Fecir | Konular | Kitaplar

Sevmek ve Adamak

Sevmek ve Adamak

Sevmek ve Adamak:

"Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere karşı
alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın,
dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." (5/Mâide, 54)

Allah'ın yolundayken O'ndan yüz
çevirenlerin ilk yitirdiği şeyin "sevgi" olduğunu anlıyoruz. Önce sevgiyi
kaybediyorlar, Allah onları sevmiyor, onlar da Allah'ı. Ve arkası geliyor. Çünkü
sevgi diğer eylemlerin illeti. İllet yok olunca mâlûlün durması için hiçbir
sebep kalmıyor. Mü'minlere karşı yumuşak başlı olması gerekirken tam tersi bir
tavra giriyor: Sebebi sevgisizlik. Kâfirlere karşı izzetli olması gerekirken,
tam tersi bir tavır alıyor; sebebi yine aynı. Sevginin, Allah'a olan sevginin en
yüksek ifadesi olan cihadı terkediyor. Bedeli "can" ve "kan" olan bir sevgiden
yoksun kalınca, o bedeli ödeyecek güç bulamıyor kendinde. Çünkü artık "Beni
seven ve benim sevdiğim Allah ne der?" yerine, "falan ne der?" sorusu geçiyor. O
güne kadar sevdâsı uğruna kınayıcının kınamasından korkmazken, o sevginin yok
oluşuyla kınanmak korkusu gibi aşağılık bir duyguya teslim oluyor. Dün sevgi
sâyesinde özgürken bugün sevgisizlik çukurunda nefsin, şeytanın, eşyanın ve
çevrenin esiri oluyor. Dün sevgi sâyesinde üreten ve veren biriyken bugün
sevgisizliğin pençesinde sürekli tüketen ve alan derekesine düşüyor.
Sevmek vermektir, sahip
olduğunuz en değerli varlığı, yüreğinizi vermek... Vermek denilince, öyle
çıkarıp sunmak değil; paylaşmak anlamında vermek. Kişi, başkasına veremediğinin,
"diğeri"yle paylaşamadığının sahibi değildir. Ya da kişinin sahip olduğu şey
başkasına verebildiği şeydir. Bundan dolayı yüreğine sahip olamayanlar
sevemezler. Yüreği işgale uğramış bir insanın sevebilmesi düşünülemez. Çünkü
orası işgal edilmiştir, yüreğinin iktidarı kendi ellerinde değildir, onu bir
başkasıyla paylaşamaz. Böylesine işgale uğramış bir yüreğin sahibi sevmekten söz
ediyor, "sevdim" diyorsa, sevdiğine sahte adresli dâvetiye çıkartıyor demektir.

