî konularla ilgili şehâdet. Bu hususlarda iki erkeğin şehâdeti
gerekir. İki erkek bulunmayınca bir erkek ve iki kadının şehâdeti geçerlidir.
4- Yalnız kadınların
bulunabileceği hususlarla ilgili şehâdet. Bu gibi hususlarda erkeklerin değil,
kadınların şehâdeti muteberdir. Doğum, bekâret ve erkeklerin muttali
olamayacağı, ancak kadınların bulunabileceği veya bakabileceği yerlerdeki
kadınların ayıpları ile ilgili konularda, bir kadının şehâdeti yeterlidir
(Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-İhtîyâr, İstanbul, 1980, II, 140 vd;
el-Meydânî, el-Lubâb, Derseâdet,I, IV, 55 vd).
Bir de, şehâdet konusunda
şahitlikten dönme meselesi vardır. Şahitler hâkim tarafından henüz hüküm
verilmeden önce şahitliklerinden dönerlerse, şahitlik düşer ve şahitlerin
herhangi bir tazminat ödemeleri gerekmez.
Ancak, hâkim şahitlerin
şehâdetine dayanarak hüküm verdikten sonra, şahitler şahitlikten dönerlerse,
hüküm bozulur ve şahitlerin de, şehâdetleri nedeniyle sebep oldukları zararı
ödemeleri icâb eder. Şahitlerin şehâdetten dönmeleri, ancak hakimin huzurunda
olunca geçerli olur (el-Kàsânî, Bedâiu's-Senâi', VIl, 283 vd.).
Yukarıda ifâde edildiği gibi,
zina hakkındaki şehâdet, dört erkek şahidin şehâdeti ile olur. Zina suçlamasında
bulunan herhangi bir kişi, dört erkek şahitle bunu ispat edemezse, kendisinin
bir daha şahitliği kabul edilmez ve aynı zamanda, iftira suçundan dolayı
kendisine seksen değnek vurulur. Bu husus Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir:
Namuslu kadınlara (zina suçu)
atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şâhid getirmeyenlere seksen
değnek vurun ve artık onların şâhitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan
çıkmış kimselerdir" (el-Nur, 24/4).
Herhangi bir adam, kendi
hanımının zina ettiğini söylerse, onun da dört erkek şahid getirmesi gerekir.
Getiremediği taktirde, hâkimin huzurunda dört defâ: "Vallâhi, bu sözümde doğru
olduğuma şâhitlik ederim" der; beşinci defâda; "Eğer bu hususta yalan
söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun" der. Hanımı da buna karşılık
dört defâ: "Vallâhi benim kocam bu konuda yalan söylüyor" dedikten sonra,
beşinci defâda; "Eğer benim kocam bu iddiasında doğru ise, Allah'ın laneti benim
üzerime olsun" der (Bk. en-Nur, 24/6, 7, 8, 9, 10). Adam böyle bir iddiadan
sonra şâhid getirmez ve böyle yemin de etmezse, iftira cezasına çarptırılır. Bu
şekilde yemin etmekle, bu cezadan kurtulur. Kadının bu şekilde yemin etmesi de
onu zina cezasından kurtarır. Yemin etmediği takdirde, suçu kabullenmiş olur ve
zina cezasına çarptırılır. Bu olaya, İslâm hukukunda "liân" denir (geniş bilgi
için, "liân" maddesine bakınız). Bu şekilde karşılıklı liânda bulunan karı
kocanın nikâhı, hâkim tarafından fesh edilir ve bu karı koca birbirinden ayrılır
(el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, Mısır 1950, XII, 187; İbnu'l-Arâbî,
Ahkâmu'l-Kur'ân, Lübnan, tsz., III, 1332).
Bu liân ile ilgili âyetlerden
anlaşıldığı gibi, şehâdet yemin manasına da gelmektedir (geniş bilgi için,
"yemin, kasem, and" maddelerine bakınız).
Şehâdet'in ifâde ettiği diğer
bir husus da, şehîd olmadır. Şehâdet, aynı zamanda şehîdin mastarıdır. Şehîd,
Allah rızası için, O'nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona
bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması, veya
onun Yüce Allah'ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin
hazır bulunması yahut da ruhunun doğrudan Cennet'te bulunması ya da Allah
tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır (el-İsfahânî,
el-Müfredât, Mısır 1961, 267 vd.; et-Tahtâvî, Haşiye ala Merâki'l-Felâh, Mısır
1970, 516 vd.; geniş bilgi için, "şehîd" maddesine bakınız).
Şehâdet ve şahitlik hususunda
dikkat edilecek önemli bir nokta da, yalan yere şahitlikte bulunmaktan
kaçınmadır. Yüce Allah, yalan yere şahitlikte bulunmaktan kaçınanları Kur'an'da
övmüştür:
Onlar ki yalan şâhidlik
etmezler. Boş laf konuşanlara rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip
giderler" (el-Furkan, 25/72).
Hz. Muhammed (s.a.s.), bir gün
yanında hazır bulunanlara: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?"
diye sormuş ve aynı soruyu üç kere tekrarlamıştır. Hazır bulunanlar: "Buyurunuz
ya Resûlüllah!.." demişler. Bunun üzerine, Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle devam
etmiştir: "Allah'a eş ve ortak koşmak, anne ve babaya isyân edip onlara karşı
olan vazifeyi yerine getirmemek. " O sırada bir yere dayanmakta olan Hz.
Muhammed (s.a.s.) doğrulup oturmuş ve şöyle devam etmiştir: "İyi dikkat edin!
(Üçüncüsü de), yalan yere şehâdette bulunmaktır." Hz. Muhammed (s.a.s.) bu son
cümleyi o kadar tekrar tekrar söylemiş ki, orada bulunan cemâat, içlerinden
keşke susup, bir daha söylemese, diye düşünmüşler (Muhammed b. Allan,
Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971, II, 170).
Bu kadar geniş mana taşıyan
şehâdetin İslâm kültüründe büyük bir yeri vardır.
Nureddin TURGAY



