Fecir | Konular | Kitaplar

İslâm'ın Eksizliği ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği

İslâm

İslâm'ın Eksizliği
ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği:


Bütün beşerî sistemler eksiktir, parçacıdır.
Çözüm getiremeyişleri, insanları mutluluğa ulaştıramayışları, bunun en açık
göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi
gerçekleştiremeyişleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceğimiz
en büyük eleştiri, bu sistemlerin eksik olduğuyla ilgilidir. Bu sistemler,
yamalı bohçadır; insanı kuşatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili
söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnız Allah'ın dini olan İslâm'dır, hayatı
bütünüyle kuşatan, dünyayı ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah'ın
rızâsını kazandıramaz. Dolayısıyla biz, insanların tümüne Allah'ın rızâsının
nasıl kazanılacağını öğretmeyi, böyle bir yükümlülüğü üzerimize almış kimseler
olarak ortadayız.

İslâm'ın kemâli vahye dayalı olmaktan
kaynaklanır. Buna karşılık batının zevâli, böyle bir dinden mahrum oluşundan
kaynaklanmaktadır. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâları hepsi
şeytanın insanlara telkin ettiği lehviyattandır. Kur'ân-ı Kerim'in belirttiğine
göre şeytanlar da dostlarına telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden
beri, Âdem (a.s.)'den beri, iki şey çarpışıp durmaktadır. Allah'ın vahyi ve
şeytanın, dostlarına telkin ettiği vahiyler; Hak ile bâtıl. İslâm'ın kemâlinin
bir neticesi olarak İslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlığın her türlü
ihtiyacını karşılayabilecek vasfa sahiptir.

[1]

Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk
denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği
bilinmelidir. Bir'inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların
çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece
sıfırların veya yalnız eksilerin yanyana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya
artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni
bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi
halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan,
bir Rabb'e (eğitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün
mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan
bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan
yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren
elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine,
hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına
gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur'an bu yol
göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.

Birçok âyetinde, hevâsına tâbi olan insanın
nasıl azgınlaştığını, kendi dengesini nasıl bozduğunu, sağlıklı bir ruh yapısına
sahip olamadığını açıklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanın
çevresini de bozduğundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdından
bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceği, îmar ve ıslah
tavrıyla yaklaşılması gerekn insanın bir çevredir. İnsan, bu çevre ile vardır.
İnsan, doğasını, ancak, bu doğanın sahibince bildirilen esaslara uyarak
koruyabilir. Korunamamış doğa, ister insan tabiatı olsun, ister insanın içinde
yaşadığı ortam olsun, insan için sağlıksız bir ortam olarak kişiliğini
koruyamamanın, giderek korkmanın, kokuşmanın ortamı olacaktır. Öyle de olmuştur.

Analarının karnından bir şey bilmed halde
çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra "küllü şey'in kadîr"
bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle
olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları
tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı,
bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer
insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat
etmektedir.

Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı
ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı
yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters
düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin
farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı
kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı
müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da
doğru yolu göstermedi mi?" (93/Duhâ, 7). İnsan, kendine gösterilen yolu bile
koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle
doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi
de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.

Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu
tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler,
insanların kendiğe gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini
engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu
uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar
için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir
türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık
olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır. Demokrasiler insanları; insan
olmaktan, insanlıklarının farkına varmaktan alıkoyan insanların önünde aşılması
güç bir büyük engel olarak durmaktadır. Bu engeli aşamayan insanın, insanlığının
farkına varabilmesi mümkün değildir.

Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da
demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı
nokta, insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan,
bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve
neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, "kendi hevâsına
mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?"
sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru,
insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan
insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli
olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim
olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla)
ancak tatmin olabilir.[2]



[1]
M. Beşir Eryarsoy, İslâm'a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 53-90



[2]
Ercümend Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 147-150