Vereceğiniz şey ne kadar
değerliyse, onu vereceğiniz yer de o kadar yüce olmalı. Daha doğru bir deyişle,
verdiğinizin kıymetini bildiğiniz ölçüde seçersiniz verilecek yeri. Sevginin
adanabileceği en büyük kapı Allah'ın kapısıdır. Sevgiyi o kapıya adamak, ona en
yüksek değeri biçmektir. Sizden olan bir şeyi ölümsüzleştirmektir. Çünkü bir
adağın sorumluluğu, adandığı andan itibaren, adandığı kapıya geçer.
Sevmek adamaktır. Adağın
tasarrufu, adandığı kapıya aittir. Eğer sevginizi bir ölümsüze adamışsanız onu
da ölümsüzleştirmişsiniz demektir. Allah'ı sevmek, sevgiyi ölümsüzleştirmektir.
İlleti ölümlü olan sevginin kendisi de ölümlüdür. İlleti ölümsüz olanın kendisi
de ölümsüzdür.
Söz buraya gelmişken, yanlış
bir kanaate değinmek istiyorum. Bu kanaatte sevgi, şahsiyet geliştirici ve
kişiye varlığını duyumsatıcı bir üretim aracı değil; seveni sevdiğinde yok edici
(fenâ) bir tüketim aracıdır. Kişiyi olgunlaştıran ve ona şahsiyet kazandıran,
sevgiyi sevgi olmaktan çıkarıp tutkuya dönüştüren ve onu bir can kurdu gibi
insanı yiyip bitiren bir heyûlâ olarak tarif eden bu anlayışın vardığı son durak
vahdet-i vücut dengesizliğidir. Hintli bilge Tao Tse'de görüldüğü gibi pisliğin
içinde bile (hâşâ) tanrının görüldüğünü söylemeye kadar vardırılan bu yamuk
felsefe, Kur'an'ın öngördüğü "Hâlık-mahlûk" ikilemine taban tabana zıttır.
Sevmek, bazılarının iddiâ
ettiği gibi yok olmak (fenâ) değil; aksine "sevmek, var olmaktır", varlığından
haberdar olmaktır, kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur.
Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak değil;
birbirinde var olmaktır. Yok olma (fenâ) faraziyeleri, sevgiyi tek yönlü kabul
ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddiâ eder. Halbuki sevgi çift yönlüdür.
Bu gerçek Allah'la kul arasındaki sevgide bile geçerlidir: "Allah onları
sever, onlar da Allah'ı." (5/Mâide, 54). Sevgi bir başkasına hulûl (girme,
onda yok olma) değil; bir başkasında kişinin benliğini duyumsaması, varlığının
farkına varmasıdır.
Bir sevgi ki ferde kendi
kimliğini kaybettiriyorsa o sevgi, sevgi değil girdaptır, karşıdaki de sevgili
değil üzerine konan canlıyı eritip sindiren ve canavar bitki olarak bilinen
Nepentes çiçeğidir. Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil; tüketici
bir sevgidir; Züleyha'nın Yusuf (a.s.)'a olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir
hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır; kontrolden
çıkmış, "ak sevdâ" iken "kara sevdâ" olmuştur. Kur'an'da Züleyha için geçtiği
gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: "Sevda onun bağrını yakmış, dediler."
(12/Yusuf, 30). Evet onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak
istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini.
Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu.
Böylesine bir sevgi kimse için
meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz; tersine aklı lâyık olduğu yere
koyar. Bazılarının iddiâ ettiği gibi Allah sevgisinden dolayı akıl yitirilmez.
Allah'ı seven O'nun yerli yerinde yarattığı ve hikmetle yerleştirdiği aklı nasıl
yerinden eder? Nasıl sevdiğini söylediği Zat'ın hikmetine müdâhale edebilir?
Böylesi bir bir şey, Züleyha'nın Yusuf'a sopa çektirmesi ve bunu da, sevgi
adına, sevginin üst sınırı olan aşk adına yaptığını iddiâ etmesi kadar abestir.
Evet bu tüketiciliğin de bir sevgi çeşidi olduğunda şüphe yok. Fakat normal ve