[1]
Rağıb el-İsfâhânî, el-Müferedât, Mısır 1961, 267 vd. "şehide" mad.

[2]
Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'an, Beyrut 1971, VII, 555 vd.

[3]
Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 57; Ebû Davûd, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4;
İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1, 27, 51,53, 219, II, 107, 426,
IV, 129, 264.

[4]
Bk. Kaf, 50/17; es-Secde, 32/6; ez-Zümer, 39/46; el-Haşr, 59/22; el-Cum'a,
62/8; el-En'am, 6/19.

[5]
es-Savî, Hasiyetu Allâme es-Sâvî, Beyrut tsz, 1, 220.

[6]
Bk. el-Bakara, 2/143; el-Maide, 5/117; en-Nahl, 16/84; el-Kasas, 28/75.

[7]
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır 1977, 1, 247.

[8]
el-Kâsânî, Bedâiu's-Senâî, Beyrut, 1974, VI, 266 vd.; Vehbe ez-Zuheylî,
el-Fıkhu'lİslâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1984, VI, 562 vd.

[9]
Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-İhtîyâr, İstanbul, 1980, II, 140 vd;
el-Meydânî, el-Lubâb, Derseâdet,I, IV, 55 vd.

[10]
el-Kàsânî, Bedâiu's-Senâi', VIl, 283 vd.

[11]
Bk. en-Nur, 24/6, 7, 8, 9, 10.

[12]
el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, Mısır 1950, XII, 187; İbnu'l-Arâbî,
Ahkâmu'l-Kur'ân, Lübnan, tsz., III, 1332.

[13]
el-İsfahânî, el-Müfredât, Mısır 1961, 267 vd.; et-Tahtâvî, Haşiye ala
Merâki'l-Felâh, Mısır 1970, 516 vd.

[14]
Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971, II, 170.

[15]
Nureddin Turgay, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/19-22.

[16]
İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. VI, sh.17.

[17]
Molla Hüsrev, a.g.e., c. III, sh. 371.

[18]
Sahih-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh. 76. Ayrıca, Şeyh
Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. III, sh. 450.

[19]
İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's-Senai Beyrut, 1974, c. VI, sh. 266, Ayrıca Şeyh
Nizamüddin ve bir heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, e. III, sh. 540.

[20]
Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. III, sh. 450.


[21]
İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, ty. c. XVI, sh.87.

[22]
İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Aziym, Beyrut 1969, c. I, sh. 191, Ayrıca
İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'l Kur'ân, c. II, sh.156.

[23]
İmam-ı Şafii, er-Risale, Kahire: 1979 (2. bsm.), sh. 25 Madde: 71.

[24]
Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst.1307-8, c. I, sh.
591.shf 299.

[25]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 295-298.