üretici değil, anormal ve tüketici bir sevgidir bu. Eğer istediğini elde etseydi
Züleyha, o sevgi hem kendisini hem karşısındakini yakacaktı.
Allah'ı sevmek adına, Allah'ın
sevdiği gibi yarattığı insanın dengesini bozmak, imrenilecek bir şey olsaydı, bu
işi öncelikle Allah'ı onun kadar hiç kimsenin sevemeyeceği Rasûlullah ve ashâbı
yapardı. Rasullerin bizden çok daha bilip tanıdıkları Allah Teâlâ'yı gereği gibi
sevmemeleri düşünülemez. Allah'ın kendilerinden râzı olduğu, kendilerinin de
Allah'tan râzı olduğu sahâbe için de geçerli aynı şey. Sevdikleri Allah ve
Rasûlü yoluna sevginin en büyük bedeli olan can ve kanlarını koyan sahâbe
içerisinden belki her türlüsü çıkmıştır, ama Allah aşkından deli-divâne olduğu
söylenen, çok sevdiklerini bildiğimiz bu iki varlığa karşı duydukları aşk
yüzünden aklını kaçırıp "meczup"laşan biri çıkmamıştır. Kimdir Allah'ı
Rasûlullah (s.a.s.)'dan daha çok sevdiğini iddiâ eden? Bunu söylemeye kimin dili
varabilir? Hem en güzel örneğimiz olan Allah Rasûlü'nün ve onun ellerinde
yetişen neslin bu konudaki tavrı bizler için takip edilecek en doğru yol değil
midir?
Allah'ı ruhuyle sevenlerin,
kalbiyle sevenlerin aklını başında bırakır sevgi. Allah'ı aklıyla sevenlerin
aklı ise başlarından gider. Çünkü sevgi, "bilmek" değil; "tanımak"tır, akıl bunu
kaldıracak kapasitede değildir: "İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez. Zira bu
terâzi bu kadar sıkleti çekmez." Evet, akıl terazisi bu kadar ağırlığı
kaldıramayacak, ince bir yerinden kırılıverecektir.
Adresleri doğru tesbit etmek
gerek. Sevginin yerini, adresini de doğru tesbit etmek gerek. Bildiğimiz bir şey
var: Allah sevgisini en üst düzeyde yaşayan Rasûl ve ashâbı arasından mecnun ve
meczubun çıkmadığı. Yine bildiğimiz bir şey var: Allah Rasûlünün ve ashâbının
Allah'ı çok, hem de pek çok sevdiği ve sevginin yüksek bedelini ödemekten bir an
bile kaçınmadığı. İslâm'daki cihad farîzası, kulun Allah'a olan sevgisinin en
yüksek tezâhürüdür. Çünkü sevginin büyüklüğü fedâkârlıkla orantılıdır. Kişinin
sahip olabildiği en büyük değer "can"dır. Sahip olduğu o değeri en çok sevdiğini
iddiâ ettiği Zat'ın yoluna sevgisinin bedeli olarak koyar, O'na bu şekilde isbat
eder sevgisini. Değilse isbat edilmemiş sevgi kof bir sevgidir, kuru bir
iddiâdan öte bir değeri yoktur. Onu ne Yaratan ve ne yaradılan ciddiye alır.
Bu durumda varacağımız en doğru
hüküm şudur: Allah'ı çok sevenler kendini Allah'a, O'nun yoluna adayanlardır. Bu
yüzden şehâdet en büyük sevgidir, şehid ise sevgisini/coşkusunu kanıyla ve
canıyla isbat etmiş ölümsüz sevendir. Bu sevgi, öyle bir sevgidir ki; bu sevgi
uğruna bir kez değil; bin kez ölünür. Bu sevgi insana: "Gül yüzlü güzel ölüm /
Seni bin kez ölürüm." dedirtir. Bu sevginin Peygamber dilindeki ifadesi budur;
sevgisini kanıyla isbat eden şehidin, bu eylemi dönüp dönüp tekrarlama
isteğidir. Hem, doğrusu da öyle değil mi?
Sevgini isbatlamak için
gerekirse İbrâhim gibi ateşin ortasına kaldırıp atacaksın kendini. Senden
istenildiğinde böyle isbat edeceksin sevgini. Elbet O da isbat edecek, seni
sevdiğini, kabzasından tuttuğu ateşe emrederek: "Yâ nâru kûnî berden ve
selâmen alâ İbrâhîm." (21/Enbiyâ, 69) diyecek. Ateş de sahibinin bu emrini
tutup sevgiyi yakmaya güç yetiremeyecek; seven ve sevilene soğuk ve serin
olacaktır. Fakat buna rağmen bu sevgiyi yıpratırım diye tir tir titreyeceksin.
Hem canını adayacak, hem korkacaksın; hem ateşe atlayacak, hem de sevgiyi
kaybetmekten korkacaksın; işte budur takvâ.